İki arkadaş, emniyetteki sorgularının ardından mart ayının sisli havasında Yokuş Sokak’tan ana caddeye geçmek üzere omuzları düşmüş, başları önlerinde, sessizce yürüdüler. İki genç adam, yaşadıkları şoku üzerinden atamadan bir de Komiser Zeki'nin ürkütücü ve soğuk sesinde korku tünelinde kaybolmuş gibi endişe içinde, kendilerini savunmamanın verdiği üzüntüyle ezildikçe ezildikleri anı düşünerek yollarına devam ettiler. Hafif kilolu, uzun boylu, parmağına taktığı yüzükten evli olduğu anlaşılan bu genç adam, arkadaşına dönerek, “Kahveye gidelim, çay içelim. Sonra ne yapacağız, konuşalım,” dedi.
Yanında duran bu zayıf genç, anne babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, bu uğursuz kazadan yalnızca kendi kalmış da tek güvencesi gurbetteki ağabeyine sığınmak ihtiyacı hisseden bir çocuk gibi arkadaşına nemli gözlerle baktı. Arkadaşı ne derse kabul edecek, bu dehşet gecesini unutmaya her şeyiyle razı olacaktı. Caddenin kalabalığına karıştılar. Köşede simit satıcıların, birkaç oyuncakçının ve boydan boya bankaların olduğu kaldırımdan yürüdüler. Nefis yaş pastalar, börekler, çörekler satan pastaneyi göz ucuyla süzdükten sonra ara sokağa daldılar. Hasır tabureler, küçük masalar, masa üzerinde küllükler, küllüklerde içip söndürülmüş dertler… Bu dertlerin yıllanmış kokusunun sindiği bir masaya usulca çöktüler. Yanlarından akıp giden insan seline karışıp huzur okyanusuna ulaşmayı çok istediler ama bunun mümkün olmadığını elinde çay tepsisi ile yanlarına yaklaşan çaycının sesi ile anlayıp kendilerine geldiler.
“Buyuurun!”
“İki çay…” dedi uzun boylu, kilolu genç. Çaycı, hızlı adımlarla yan masanın taburelerini düzeltti. Küllükleri çabucak boşalttı. Bir sihirbaz gibi tüm hünerini göstermek üzere boş çay bardaklarını ufacık çay tepsisine kırmadan yerleştirdi. Küçük, dar kahvehanenin içine cüssesinden beklenmeyen bir sesle:
“İki çay, demli olsun!”
İki genç birbirine bakıyordu. Yıllarca kan kardeşi olarak tüm sırlarını paylaşmışlar, geleceğe dair umutlarını da beraberce inşa etmek üzere üniversitede bu bölümü tercih etmişlerdi. Evli ve kilolu olanın hafızasında, dedesinin ona söylediği sözler kulaklarında rüzgârda ses çıkaran çanların sesi gibi kalmıştı. “Evladım, okumayın bu okulu! Sinema dediğin nedir? Doktor olun, insana hizmet edin.” Dinlememişti. İki genç, ünlü birer yönetmen olmanın müthiş heyecan verici hazzını ve şöhret olma hevesini bastıramamışlardı. Çaylar geldi. Çaycı, bardakları masanın üzerine bıraktı. Soğuktan, korkudan ve belirsizlikten olsa gerek ikisi de bardaklarındaki çayı, kırmızı beyazlı çay tablasına döktüler. Ufacık bir sarsıntı, sıcak çayın dökülmesine neden olmuştu. Yavaşça çaylarını yudumladılar. Yan masalardaki sesler arı vızıltısını andırıyordu. Kahveden televizyon sesi dışarıya taşıyor, sonu gelmez siyaset tartışması insanı dünyaya geldiğine bin pişman ediyordu. Sustu iki genç, hatırlamaya çalıştı. Mezarlıktaki kızın ne renk elbise giydiğini düşünmek için kendilerini zorladılar. Bu çarşamba gecesinin böylesine uğursuzluk getireceği verilen ödevin zorluğundan belliydi. Bülent Hoca baykuş ve gece seslerini kaydedin, demişti. Hocalar her zaman ödev verirdi. Mezarlığa gitmek ise Musa ile Yakup'un tercihiydi. Baykuş sesinin ürkütücülüğü ile bir ömür, bir ödev için, korku içinde tüketilmeye mahkûm mu edilmeliydi? Çaylarını yudumlarken iki arkadaş polis sorgusunda geçirdikleri anı tekrar tekrar düşündüler. Komiser Zeki ve Komiser Yardımcısı Sabri'nin sesi kulaklarından hiç gitmiyordu:
“Ne işiniz vardı, gece yarısı mezarlıkta?”
“Biz iletişim öğrencisiyiz. Baykuş ve diğer ses efektleri için gece dışarı çıktık. Mezarlık sessiz olduğu için ses kaydını mezarlığın kuytu köşesinde yapmak istedik.” demişti Musa. Komiser Zeki’nin insanı dehşete düşüren ve bu dehşet dehlizlerinin hücrelerinde bir ömür tükettirecek bakışlarından kaçmak mümkün değildi. Yan odada Komiser Yardımcısı Sabri diğer soruya geçmişti:
“Uyuşturucu kullanan gençle ne zaman tanıştınız?”
Yakup usulca, “Biz ses kaydı için git …”
“Kes! Sadece soruma cevap ver, dedi Komiser Sabri.”
Yakup’un başı önündeydi. Defalarca anlattığı olayı tekrar anlatmaya başladı:
“Ben o genci tanımıyorum. Kayıt sırasında bir homurtu işittim, sese yöneldiğim sırada ayağım yerde krize girmiş gence takıldı.” Komiser Sabri bu defa daha ürkütücü bir sesle, “Nereden biliyorsun krize girdiğini?” dedi.
“Yerde titriyordu ve ellerinin arasındaki gibi beyaz küçük bir torba taşıyan şişman adam mezarlığın içinde kayboldu.” dedi Yakup.
Yan odada Komiser Zeki, Musa'ya sordukça soruyor beklediği cevabı bir türlü alamıyordu.
“Tekrar anlat mezarlıkta gördüğün kızı,” dedi Komiser Zeki çok alçak bir sesle. Yerin, duvarın hatta her yerin bir kulağı olabileceği gerçeğini iliklerinde hissettirerek söylemişti bunu. Musa çok korktu. Korkudan titrerken gözlerini kapattı. Olayı hatırlamaya çalıştı. Yerde yatan gence, küçük kardeşi gibi sevdiği Yakup’un ayağı takılmış ve elinde torba ile koşan şişman bir adam görmüşlerdi. Musa ve Yakup birbirine bakıp bu yaşadıklarının başlarına iş açacağından korktukları için mezarlıkta koşan adamın fotoğrafını çekmişlerdi. Kaçan adamın ters yönünde, üzerinde uzun bir elbise ile duran kızı görmüşlerdi. Emniyetteki sorgularında telefonları polisler tarafından incelenmek üzere ellerinden alınmıştı.
Çaycının sesi ile kendilerine geldiler. İki arkadaş demli çaylarını bitirdi. Bu yaşadıkları bir anı mıydı yoksa bir suç ortaklığı mıydı çözmeye güç yetiremediler. Komiser Zeki, gençler gittikten sonra ellerini arkasına bağlamış bir halde düşünceye daldı. Cep telefonunda gördüklerini kendi hafızasından ve telefonun hafızasından silmek istedi. Bu mümkün müydü? Devletin memurunun böyle bir hakkı var mıydı? Komiserin gözleri sisli mart gününün içinde karanlıktaki kedi gözü gibi parlıyordu. Komiser Zeki’nin düşünceleri iki yıl öncesine gitti. Kızı Pınar’ı evde bırakmışlar, karısı Zehra ile evlilik yıldönümlerini kutlamak ve felekten bir gün çalmak için şehrin parlak ışıklarına kapılmışlardı. On altı yaşındaki kız evde tek başına kalma arzusu da böylece giderilmişti. Çok eğlenceli bir gecenin sonunda böylesine çaresiz kalacaklarını kim bilebilirdi? Zehra ile Komiser Zeki, arabadan indiklerinde saat gecenin üçüydü. Gülmeler, şakalaşmalar ile evlerinin kapısını açtılar. Her yer sessizlik içindeydi yalnızca Pınar'ın odasından horlamaya benzer bir ses duyulmaktaydı. Birbirlerine bakıp yavaşça Pınar'ın odasının kapısını açtılar. Pınar, pembe genç oda takımın içinde yine pembe örtülü yatağına oturmuştu. Üzerine babaannesinden kalan eski bir elbise giymiş, gözleri kan çanağına dönmüştü. Korkudan yüzü garip bir şekil almıştı. Anne ve babasına baktı. Anne ve babasına mı bakıyor yoksa nihayetsiz bir boşluğa mı düşüyordu, bakışlarından anlaşılamıyordu. Ahşap, eski balkon kapısı ardına kadar açılmıştı. İçeriye sokak lambalarının ışıkları eşlik ediyordu. Zehra, eli ayağı titreyerek yavaşça kızına yaklaştı. Kızının bebeklikteki halini hatırlayarak yumuşak bir sesle,
“Pınar, Pınar, Pınar!..” dedi. Sanki uzun bir otobüs yolculuğunda kızı Pınar derin bir uykuya dalmış, Zehra da son mola yerini kaçırmak istemezcesine usulca kızına “Pınar, Pınar!..” demeye devam etti. Pınar hiçbir tepki göstermiyordu.
Komiser Zeki soğukkanlılığını koruyup “Hiçbir yere dokunma,” dedi. Yavaşça yürüyüp balkona çıktı. Etrafa göz gezdirdikten sonra odaya dönüp ışığı açtı. Komiser, kızının ellerini tuttu. Zehra ne ağlıyor ne de gülüyordu. Kocasının her şeye mucize sözlerini dinliyordu.
“Tatlım,” dedi Komiser, “tatlım, buradayız. Güvendesin.”
Yavaşça eşine dönüp, “Celal Hoca’yı ara. Çok önemli olduğunu ve buraya gelmesini söyle,” dedi.
Karısı Zehra, Psikiyatrist Celal'i aradı. Eşinin söylediklerini uzun süre gurbette kalmış ve ana dilini unutmuş gibi kekeleyerek söyleyip hocayı evlerine davet etti. Yılların verdiği dostluğa ve topluma mal olmuş bir kişiliğe yakışır şekilde, Celal Hoca hemen geleceğini söyledi. Komiser, kızına ve eşine son derece sevgi ve merhametle yaklaşmıştı. Bir babanın, baba ve eş olmanın sorumluluğunu yıllarca üstlenmişti. Gördüğü bu manzara, her gün emniyette karşılaştığı olaylara benzer olsa da kızının bu durumuna bir akıl yürütemiyordu. Celal Hoca odaya girdiğinde Pınar'ın yüzünde hafif bir gerilme oldu. Amcası gibi sevdiği bu sert görünümlü, yumuşacık kalpli insana belli ki anlatmak istedikleri vardı. Celal Hoca tüm soğukkanlılığıyla sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Pınar'ın gözlerinin içine bakarak buradayım bakışı attı. Uzun bir sessizlikten sonra yan odada yaşadığı şoku atlatıp reddetme duygusundan kabullenme durumuna geçen Zehra, gözyaşlarına hâkim olamıyordu.
Pınar bir uykudan uyanır gibi,
“Celal Amca biliyor musun, balkondan eve hayalet girdi,” dedi.
Celal Bey, Pınar’ın yaşadığı ağır şokun ardından konuşmasını hiç beklemediği için önce bir şaşkınlık yaşadı. Yılların verdiği tecrübeye dayanarak hastaneye götürüp rahatlatıcı iğnenin ardından konuşmasını beklerken böylesine ani bir cevap onu şaşırtmıştı.
“Balkondan içeriye başı olmayan hayalet girip odamın duvarlarında gezdi. Ben önce çok korktum. Sonra ışığı açtım, kayboldu. Sonra ışığı kapattım tekrar duvardaydı.”
Pınar sustu. Yıllar önce kaybettiği evladını rüyasında görüp tüm hane halkını uyandırdıktan sonra yatağın içinde oturduğu halde uykuya mı tefekküre mi daldığı belli olmayan ihtiyar bir kadın gibi gözlerini kapattı, sustu. Celal Hoca arkadaşı Zeki’ye döndü. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesine gitmek üzere hazırlandılar. Zehra, hastanenin adından bile hayır gelmeyeceğini düşündüğü bu hastaneden umut bekleyecekleri için elini değil yüreğini kıyma makinesine kaptırmış, umutları ve hayalleri elinden alınmış bir ressamın çaresizliğiyle ağladıkça ağladı. Hastanenin geniş bahçesine geldiklerinde sabah, tüm cömertliği ile ilk ışıklarını, yükseldikçe alçalan mütevazi bir profesör gibi umuda dair ne varsa etrafa dağıtıyordu. Hastanenin dış duvarları bir Hristiyan tabutu gibi bembeyaz dursa da ölümün verdiği ayrılık ve söylenmemiş son sözlerin acısı ile bu beyazlık insanı ferahlatmıyordu. Hasta bakıcılar aceleyle geldiler. Hemen Pınar’ı bir sedyeye alıp bir daha geri dönüşü olmayan bir çeşit boyut kapısından geçirir gibi alıp götürdüler. Celal Hoca da peşlerinden gitti. Zehra ve Komiser Zeki hastaneye girdiklerinde Adile Naşit’e benzeyen yani insanı hah! İşte bir tanıdık, dercesine rahatlatan, orta yaşlı bir kadın gördüler. Yanlarına yürüyüşü ile bir balerini andıran bir genç kadın daha geldi ve “Sizde kırmızı gül var mı?” diye sordu genç kadın.
Orta yaşlı kadın, kolunun altında büyük boy deftere benzer bir dosya tutuyor, Zehra ile Zekiye de ona bakıyordu. Kadın, emekliye ayrılmış da tecrübelerinden faydalansınlar diye herhangi bir iş yerinde günü doyurarak ve ömre gün yedirerek ölümü büyüten sevecen komşu teyzeler gibi duruyordu.
Genç kadın tekrar sordu.
“Kırmızı gül var mı, bana bir kırmızı gül verir misiniz?”
Zehra şaşkınlığını gizleyemedi.
“Yok,” dedi.
Genç kadın, “Çeyizime koyacaktım, tek kırmızı gül eksikti de,” dedi.
Orta yaşlı kadın, sağ kolunun altındaki dosyayı sol eliyle düzeltti. “Bana Doktor Muallim Feraklit bir görev verdi. Ben bu görevi yapmazsam hastanede düzen olmaz,” dedi. Sonra Zeki ve Zehra'ya dönerek, “Bu, deli. Niye konuşuyorsunuz onunla?” deyip dar koridordan ilerledi. Genç kadın, “Gül gül,” diyerek yanlarından uzaklaştı.
Gün tüm telaşesi ile başlamış Komiser Zeki’nin işe gitme zamanı gelmişti. Komiser Zeki, karısını burada yalnız bırakmak istemiyordu. Koridorun ucunda Doktor Feraklit ve Psikiyatrist Celal Hoca göründü. “Sakinleştirici iğne yaptık, biraz uyuyacak,” dedi Celal Hoca. Zehra ve Zeki hastanenin insana çaresizlik hissi veren duvarlarından kurtulmak için bahçeye çıktı, bekledi.
İki genç arkadaş, bir kara kaderi uyandırmamak ister gibi çaycının işitemeyeceği bir sesle konuşmaya başladılar.
“Birkaç gün okula gitmeyelim, biraz düşünelim,” dedi Musa. Yakup, dalından düşmek istemeyen yeşil taze bir yaprak gibi titriyordu. “Olur,” diyebildi ağlamaklı sesle. Ona öğretilen erkekler ağlamaz sözünün yalan olduğunu çürütmeye çalışarak.
Komiser Zeki geçmişi zihninden kovamıyordu. Pınar yavaş yavaş kendine gelmiş ve olanları kendi hayal dünyasında bir sır demeti yapıp anlatmıştı. Sırrı çözmek ise doktorlara kalmıştı. O gece, balkonda omuzlarından asılı duran elbise rüzgârda sallandıkça odanın duvarlarına gölgesi vurmuş; izlediği korku filminin de etkisiyle ürken Pınar, başı kesik bir hayaletin duvarda gezindiğini düşünmüştü. İşte, bu korku ile balkonda asılı duran elbiseyi üzerine giymiş ve babaannesinden hatıra kalan bu naftalin kokulu elbisenin içinde yine babaannesinin aziz hatırasının kendini hayaletten koruyacağını düşünmüştü.
Anı defterini kapatır gibi geçmişi kapatıp emniyetteki odasının içinde dolaştı Komiser Zeki. Masanın üzerinde bulunana objelere, kalemlere, dosyalara yardım istercesine baktı. Tüm tedavilere rağmen iki yıldır mezarlık ve terk edilmiş evlerde dolaşan Pınar’ı ne yaptıysa eve döndüremedi. Telefonda bulunan fotoğraftaki ayrıntıyı hiç kimse fark etmese de böyle bir olayın ortaya çıkması teşkilattaki durumunu nasıl etkilerdi? Toplumun babacan komiserinin iyi bir baba olmadığını da bir kanıtı değil miydi?
Musa ve Yakup telefon sesi ile irkildi. İki genç, emniyete tekrar çağırıldıkları için kendilerini nelerin beklediğini bilemiyordu. Komiser Zeki, iki genci sorgu odasına tekrar aldı. Yardımcısı Sabri, kollarını göğsüne bağlamış bekliyordu. Komiser Zeki yüksek tonda, kendi ruhunun da kulakları varsa duysun diye bağırdı:
“Yaşanan olaylarla hiçbir bağlantınız olmadığı için sizi serbest bırakacağız gençler, fakat bundan sonra asla fotoğraflara montaj yapmayacaksınız.”
İki genç, serbest kalmanın heyecanı ve söylenenin de pek ehemmiyetli olmadığı düşüncesiyle komutana selam veren asker gibi, “Peki efendim!” diyebildiler. İki genç, Musa'nın dedesinin anlattığı ahirete yolculuktaki Cebrail kanadında cennete gider gibi evlerine dönmek üzere emniyetten ayrıldılar.
Komiser Yardımcısı Sabri içindeki merakı gideremedi. Fotoğraflara montaj mı yapılmıştı? Böyle bir bilgi eline ulaşmamıştı. Fotoğraflara bir kez daha büyüterek bakmak istedi. Mezarlıktaki servi ağaçlarının arkasında belli belirsiz bir elbise içinde baykuş başına benzeyen bir kızın görüntüsüydü bu. Kime benziyordu bu kız? Hafızasını yokladı. Bu genç kız, gecenin karanlığından kuş sesiyle Sabri’nin kulağına uğursuzluğu homurdanıyordu.
Hülya Aksu Aydın
Comments