top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hülya Yalçın- Şemsiye

Akşamdı. Caddelerin kalabalık zamanı. Yarı aydınlıktı ortalık. Gün boyu yağan yağmurdan kaldırımlar vıcık vıcık. Bir elinde dosya, omuzunda çantası, yürürken ayaklarına bakıyordu Nihal. Arada duruyor, diz kapaklarına dökülen eteğini çekiştiriyordu. Köşedeki kafenin önünde durdu. Akıp giden kalabalıkta gezdirdi bakışlarını. Herkes ona bakıyormuş gibi geldi bir an. Hemen eğildi, bir kez daha düzeltti eteğini. Kaşlarını çattı. “Alışkanlık,” dedi. Kararmış bulutların nemi dolmuştu gözlerine. Dul bir kadın, çocuksuz, küçücük bir kasabada. Islaktı gördüğü, soğuk. Yutkundu. Genişçe attı adımlarını. Koca şehirdesin artık, samanyolunda ufacık bir yıldız. Bu değil miydi istediğin? Yağmur damlacıkları irileşti yokuşun biraz aşağısında. Rüzgâr sertleşti. Çantasını indirdi. Şemsiyesine bakındı. Yoktu. “Kahretsin,” dedi. Süratli adımlarla devam etti yoluna.

Tren istasyonuna giden köşeyi dönüyordu. Omuz atar gibi çarptı biri. Dosyası düştü. Sendeledi. Eğildi, aldı. Öfkeyle baktı gelip geçene. Kaybolmuştu çarpan. Şüpheyle karışık bir korku düştü içine. Uzaklaşmak istedi olduğu yerden. “Koşsam mı,” dedi. Eğildi. Rugan topuklulardı ayaklarındaki. Başını kaldırdı. İri yarı, geniş şemsiyeli bir karaltı. İrkildi.

“Merhaba Nihal Hanım.”

Tanıdıktı ses. Yakınlardan. İşyerinden belki. Anlayamadı önce. Çok geçmedi, eğdi şemsiyeyi konuşan. Koray’dı. Yeni gelen mühendis.

“Islanmışsınız.”

Yüzünü ekşitti Nihal. Bu yağmurda, başka nasıl olabilirdi ki? Yılışacak belli. Koray işaret parmağıyla şemsiyesini gösterdi.

“İstasyona gidiyorsunuz sanırım. Buyurun birlikte yürüyelim.”

Nihal, tedirgince baktı Koray’a. Sonra etrafa. Boğazında kemikli bir el gezindi sanki. Yağmur iyice sertleşmişti. Cuma telaşı akıyordu yokuştan istasyona. Saçları, ceketi sırılsıklam. “Hayat,” diye geçirdi içinden, ne tuhaf. Hep tanıdık şemsiyeler sunuyor insana. Dosyasına kucaklar gibi sarıldı. Başını eğdi. Koray’ın şemsiyesinin altına girdi. Konuşmadılar bir zaman. Kalabalık seyrelince ilk Koray başladı söze. Anadolu’da çalıştığı yerlerden, doğadan, insanlardan bahsediyordu. Yormuyordu konuşurken. İnsanı sarmalayan yumuşacık bir ses tonu vardı. Kibardı. Yürürken, sıkışıklıkta önceliği hep Nihal’e veriyordu, kolluyordu onu. Bazen aralarındaki daracık mesafe kapanıyor, o anlarda Nihal kesik kesik nefes alıyordu. Yeni yeni yanan sokak lambalarının cansız ışığı, şemsiyeye vuran tıpırtılar, satıcıların çığırtkan sesi. Koray’ın meyve kokulu parfümünü hissetti bir ara. Ürperdi. Boşandığı kocası Hüseyin geldi aklına. İnceden kalına yükselen ses, dinmeyen öfke, bir de o gencecik kız. Başını kaldırdı. Çekingen bir bakış attı Koray’a. Sinekkaydı tıraşı, önleri uzun yana taranmış saçları, kapkara gözleri, takım elbisesi. Benzemiyordu Hüseyin’e. İstasyonun ışıkları göründüğünde belki de böyle biriyle olurdu, diye geçiriyordu içinden. Bekleyen kalabalığa karışmadan Koray durdu.

“Hangi istikâmete gideceksiniz?”

Nihal etrafına bakındı.

“Zeytinburnu tarafına.”

“O zaman bu akşamlık burada ayrılacağız.”

Gözleri ışıldadı Nihal’in.

“Yoksa siz de mi bizim tarafta?”

“Evet, ama bu akşam kız arkadaşıma yemeğe davetliyim.”

Buz kesti Nihal. Yalnızlık tak etti canına değil mi? Şimdi sen yılışıyorsun adama. Sahte bir gülümsemeyle baktı Koray’a.

“Buraya kadar şemsiyenizi paylaştığınız için teşekkürler.”

Yavaşça şemsiyeyi uzattı Koray.

“Benim ihtiyacım olmayacak, size vereyim,” dedi.

Nihal mahcup bir tavırla aldı şemsiyeyi. Koray dönüp giderken Nihal’in gideceği yöne bir tren yanaştı. Bekleyenler koşuşturdu. Nihal de karıştı aralarına. Atladı. Kadın, erkek, yaşlı, genç. Çoğu ayakta, tıklım tıklım. Bir anda doldu tren. Cam kenarında, koltukla kapı arasına dayadı sırtını. Midesinde bir ezilme, karnında ara sıra kıpırdayan bir sancı. Çok geçmedi, tren sarsıntıyla hareket etti. İçerinin sıcağı sardı bedenini. Gevşedi. Başını kaldırdı. İlk kez biniyormuş gibi gezdirdi bakışlarını vagonda. Birini arıyordu sanki. Belki, dedi, vazgeçmiştir. Suç işlemiş çocuklar gibi çenesinin titrediğini fark etti sonra. Sertçe çevirdi başını. Yan tarafındaki koltuğa tutundu bir eliyle. Kasketli, kirli sakallı biri takıldı gözüne. Tüyleri diken diken oldu. Başını pencereye çevirdi. Akıp giden ışıklı manzara, zihninden atamadığı kasabalı çekinceler. Geldiği yere benzemiyordu İstanbul ama daha az önce hissettikleriyle kasabaya çevirmemiş miydi koca şehri? Tren bir iki yerde durup kalktı. İnip binenler oldu. Nihal bakmadı gelip gidene. Gözleri akan ışıltının baş döndürücü değişimindeydi. Binalar seyrelip karaltılar arttı bir zaman sonra. Kuleler göründü. Kenardaki demire sıkıca tutundu, ağır ağır yürüdü. Kapı önü kalabalığına yanaştığında tren gıcırtıyla durdu. İtiş kakış, attı kendini dışarıya. İstasyonun merdivenlerinden indi. İlk sokağa saptı. Çamurlu yolda eve doğru yürürken, koşan, bağrışan, kahkaha atan insanlar geçti yanından. Yağmur sertleşti bir zaman sonra. Durdu. Açtı şemsiyeyi. Başı öne eğikti Nihal’in. “Güya şehir,” dedi, “küçük yerlere sığmıyormuş hanımefendi.” Yüzü asıldı sonra. Kuş kadar maaşla…Bozuk yoldaki göllenmiş suları savurarak geçti. Evinin önünde durdu. Giriş kapısı açıktı. Koşar adım apartmana yürüdü. Merdivenlere yöneldi önce. Bedeni bacaklarına ağır geldi. Asansörü çağırdı. Birinci kata çıktı. Koridordaki lamba yanmıyordu yine. Merdiven boşluğundan yayılan kör ışık, pencereden yansıyan gölgeler, Hüseyin’den boşandığından beri beslediği korku. Ağır aksak yürüdü kapıya. Çantasından anahtarı çıkarırken tuhaf bir ses duydu. Biri ayaklarını sürüyordu sanki. Kalbi küt küt atmaya başladı. Arkasına bakmaya korktu. Alelacele kilide soktu anahtarı. Ses yaklaşıyordu. Neredeyse ensesinde hissetti gelenin soluğunu. Yavaşça döndü. Korkarak gezdirdi bakışlarını kör ışıkta. Merdivenin başından bir karaltı ona doğru yürüyordu. Rengi attı Nihal’in. Titremeye başladı. Çığlık atmak istedi. Çıkmadı sesi. Karaltı iyice yaklaştı.

“Nihal abla,” dedi miyavlar gibi, “benim, Ayşe.”

Ayşe kimdi? Bir eli kapının kolunda, öylece kalmıştı Nihal.

“Böyle vakitsiz geldim ama.”

Kilidi çevirdi. İçeriye attı kendini. Holün lambasını yaktı. Döndü tekrar baktı gelene. Kalın bedeni, iri, gözleri, elinde şemsiyesi. Arada temizliğe gelirdi Nihal’e. Evet Ayşe’ydi. Kumarcı kocasını anlatırdı işini bitirince, yediği dayağı. Üzülürdü Nihal. Ayşe iyice kapının önüne yaklaştı.

“Akrabalar köye gitmiş sabahleyin. Taşınırken adresini vermiştin. İstanbul’a yolun düşerse …”

“Demiş miydim?” Çantasıyla dosyayı holdeki ayakkabılığın üzerine bıraktı. Şemsiyeyi kenara dayadı. Tekrar döndü kapıya. Gözü Ayşe’nin elindeki şemsiyenin sapına takıldı. Kahve rengi, ahşap, sivri. Hüseyin’in şemsiyesine benziyordu. Neredeyse plajda kullanılanlar kadar geniş. Sadece yağmurdan korunmak için kullanılmadığını öğretmişti Hüseyin. Kaba etindeki derin acı. Koray’ın şemsiyesine baktı, gayri ihtiyarî. Sesi yumuşacıktı Koray’ın, şemsiyesinin sapı kavisli. Ayşe’ye döndü tekrar. Solgundu Ayşe’nin yüzü. Bakışları çaresiz. Garip bir sıcaklık hissetti o an. Yutkundu, buyur etti Ayşe’yi. Gülümsedi Ayşe. Girdi içeriye.

“Çantan, valizin yok mu?” dedi Nihal kapıyı kapatırken.

Ayşe cevap vermedi. Holün ortasında dikilmiş bekliyordu. Temizliğe geldiği zamanlardaki gibi değildi. Nihal telaşla döndü. Salonun kapısını araladı.

“Geçsene,” dedi.

“Ben bir elimi yüzümü yıkayayım mı abla?” dedi Ayşe.

Nihal banyoyu gösterdi. Yatak odasına geçti. Islak elbiselerini değiştirdi. Eşofmanlarını giydi. Haftanın yorgunluğu vardı üzerinde. “Ayşe’nin zamansız ziyareti,” dedi. Durdu. Cam kenarındaki berjere gömülür gibi oturdu. Yoksa Hüseyin mi gönderdi? Allak bullak oldu yüzü. Kaşları çatıldı. Sertçe kalktı yerinden.

“Ayşe,” diye seslendi.

“Buradayım abla.”

Sesi mutfaktan geliyordu. Hızla geçti mutfağa. Ayşe üzerindeki pardösüyü çıkarmış musluğun başındaki tabakları yıkıyordu. Şaşırdı Nihal.

“Dur, sen misafirsin,” dedi.

“Olur mu abla,” dedi Ayşe.

Nihal Ayşe’yi mutfak masasına oturttu.

“Aç mısın?”

Ayşe cevap vermedi.

“Açsındır tabii.”

Dün pişirdiği yemeği çıkardı dolaptan, ısıttı. Masaya servis etti. Ayşe oturmuş bekliyordu. Nihal masaya oturunca da suskunluğu devam etti bir süre. Alışık değildi Nihal onun bu haline. Kasabayla ilgili bir şeyler sordu. Kısa tek kelimelik cevaplar verdi Ayşe. Kocasıyla çocuklarını sorunca Ayşe’nin sesi, bakışları dondu. Nihal, “Kumarda çok kaybetti herhalde,” diye geçirdi içinden. Yine “Necati’nin kahveye gidiyor mu,” diye soracak oldu. Sormadı. Zihnine mıh gibi çakılı soru, dilinin ucuna gelip gidiyordu. Ayşe açtı konuyu.

“Hüseyin Bey de İstanbul’a taşındı senden hemen sonra,” dedi.

Şaşkınca baktı Nihal.

“Kahvecinin kızıyla evlendi.”

Düşmanlıktan öte bir duyguyla doldu yüreği. Yüzünü buruşturdu. Yine böyle yağmurlu bir akşamüzeriydi, diye geçirdi içinden. İş yerinden Arif Bey’le yürümüştük eve. Kahvenin önünden geçmiştik. Necati dedikodu yaymıştı kasabaya. Hüseyin duyunca zil zurna sarhoş olup eve gelmişti. Ayşe, Nihal’in yüzündeki değişimi anlamış gibi girdi söze.

“Üzülme Abla,” dedi, “zaten senin gibi okumuş bir kadının ne işi vardı ki onunla. Tamam babadan zengindi ama…”

“Yok Ayşe,” dedi, “üzülmedim.”

Derin bir iç çekti. Tabağındaki yemekle oynadı bir zaman. Çatal kaşık sesleri dolandı daracık evin içinde. Nihal Ayşe’nin sessizliğinde anlam aradı. Kasabadayken bir derdi vardı hep. Kelimeleri sündüre sündüre anlatırdı. Kocasını, kahveci Necati’yle karısını. Başını kaldırdı. Şöyle bir baktı. Necati’nin kızıyla Hüseyin’in dedikodusunu da ilk o söylemişti de umursamamıştı Nihal. “Abla abiye sahip çık, bunların dini imanı paradır,” demişti, “büyü yaptırırlar kocana.” Nasıl sahip çıkılırdı ki kocaya? Soracak çok sorusu vardı aslında. Valizine tıkıştırıp getirmişti sanki onları da. Ayşe konuşmuyordu bu akşam. Dikkatle baktı Ayşe’ye. “Yorgun,” dedi, “belki yarın…” Yemeği neredeyse bitmişti. Kalktı yerinden. Çay koyacaktı. Ayşe doğruldu.

“Ben içmeyeceğim abla.”

“Peki,” dedi Nihal.

“Yoldan geldin, sana yatak hazırlayayım. İstediğin zaman yatarsın.”

“Zahmet olacak abla,” dedi Ayşe, “yardım edeyim.”

“Otur sen,” dedi Nihal.

Çalışma odasına gitti. Yatağın örtüsünü kaldırdı. Örtünün kenarındaki etiketi görünce ilk misafirinin Ayşe olduğunu fark etti. Yalnızlığı yoldaş mı etmişti kalan ömrüne? Birkaç kitabı çalışma masasından alıp yatak odasına götürdü. Sonra mutfağa döndü. Ayşe hâlâ oturuyordu. Gözleri mutfak paspasında dudaklarını büzmüş sanki paspasla konuşuyordu.

“Ayşe,” dedi.

Rüyadan uyanmış gibi sıçradı Ayşe.

“Yatağın hazır. İstediğin zaman yatabilirsin.”

“Tamam, sağ ol abla,” dedi. Kalktı. Tabağını temizleyip makineye koyacaktı.

“Bırak,” dedi Nihal.

Nihal’in sesinden, belki söyleyişinden korkmuş gibi bıraktı tabağını Ayşe. Ağır adımlarla çıktı mutfaktan. Birkaç dakika sonra fısıltılı bir sesle telefonda konuştuğunu duydu Nihal. “Kocası nasıl izin verdi gelmesine,” diye düşünürken irkildi. “Hüseyin?” Belki duyarım, diye kapıya doğru yürüdü. Anlaşılmaz fısıltılar, ayak sesleri. “Aman boş ver,” dedi. Masayı kaldırdı, salona geçti. Müzik setine yürüdü. Tam açıyordu, durdu. Dönüp koltuğa oturdu. Sehpadan kumandayı aldı. “Bakalım neler olmuş memlekette,” dedi. Televizyonu açtı. O anda Dikenli kasabasında Necati K. adında birinin öldürüldüğü, fail Ayşe A.’nın arandığına dair bir haber geçiyordu spiker. Şaşırdı. Doğru mu anlamıştı. “Necati K. Ayşe A. Dikenli Kasabası…” diye mırıldandı. Öteki kanallara baktı, bulamadı. Dondu kaldı oturduğu yerde. Ayşe’nin soyadını hatırlamaya çalıştı. Adalı gibi bir şeydi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Nasıl yani, bizim Ayşe mi? Niye Necati’yi öldürsün ki? Bir yanlışlık vardır.” Temizliğe geldiği günlerde Ayşe’nin anlattıklarını geçirdi aklından bir bir. Kaşlarını çattı. “Kumarbaz herif, yoksa Ayşe’yi o herife?” Başını iki yana salladı. Eğildi. Başını koluna dayadı. Ayşe katil olabilir miydi? Kalkıp Ayşe’ye sormak geçti aklından. “Ya yanlış anladıysam, beni yakını bellemiş evime gelmiş, hem de ilk misafirim. Olmaz,” dedi. Hemen yatmış mıydı Ayşe? Açık kapıdan hole baktı. Işığı vurmuyordu çalışma odasının. Masasının üzerinden bir sigara aldı. Geniş pencerenin önünde durdu, yaktı. Köşe camı hafif araladı. Ya doğruysa? Polise haber vermeli. Sigarasından derin bir nefes çekti. “Olmaz,” dedi. “Bir pisliği temizlemiş. Kim bilir Ayşe’ye ne yaptı?” İş yerinin avukatını aramalı. Pencereden esen rüzgâra karışık yağmur damlacıkları çarptı yüzüne. Koray geldi aklına. Şemsiyesi, nezaketi. Derin bir iç çekti. Sert bir ses duydu o an mutfak tarafından, salonla hol arasında bir esinti. Pencereyi kapattı. Döndü, mutfağa gidiyordu. Dış kapının açık olduğunu fark etti. Duraladı. Korku dolu gözlerle bakındı etrafa. Bir anormallik görünmüyordu. Kapattı kapıyı. Ayaklarında bir ıslaklık hissetti. “Şemsiyeden süzülmüş olmalı,” dedi, “kahretsin.” Koray’ın şemsiyesine baktı, yüz kasları gevşedi. Çalışma odasına koştu. Yatak hiç bozulmamıştı.


Hülya Yalçın

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page