Bunu neden yapıyorum? Deli gibi özel koleksiyondan kurşun kalem ve kâğıt aldım ve beş yüz yıl önceki insanların yaptığı gibi yazıyorum. İnanılır gibi değil! Hiçbir şey nümerik değil, harfler var ve onların sonsuz kombinasyonu. Tıpkı konuşur gibi.
Ben, Yedinci Bölge Arşiv Kâtibi Elli Altı; Üretim Kampüsleri ile Yüksek Yönetim Konseyi Kampüsleri arasında gördüğümüzden farklı bir şeyler olduğunu ilan ediyorum. Bu sonuca varmamı sağlayan ise çok kısa bir süre önce elime geçen, benden yüz yıl önce aynı işi yapan Elli Beş’in dava dosyası.
Buraya gelene kadar eski dünyanın yazma eserlerinden bihaberdim ve doğal olarak okuma yazma bilmiyordum. Tek görevim nümerik talimatlar doğrultusunda başta ne olduğunu anlamadığım kitapları onları isteyen kampüs sakinlerine teslim etmek, onlardan geri almak ve saklama koşullarında problem olup olmadığını kontrol etmekti. Eski dünya kitaplarının nümerik sisteme başta çok hevesle aktarıldığını, sonradan dünya barışına olumsuz etki edeceği düşünülenlerin sistemden silindiğini öğrenmem için yirmi yıl burada çalışmam ve parçaları birleştirmem gerekmişti. Arşivlerdeki nüshalar ise yüz yıllar önce koleksiyonerlerin olan, sonradan toplatılan ve bölge arşivlerinde yalnızca Yüksek Konseye açık olmak üzere muhafaza edilen kitaplardı. Üretim kampüslerindekiler halen olduğu gibi eski yazıyı bilmiyorlar ve tüm hayatlarını nümerik talimatlar üzerine gerçekleştiriyorlardı. Böylece Yüksek Konsey ile aralarındaki farkın kapanmasını sağlayacak hiçbir şeyleri olmuyordu.
Buraya geldiğimde henüz otuz beş yaşındaydım ve o zaman ismim Yedinci Bölge Sağlık Teknisyeni Altmış Dört idi. İşimde iyiydim, genel olarak hayatımı ve birlikte çalıştığım diğer dört teknisyeni seviyordum. O yılın başında vatandaşların hastalanma frekanslarının düştüğü ve yeni protokollerin yürürlüğe girdiği bildirilmişti. Buna göre birimizin fazla olduğunun farkında olan tek kişiydim. Konsey bu tür fazlalıklara normalde hiç izin vermez, bir hafta içinde yer değişimi tamamlanırdı ama benim oradan ayrılmam bir ay sürdü. Bunun sebebini ise doksan yedi yıl sonra Elli Beş’in dosyasını görünce anlayabildim.
Konsey’den ilk çağırdıklarında iki soru sormuşlardı. “Meraklı mısın?” ve “Yüksek Yönetim Kampüsü’nde çalışmak ister misin?” sorularına gururla, “Hayır,” ve hevesle, “Evet,” demiştim. Sistemin tüm çabalarına rağmen teknisyenlerin küçük farklarla birbirlerinden ayrıldıklarını gibi cevabımı da biliyorlardı ama yine de sormuşlardı. Yüksek Yönetim Kampüsü’nde çalışanları Üretim Kampüsündekilerden daha akıllılardan seçtiklerini yıllar içinde öğrendim. Bununla gurur duyan akıllı ahmakların on yılı doldurmadan çok daha kötü haldeki başka bölgelere gönderildiklerini de. Benim bu kadar uzun duracağımı da tahmin etmemişlerdi.
Geldiğimde ilk ve en önemli değişiklik yemeklerde oldu. Küp tabletler yerine gerçek yemek yeniyordu burada. Sonra keşfettiğim bir gerçek şuydu: Yüksek Yönetim Kampüsündeki yemekler orada çalışanları zamanla meraklı kişiler haline getiriyordu. Bu, sistem için bir risk olmakla birlikte kampüsün düzgün işlemesi için de bir şarttı. Bu yüzden çoğunlukla burada çalışanlar on yılı bulmadan bir “delilik” yapıyorlar ve başka tesislere naklediliyorlardı. Gururla belirtmek isterim ki ben bugün doksan yedinci yılımı doldurdum.
Ben de hem yediklerimin hem gördüklerimin etkisiyle çevreme daha meraklı gözlerle baktım elbette ama seksen yıl boyunca sorumlu olduğum arşivdeki dijital olarak yok edilmiş kitaplar hiç ilgimi çekmedi. Ben merakımı kampüsün olduğu Rüya Ormanındaki –normal insanlar buradan kovulan kişilerin söylediklerine asla inanmazlar ve buraya öyle derler– hayata yönlendirdim, hatta yöneticileri bazı konularda uyararak ufuklarını açtığım için güvenlerini bile kazandım. Üstelik nerdeyse her on yılda bir değiştirilenlerden bazılarının sorumlulukları da bana verildi.
Seksen yıl sürmüş olsa da farkına varmadan kitapları getirip götürdükçe harfler tanıdık gelmeye başlamıştı. Hatta artık kitaplar benimle konuşuyorlardı. Bu konuşmanın okumak olduğunu anladığım günden sonra kitaplardan ayrılamadım. Birçok kontrolden muaf olduğum için yakalanmadan okuyabildim. Elime ne geçerse okuyordum. Rutin işlerimi yapmam ve yakalanmamam gerektiğini bildiğim için bu yaşıma rağmen uykusuz geceler geçirmeme de sebep oldu bu durum.
Okuduklarımdan yaptığım çıkarımlardan birisi bundan beş yüz yıl önce hiç kâğıt kitap kalmayacak denseydi kimsenin buna inanmayacağıydı. Acıyordum onlara ama yine de böylesine mükemmel bir sistemi düşünemedikleri için o ilkel insanları ayıplamaktan kaçınıyordum. Tabii o zamanlar insanlar savaşların biteceğine, tedavisiz hastalık kalmayacağına da inanmazlardı. Benim yüz otuz iki yaşında olmam da onlara saçma gelirdi. Bunu biliyorum çünkü birçok konsey üyesinden daha fazla eski kitap okudum.
Gözümün açılmasıysa Bölge Hakiminin bir merak dosyasını istemesiyle oldu. Daha önce de bu bölümden dosyalar istenmişti ama o zamanlar bunlar yazı değil sadece görevdi. Bu dosya Elli Beş’in yani Asım’ın dosyasıydı ve beni buraya getiren sürecin ne olduğunu ilk defa öğrenecektim. İsminin sadece Asım olması şaşırtmasın. İlerde açıklayacağım.
İşte, elime geçen bu mahkeme dosyasında Asım’ın suçu yazıyor: “Kötü Merak” Henüz Yüksek Yöneticilerin bazı dava konularını hiçbir şekilde nümerik hale getirmemelerinin sebebini anlamış değilim. Bu dosyalar arasında en kalını Asım’a ait olanıydı. Uykusuz kaldığım bir gece hepsini okudum. Uykusuzluğun Yüksek Yönetim Kampüsüne özgü olması da bir süredir merakımı celbediyor ama belki bunu da başka bir zaman kitabımda yazarım. Hahaha! Yaptığım deliliğin adı kitap yazmaya dönüştü bir anda, iyi mi? Şimdilik sadece kısaca zirai üretim teknisyeni olarak çalıştığım zaman hiç kimsenin uykusuzluk çekmediğini ve her gün akşam dokuzda uyuduklarını belirteyim. Üzerinden yüz yıl geçmiş olsa da buraya geldikten bir süre sonra dokuzda uyuyamadığımda önce korkmuş sonra da sevinmiştim. Beş dakika boyunca fazladan yıldızlara bakmak çok keyifli gelmişti. Zamanla buradaki herkesin uykusunun değişken olduğunu anladım ama bir süre sonra herkes öyle olduğu için önemini yitirdi. Ey okuyucu! Sıra sana geldiği zaman bu tip farklılıkları göz ardı etme. Her birini gizlice bir yerlere not et. Ama sakın nümerik kayıt olmasın. Unutma, yüzlerce yıldır Yüksek Yönetim bundan kaçınıyorsa ben anlamasam da bir sebebi olmalı. Belki sen anlarsın, belki bir başkası ama muhakkak anlayacak birisi çıkacaktır.
Şimdi Elli Beş’in dava dosyasında yazanlardan aklımda kalanları aktarmaya çalışacağım.
Davanın gerekçesi dikkatimi çekti önce:
“…Yedi Kasım İki Bin Beş Yüz Otuz’da Yüksek Enstitü Sekreteri’nin başından yaralanması ile başlayan sıra dışı vakalara ilişkin davadır. Olayların gerçekleştiği süreçte yönetim kampüsünde sürekli ikamet eden ya da görev karşılığı oturma hakkına sahip yirmi vatandaş çeşitli şekillerde yaralanmıştır. Yaralanmalara ilişkin detaylara dava dosyasında ayrıca yer verilmiştir. Yaralanma sayılarındaki anomalinin Sağlık İşleri Yöneticisi Kırk tarafından tespiti sonucunda Kitap Arşivi Kâtibi’ne dava açılmasına karar verilmiştir. Ayrıca Yüksek Savunma Refleksi ilkeleri doğrultusunda elle tutulan kayıtların detaylı incelenmesi doğrultusunda dava kapsamı genişletebilecektir.”
Kanıt olarak Asım’ın evinde bulunan, tıpkı benim şu anda yaptığım gibi gizlice yazılmış notlar dosyada öylece duruyordu. İlk not şöyleydi:
“Bunca kitap neden sadece yirmi bin seçkine açık anlamıyorum. Dünyadaki iki milyar kişi de okuyabilse keşke.”
Yüz yılda nüfusun yarı yarıya azalmasına şaşıyorum. Gerçi bu sayede halen yirmi yıl daha yaşayabileceğimi umuyorum ya, yine de hayret verici.
Olayları başlatan notu dikkatimi çekiyor o sırada.
“Kanık diye birisi şöyle yazmış: ‘Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden.’ İnsanın herhangi bir yerindeki yaranın belirleyici olması ne saçma. En fazla üç günde kaybolan şeyler o zamanlar insanların hayatlarının bir parçasıymış demek.”
Bir başka not:
“Okudukça insanların her birinin farklılıkları olduğunu görüyorum. Bunların bazıları acı verici olmalı. Kiminin kulağı kesik, kiminin dişleri dökük, kiminin kanserden saçları dökülmüş, kiminin açlıktan avurtları çökmüş. Bu arada kimileri de dillere destan güzellikte ve sağlamlıktalar. Hepsi şimdi karşıma dizilse koca bir kahkaha patlatırdım herhalde.”
Asım’ın düşünceleri bu aşamadan sonra değişmeye başlıyor.
“Kitapları okumak gittikçe zorlaşıyor. Sanki her an yakalanacakmışım gibi bir his var. Ama okudukça eski dünyanın sandığımızdan daha güzel olduğu düşüncesi sarıyor her yanımı. Bir yandan çektikleri acıları düşünüyorum ama bir yandan da annem Market Sorumlusu Doksan Üç’ün aslında Doksan Yedi’den veya başka bir numaradan farklı olmadığı aklıma geliyor. Babam da ha Dağıtım Sorumlusu olmuş ha Beslenme Teknisyeni. Hiçbir şey fark etmezmiş gibi hissediyorum. Bu kampüstekiler kitaplardakine daha çok benziyor, bu işte bir terslik var.”
Asım’ın okuduklarından etkilenip öyle bir dünya hayali kurmaya başladığı ve sonrasında hayal kurmakla yetinmeyip tüm bu garip işleri başlattığı notunda ise şöyle diyor:
“Bugün Yüksek Enstitü Sekreteri’nin başını yardım. İnanılmazdı. Binadan çıkarken çatıdaki ufak bir metali gizlice kafasına attım. Yerinden çıktığını ve fark edilmediğini zannettiler. Nasıl güzel bağırdı, nasıl güzel kanadı kafası. Sağlık teknisyenliğini bıraktığımdan bu yana kan görmemiştim. Meğer Yüksek Kampüstekilerin kanları daha yoğun ve kırmızıymış. Üretim kampüsünde hastaların kanları açık pembe olurdu. Gizlice kendi bileğimi kestim, ikisinin arasında bir yoğunluk. Yediklerimizin farklılığından olsa gerek. Buradakiler yüz otuz yıl yaşarken benim gibi şanslı olmayan annem ve babamın en fazla yüz yıl yaşayacak olmaları da bundan olmalı. Şimdi üç gün boyunca sekreteri gözleyip onu eski kitaplardaki gibi anlatmaya çalışacağım. Bakalım becerebilecek miyim? Bu arada kafasındaki sargıyla sekreter sanki daha güzelleşmiş gibi geldi. Üç gün!”
İkinci notta iki dişi kırılan Güvenlik Şefi'nden şöyle bahsediyor:
Bulgakov’un kitabında geçen, “...kırık ön dişleriyle ve en keskin ışığın bile korkutamadığı yarı donuk açık gözleriyle kafa…” kısmını canlandırmak istedim ama tam başarılı olamadım. Yine de elinde kırık dişleri ve ağzından akan kanla acı çektiği belliydi. Hastaneden hiçbir şey olmamış gibi tertemiz yüzü ve inci dişleriyle çıktığında kimse fark etmese de artık dişlerini daha çok sevdiğini fark ettim.
Sonrasında ise mutfağı sabote ederek elini yakmasını sağladığı aşçıdan ve diğer kurbanlarından bahsediyor. Her birini gözlemleyip yaptığı beceriksiz tasvirleri ekliyor notlarının altına. Beceriksiz diyorum ama ben yirmi yıldır okuduğum için böyle, Asım on yılda merakına yenik düşmüş ve yeterince gelişememiş olmalı.
Notlardan sonra sorgu kısmına geçtim. Asım’ın yazısı ne kadar güzelse sorgu hakiminin yazısı o kadar okunaksız ve çirkindi. Birisi hayatı boyunca yapmak istediği şeyi yaparken öbürünün başına böyle bir şeyin neden geldiğini sorguladığı öyle açıktı ki.
İlk soru kısa ve netti:
“Neden merak ettin?”
Asım, iyi niyetli Asım, şöyle cevap vermişti:
“Niyetim aslında Konseyin bize öğrettiği gibi işimi daha iyi yapabilmekti. Kanunlarımızda iyi merak teşvik edilirken kötü merak yasaklanmıştır. Bu merakımın kötü bir merak olmadığını düşünüyorum.”
İkinci soru ise üretim kampüslerinde çıkabilecek problemlere karşı Yüksek Savunma Refleksi'nin kırılganlığını gösteriyordu aslında.
“Neden yüce konsey üyelerini yaraladın? Dünya barışını mı bozmak istedin?”
Asım açıklama yaparken aslında Yüksek Konsey’in en çok korktuğu suçlardan birisini en uç haliyle işlediğini kabul ettiğinin farkında değildi muhtemelen.
“Kesinlikle hayır. Bize eski dünyadaki savaşların, kıtlıkların ve hastalıkların kötülüğü öğretildi. Okumayı öğrenince bu bilgileri teyit etmek için tarihi kitapları okudum ve kahrolarak bunların doğru olduğunu öğrendim. Yüce konseyimize kendi adıma şükran duydum. Fakat daha sonra çeşitli romanları, şiir kitaplarını ve gazeteleri okudukça eski dünyanın sadece kötülüklerden oluşmadığını, iyinin kötüyle bir arada olduğunu gördüm. Bu elbette bazı kişilerin acı çekmesine sebep oluyordu ama üretim kampüslerindeki insanlar gibi mutluluk ve mutsuzluğun ne olduğunu bilmeden yaşamaktansa mutlu olma ihtimalinin olduğu bir dünyada yaşamanın daha güzel olacağını düşündüm. Bunun için de kimseye zarar vermeyecek ufak defolar üretmeye çalıştım. Konseyimizin ve ilerlemiş teknolojimizin sayesinde bu yaraların üç gün içinde hiç olmamış gibi iyileşeceğini biliyordum.
Karar elbette benim buraya gelmeme sebep olacak şekilde Asım’ın cezalandırılması yönünde çıkmıştı. Metinde yaklaşık olarak şöyle yazıyordu.
“Kötü Merak suçunu işlediği sabit bulunmakla birlikte bundan önceki benzer suçluların aksine bu merakını eylem içeren bir deneyselliğe dönüştürdüğü için cezasına on yıl kapalı tutulma süresinin eklenmesine, bu deneysellikte şiddet bulunduğu için ise yirmi yıl daha eklenerek toplam otuz yıllık kapalılığın ardından maden teknisyeni olarak dördüncü bölgede görevlendirilmesine…”
Kararı dinlerken Asım’ın hakimlerin “hapis” kelimesini bilmemelerine içten içe güldüğünden emin gibiyim. Asım cezalandırılmış olsa da yazmaktan vazgeçememiş ve belki de kendisine kapalılığı boyunca umut vermesi için kısa bir not yazmıştı ama bu not savunma kampüsüne nakli sırasında ele geçirilmiş ve dosyaya eklenmişti. Bu notta şöyle yazıyordu:
“Arşiv Kâtibi Elli Beş, Sağlık Teknisyeni Otuz Yedi gibi isimleri reddediyorum ve kendime bir isim seçiyorum: Benim ismim Asım’dır. Asım masumdur.”
İşte, Asım’ın hikâyesi ve adının Asım olmasının sebebi üç aşağı beş yukarı anlattığım gibi. Şimdiki kanunlarda merakın tamamen yasak olmasının da bu davadan dolayı olduğunu düşünüyorum. Elbette üretim kampüsünde doğup ölse bile insanların tamamen meraksız olmaları hala sağlanabilmiş değil. İyi ki de değil. Yalnızca bir gecede okuduğum dava dosyasının sonuçlanmasının bir ay sürmesi de şimdi düşününce nümerik ya da yazılı kaydın ikisinin de olmadığı süreçler olduğunu düşündürüyor bana. Bunların ne olduğunu bilmiyorum. Kalan yirmi yıllık ömrümde bu sırrı çözebilir miyim ya da bu konuda bir şey yapabilir miyim bilmiyorum. Belki de yarın yakalanacak ve Dördüncü Bölgeye gönderileceğim. Bunu zaman gösterecek.
Bu yazdıklarımı neden yazdım gerçekten bilmiyorum. Dünya barışına karşı bir hain olmadığımı biliyorum. Şimdilik sadece merak ettiğim için yazdım. Tıpkı beş yüz yıl önceki atalarımızın yaptığı gibi. Kimseye ulaşmayacak olsa da bunu yazmak içimi huzurla doldurdu. Asım notlarını benim gibi birinin okuyacağını düşünmüş müydü? Belki de. Belki ben de aynı umutla yazdım ve zaman zaman karşımda gerçekten bir insan varmış gibi ifadeler kullandım.
En başta söylediğim gibi, Üretim Kampüsleri ile Yüksek Yönetim Konseyi Kampüsleri arasında gördüğümüzden farklı bir şeyler olduğunu ilan ediyorum. Ölüm beni alana ve bu farklılığın sebebini bulana kadar merakımı kaybetmemeye kendi huzurumda söz veriyorum.
Kendime Asım gibi yeni bir isim seçtim mi peki? Henüz değil, merakla hangi ismin bana en uygun olduğunu araştırmaya devam ediyorum.
Hüseyin Kılıç
Comments