Gözlerime sığmadı yine. Öfkelendikçe irileşti, uzayıp kısaldı. Kaldırdı elindeki dosyayı, suratıma çarpacaktı. Gerildim. Savunmak istemedim kendimi. Dimdik durdum karşısında. Kıpırdamadım. İyice yükselince sesi, kıstım gözlerimi, gür, çatık kaşlarının arasında bir çift göz aradım. Yoktu.
Dosyayı çarptı masaya. “Eşek oğlu eşek, neyin eksik?” diye gürledi.
Masam, koltuğum, duvardaki resimler. Sallanıyordu o çıkarken. Öylece baktım ardından. Titriyordum. Dudaklarımda söylenmemiş onca söz. Alnım boncuk boncuk ter. Belki yüzümün ateşinden, gözlüklerimde buğu. “Ne zamana kadar?” dedim kendi kendime. Koltuğuma oturdum. Gözlüklerimi çıkardım. Kollarımı dayadım masaya. Başımı avuçladım. Parmaklarım ıslandı. Çekmeceden peçete çıkardım. Alnımı sildim. Sıkıntılı bir sessizlik. Kollarımda, bacaklarımda ağrı. Döndüm. Pencereden görünen ağaca baktım oturduğum yerden. Zihnimdeki gürültü susmuyordu. Kalktım. Kapıyla pencere arasında yürüdüm. Babam bağırıyordu sanki, sesi duvarlara çarpıp her adımımda ahşap zeminde önüme düşüyordu. Nefesim kesildi bir zaman sonra. Masamın yanında durdum. Soluklandım. Ceketimi, kravatımı çıkardım. Bıraktım koltuğumun üzerine. Gözlüğümü aldım, en az babam kadar sert çarptım kapıyı çıkarken. Gıcırtılı merdivenleri birkaç adımda indim. Kapıdaki görevli arabamın anahtarını uzattı. Alıp almamakta tereddüt ettim.
“Metin Bey hasta mısınız?” dedi. Başımı iki yana salladım. Duraksadım bir iki dakika.
“Hadi ver,” dedim.
Direksiyonumu yazıhaneden uzaklara kırdım bir zaman. Caddeler, sokaklar, motor sesleri. Polis durdurdu geniş bir caddede. Kırmızı ışıkta geçtiğimi söyledi. Çıktım araçtan, etrafıma bakındım. Kiremit rengi, ahşap cumbalı binayı görünce yazıhanenin etrafında daire çizdiğimi fark ettim.
“Hassiktir,” dedim.
Yere vurdum ayağımı. Polis ehliyetimi uzattı. Bindim arabama. Sokağı dik kesen caddeye sürdüm. Radyoda, annemin anlamadığı, babamın duyduğu an boş gürültü dediği müzik. Bağırsam, eşlik etsem, sesim tir tir, bedenime sığmayan öfke. Bas gitar girdi devreye. Hızımı artırdım. Sahi neyim eksik? Bomboştu yol. Bazen alamadığım nefes, bazen de anahtarı kaybolmuş kutuya tepiştirir gibi içime attığım hayallerim. Gazı kökledim. Akan manzarada yüksek binalar kayboluyordu. Yol daraldı. Yavaşladım. Canı çekilmiş yapraklar uçuşuyordu kenarda. Yazıhaneden uzaklaştığımı anlamış gibi radyoda piyanonun geniş ses aralığında, saksafonun yalvarışı. Daraldım. Kapadım düğmesini. Şehre uzanan yürüyüş yolunun başında durdum. Park ettim arabamı. İndim.
Bulutlarla örtülüydü deniz. Martılar kara gölgeler gibi aralarında. Vakit akşam olmasa da hava hafif karanlıktı. Ellerimi başımın arkasına kenetledim. Paslı bir makas gibi gerindim. Ne yapacağını bilememek. Babamın egemen sesi. Annem, varla yok arası bir gölge. Birkaç adım ileri geri yürüdüm. Kenarda durdum, birbiri ardı sıra yuvarlanan dalgalara baktım. Sığmaz oldu gözlerime deniz bir zaman sonra, babam gibi. Martı çığlıkları içimdeki konuşmayı böldü. Ürpertti. Sert bir rüzgâr esti, olduğum yerde savruldum. Döndüm arabama oturdum. Nereye gidecektim? Bugünkü konuşmadan sonra babam yine zafer kazanmış edasıyla mı dolaşacaktı evde, yazıhanede? Başımı iki yana salladım. Bakışlarımı gezdirdim dışarıda. Hava iyice kararmıştı. Yağmur damlaları sertti. Öfkeyle dövüyorlardı ön camı, sunroof’u. Dalgaların kıyıya vuran köpüğü görünüyordu aradan. Otomobilin içi karanlıktı. Gözlüğümü çıkardım. Alnımı direksiyon simidine dayadım. Sol dizimde bir ağrı. Yağmur üstüme mi yağıyordu? Hiçbir yerimi kıpırdatamıyordum.
***
Kapı açıldı. Sıçradım.
“Çok güzel bir araba,” dedi bir kadın sesi.
Afallayarak baktım. Bir çift ince topuk uzandı önce. Uzun, kalın bacaklar. Sonra daracık bir etek. Oturdu.
“Tanrı misafiri,” dedi, “hadi sür, gidelim.”
Şaşkınlıkla baktım yüzüne.
“Nasıl yani?”
Dikkat çekici gözleri vardı kadının. İri, kapkara, çekik. Etli dudakları kıpkırmızı. Bakışlarımı file çoraplarında, iri memelerinde gezdirdim. Sırıtıyordu. Su şırıltısına benzeyen sesiyle birden gülmeye başladı. Dalga geçiyor olmalı, diye geçirdim içimden, birkaç yıl önce olsa hiç düşünmeden cüzdanımı memelerinin arasına boşaltırdım. Yüzümü ekşittim. Anlaşılmaz bir tiksinti. Kaşlarımı çattım.
“Uğraşacak halim yok seninle, in arabamdan.”
Ojeli, kalın parmaklarını gömleğimde gezdirdi. Sonra itti beni.
“Seni,” dedi, “senin çevrenden anlayan olmaz.”
Arabamı görünce çok para koparacağını düşünmüş olmalı, işinin ehli, diye düşündüm. Yüzü şekilden şekle girerek konuşmaya devam etti
“Senin gibi okumuşların işi zor.”
Kaşlarımı çattım. Yutkundum. Tam sesimi yükseltecektim. Kadın daha yüksek sesle konuşmasını sürdürdü.
“Büyükleriniz kendilerine benzetmek ister, kabul etmezsiniz. Eğlenmek, arada nefes almak istersiniz, anlamazlar. Başka yerlere gitmek istersiniz, göndermezler. Dünyanın sonunu şu küçücük şehrin sınırı sanırlar.”
Dalgaların boğuk sesi gibi yankılandı sınır kelimesi. Deniz kabuklarını kulaklarımıza tutup uzakları dinlediğimiz zamanlar geldi aklıma, annemle babamın el âlemine hesap vermeden yaşamanın hayalini kurduğumuz günler. Buralar, el âlem bahane edilip harcanan hayatlarla doluydu çünkü. Oysa öyle ya da böyle sığmayacaktık biz, başkalarının biçtiği kalıplara. İstediğimizde uzaklara gidecektik, özlediğimizde dönecektik buralara. Kadın öksürdü. Küçücük çantasından uzun bir sigara çıkardı. Yaktı.
“Hadi sür,” dedi, “canının istediği yere.”
Arabayı çalıştırdım. Ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Duraksadım. Her yer aynıydı. Kadın sigarasını suratıma üfürdü.
“Ayol gitmiyor muyuz?”
Soru dolu gözlerle baktım yüzüne. Direksiyonu tuttu.
“Papatya Plajı’na gidelim.”
Anlamadım, diyecektim. Kadın eliyle ormanın öte yanını işaret etti. Başımı salladım. Arabamı söylediği yöne çevirdim.
“Söyle bakalım,” dedi, “mendebur Hulusi gene ne yaptı?”
Durmak istedim o an. Kadın babamı nereden tanıyordu? Yoksa babam mı takmıştı peşime? Dudaklarım kurudu. Arabanın içi yanıyordu sanki. Klimanın derecesini düşürdüm. Etrafta gezdirdim bakışlarımı. İki yamacın arasında dar bir boğazdaydık. Kadın yaklaştı. Gömleğimin yakasında gezdirdi parmaklarını.
“Söylesene akıllı çocuk?”
Meraklı bir teyzenin yapışkan bakışları vardı gözlerinde. Yanaklarımı okşamaya başladı. Biraz yana çekildim.
“Nereden tanıyorsunuz babamı?”
Kahkaha attı kadın.
“Ayol burası küçük yer, herkes herkesi bilir.”
Yutkundum. Sahi küçük yer. Gaza bastım. Hızlandıkça kenardaki yapraklar uçuşuyordu.
“Senin baban koskoca müteahhit, herkesle işi var,” dedi, “Bir kolu belediyededir. Öteki gariban işçide. Tarlaları arsa yapar. İşçileri üç kuruşa çalıştırır. İşine gelmezse koyuverir kapının önüne.”
Kalp atışlarım hızlandı. Babamla kavgamız geçti aklımdan. İşçilerin sigortasını yatırmamak için türlü işler çevirdiğini söylemem değil miydi onca gürültünün sebebi? Direksiyonu sımsıkı tuttum. Geniş çam ormanı arasından uzayan yol dimdik iki sırtın arasında daralmıştı. Ağaçların gölgesi, havada asılı pus. Başka araba görünmüyordu etrafta. Yavaşladım. Başımı kadına çevirdim.
“Ne istiyorsunuz benden?”
Dudakları kıvrıldı.
“Senden bir şey istemiyorum. Hem ne isteyeyim ki? Asıl sen ne istiyorsun hayattan?”
Bakışlarım dondu, dudaklarım sarktı.
“Gitmek istiyorsun değil mi buralardan? Sığmıyorsun buralara.”
Derin bir iç çektim. Kadın çenesini titrete titrete konuşmasına devam etti.
“Ama gidemiyorsun. Babanın konforunu bırakamıyorsun. Gittiğin yerde böyle lüks arabalarda gezemeyeceğini düşünüyorsun. Babana öfkeleniyor, ama onun çizdiği sınırı aşamıyorsun. Tepki göstermenin çemkirmek, azarı işitince susup oturmak olduğunu zannediyorsun.”
Kaşlarım çatıldı. Ne yapabilirdim? Babamın eli her yere uzanıyordu. Daha yeni mezun olmuştum. Hem o…
“Şu ara yoldan,” dedi kadın.
Ne dediğini anlamamıştım. Babamdı aklımdaki. Denize uzanan iki yamaçtan birinin en yüksek yerindeydik. Bir yanda irili ufaklı evler, uzun fabrika bacaları, beyaz minareler, beton yığını. Öte yanda engin mavilik. Dar dolambaçlı yolu işaret etti. Devam ettik. Şoseydi denize inen yol. İki yanı kayalık. Dikkatli, yavaş sürdüm arabayı. Sarsıla sarsıla indik yamacı. Plajın girişinde kadın sevinç çığlığı attı. Arabayı durdurdum. Hemen indi. Arkasından ben de.
Uzun bir kumsal. Güneş, denizin üzerinde pırıltılı. Sanki öğlen. İki şezlong vardı kıyıda. Kuma bata çıka yürüdük şezlonglara. Oturduk. Parmağıyla yere bir şeyler çiziyordu. Başını kaldırdı.
“Bak,” dedi, “burada sınır kumdan. Kolaydır yıkması.”
Neler söylüyor, diye düşündüm.
“Burada sınır kumdan,” diye tekrarladı.
Gülümsedim. Benim sınırlarım beton, diye geçirdim içimden. Kadın birden doğruldu. Bakışlarını denize çevirdi. Döndü. Çantasını yere bıraktı. Üzerinden bluzunu çıkardı. Eteğini indirdi. Soru dolu gözlerle baktım yüzüne. Belki de benden farklı bir beklentisi vardı. Kalktı.
“Hadi sen de gel,” dedi biraz alaylı.
Boş gözlerle baktım yüzüne. Kaşlarını çattı. Sen bilirsin, der gibi bir anlam vardı yüzünde. Kısa ama süratli adımlarla suya yürüdü. Dolgun kalçaları, iri göğüsleri. Aslında çok güzel kadındı. Güneşin ışıltısında hoş bir biblonun karaltısı gibi görünüyordu. Ustaca sıçradı suya. Işıltı dalgalarla etrafına yayıldı. Bir çırpınma oldu çok geçmeden. Yerimden kalktım. Uzun kalın bacakları birleşti. Güneşin vurduğu yerler pullandı. Kuyruk vurup güneşin parıltısını taşıyordu gittiği yere. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Bir el salladı kıyıya doğru. Koştum suya.
Hülya Yalçın
Commenti