Son yirmi yılımın on yedisinin sanırım yüzde seksenini iş yerinde, direkt ofisimde olmasam da işle ilgili bir şeyle uğraşarak geçirdim. O yüzden özellikle iş yerindekiler son zamanlarda bendeki değişim karşısında şaşkınlar. Bir yandan hoşlarına gidiyor aslında o mutsuz, huysuz ve kaba adamın gitmiş olması. Bir iki tanesi bunun esbabı mucibesini doğrudan bana sorma cesaretini buldu. Lakin cevabımın konuyu geçiştirmek için olduğunu anlayacak kadar akıllı olduklarından ve eski halime dönmemden korktuklarından daha fazla üstelemediler. Daha çoğu ise arkamdan konuştu –iyi konuştu- ve cevap bulmaya çalıştı ama kulağıma gelen tahminlerin hiçbirinin –müdür olmanın iyi yanı bu, çoğu konuşma iyi de olsan kötü de olsan bir şekilde sana ulaşır– doğru olmadığını sanırım anlamışsınızdır.
Siz de merak ettiniz değil mi bu değişimin sebebini? Eğer vaktiniz varsa buyurun benim eve gidelim. Ben size bol köpüklü bir Türk kahvesi yapayım da onu içerken anlatayım tüm olanları. Yok yahu, vallahi kötü bir niyetim yok. Hem kahveyi de zaten makine yapacak. Bir kaşık kahve, bir adet küp şeker, bir düğme, biraz elektrik. O kadar. Sizi olay yerine davet ediyorum sadece. Eve çağırmam bu yüzden. Parkta yaşasaydım tüm bu olanları, oraya giderdik yani.
Buyurun içeri girelim. Ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok, ne de olsa sadece hayal edeceksiniz. Yine de gerçekçi olması için verin ceketinizi alayım. Direkt karşıya geçebilirsiniz. Evimin salonu pek büyük değilse de şu anda istediğim kişiyi oraya sığdırabilirim. Evet, güzel bir fotoğraf değil mi? Siyah beyazdı aslında, ben sonradan renklendirdim. Babamların tek aile fotoğrafı bu. Salim amcamı sonradan photoshopla eklettim hatta. Ha ha! Babam, halam, amcam, dedem, amcam, amcam, amcam, babaannem, amcam. Dedem nasıl da ciddi görüyor musunuz? Aksi, huysuz… Ben ilkokul üçe gidiyormuşum öldüğünde. Pek hatırlamıyorum o zamanları ama artık hayatımdaki en önemli kişilerden biri olduğunu söyleyebilirim.
Dedim ya, bakmayın şimdi keyfimin böyle yerinde olduğuna. Çok değil, bir yıl önce karşılaşsak benden uzaklaşmak için hemen bir bahane bulurdunuz. Belki de ben sizi kovardım. Evleneli yirmi yıl olmuştu, boşanalı on yedi. Arkadaşlar arasında ilk evlenen bendim, ilk boşanan da. Üniversite biter bitmez arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında hayatımın aşkıyla evlenmiştim. Bir düzine çocuk yerine üç düzine kavga yapmıştık. Her ay bir tane. Düzenli bir evliliğim vardı yani sizin anlayacağınız. Sonra gitti. Hayatımın aşkı olduğunu söylemiştim değil mi?
Evet, özellikle üniversite okuyan arkadaşlarım, siz siz olun döneminizden ilk evlenen olacaksanız ilk boşanan olmamak için daha fazla çaba harcamanız gerektiğini unutmayın. Evli olduğunuz dönemde bekâr arkadaşlarınız sizden uzaklaşacaktır ya da siz uzaklaştırırsınız onları. Boşandığınızda ise yeni evli arkadaşlarınıza kötü örnek teşkil edeceğiniz için aralarına almak istemeyeceklerdir. Siz hepsine sağdıçları olmak için söz vermişsinizdir ama onların sakıncalı kişiler listesinde baş sıraya yerleşmeden öncedir bütün bunlar. Hâlbuki şöyle üç dört yıl daha dayanabilseydim boşansam bile dert ortağım olan birkaç kişi halen benle görüşmeye devam edecekti. Bir süre sonra onlardan bir ikisi boşandığında gururla boşanma sağdıçlığı görevini üstlenebilecektim.
Kader… Kusura bakma Hacı Ömer dedeciğim ama bunu söylemek zorundayım. Ağzıma sıçtın. Kader… Kader hem karımın, yani eski karımın, adı hem de Allah’ın bana bu dünyada biçtiği roller silsilesi. Toparlayamadım boşandıktan sonra. Altı üstü üç yıl evli kalmıştım ama ne öncesini hatırlıyordum ne sonrasında ne yapacağımı biliyordum. Ailem için çözüm belliydi, bir daha evlenmek. Bunu dosdoğru söylüyorlardı. Artık evli olan çoğu arkadaşım için de çözüm aynı olsa da onlar doğrudan diyemiyorlardı, “Evlenmeden yanımıza gelemezsin,” diye. Eh, bu durumda çözüm belliydi: Evlenmedim. Ailemden ve arkadaşlardan uzaklaşmak daha kolay geldi. Onun yerine işimle yakınlaştım. Ne güzeldir gece gündüz hesap kitap yapmak, rapor hazırlamak. İşe yaramayan parçaları atmak, üretimi artıracak yeni parçaları soğukkanlılıkla yerine yerleştirmek. Normal bir insan gözüyle dışardan bakıldığında insanlarla da çalışıyordum elbette lâkin benim için onlar da birer sayıdan ibaret olduğu için kararlarımı pek etkileyemiyorlardı. İyi bir matematikçi, iyi bir mühendistim. Patronun tam da ihtiyacı olan kişi bendim. Tabii bu mevkîye tırnaklarımla kazıya kazıya geldim. Aksi halde tırnaklarımı yerken kendimi yiyip bitireceğimin farkındaydım zira.
Yıllar geçti, daha işkolik, daha alkolik, daha yalnız, daha zengin oldum. İnsanlar çok umurumda değildi ki bunu biraz önce söylemiştim zaten. Biraz sıkıldınız sanki. Tamam tamam. Çok uzatmayacağım. Geçen yıl babam öldü. Sağ olun. Tabii. Dostlar sağ olsun. Uzun hikâye, sonra belki bir ara. Amin. Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum ama cenazeden sonra böyle bir garip oldum. Öleceğim ulan ve çevremde kimse yok, dedim kendi kendime. Arkadaş kalmamış, akraba kalmamış, patron hariç iş yerindeki herkes benden nefret ediyor, patronsa koynuna almayacağı kimseyle on dakikadan fazla konuşmuyor. Pardon, biraz ileri gittim. Aştığımı sandığım bütün bunalımlarım geri geldi.
Ne yapsam, ne yapsam derken çözümü babamla konuşmakta buldum. Evet evet, ölü olan. İşte şu fotoğraftaki var ya onunla. Her akşam, kimi zaman gece yarısından sonra, işten geldikçe alıyorum biramı elime oturuyorum karşısına, başlıyorum anlatmaya. Evet, bence de ayıp, babam alkolün a harfini sevmez ama ölü olduğu için problem olmaz diye düşündüm. Anlata anlata sızıyorum kanepede. Bu buluş beni biraz rahatlattı ama yine de yalnızlıktan kurtulmak için ne yapacağımı bulamadım. Anlatmak, boş boş da olsa konuşmak iyi geliyordu ama konuşmaya başlamak için rahatlamam gerektiğinden içki tüketimim de artmıştı bu üç ayda.
Evet, buraya kadar anlattıklarımın sıradan şeyler olduğunun farkındayım. İşin civcivli kısmına şimdi başlıyorum. Bundan sekiz dokuz ay önceydi. İşten her zamankinin aksine tam zamanında çıkmıştım. Bir süredir gittikçe daha az mesai yapıyordum. İş artık eskisi kadar keyif vermiyordu. Her gün olduğu gibi Genç Büfe'ye uğrayıp altı şişe bira almıştım. Eve girdim. Ayakkabılarımı çıkardım. Bira şişelerini salondaki masanın üstüne bıraktıktan sonra bir tanesini açarak babamla konuşmak üzere tam şu gördüğünüz fotoğrafın karşısına geçtim. Geçtim geçmesine ama o da ne. Hacı Ömer dedem fotoğrafta yok. Hemen çerçeveyi aldım, sağına soluna altına üstüne baktım. Yok! Yok Allah yok! Yok oğlu yok! Zinhar yok! Vallahi de billahi de yok! Çerçeveyi tekrar yerine koydum ve ben de kendi yerime geri geçtim. Tekrar baktım, gözlerimi ovuşturdum, Hacı Ömer dedem gitmiş. Herkes fotoğraftaki yerinde, o yok. İster istemez salona göz gezdirdim. Ona dair hiçbir iz bulamadım. Tam herhalde delirdim diye düşünmeye başlamışken bu kez mutfaktan gelen tıkırtıyla irkildim.
Elimde bira şişesi, mutfağa doğru gittim hiçbir anlamı olmadan. Hırsız falan olsa belki de beni öldürecekti. Mutfağa girdiğimde bir de ne göreyim. Hacı Ömer dedem çerçeveden çıkmış, mutfağa gitmiş, kendine bir çay demlemiş, öylece oturuyor. Onu birden karşımda görünce, elimdeki bira şişesi aklıma geldi ve hemen arkama sakladım. Nedense ölü olmasında ya da çerçeveden çıkmış olmasındaki gariplik aklıma gelmemişti. “Dede gerçekten sen misin?” diye sordum. Sakalını kaşıdı, beni tepeden tırnağa süzdü. Memnuniyetsiz bir şekilde, “Benim ya hayırsız torunum, sen kaç yıldır bir kere olsun mezarıma gelmesen de ben dayanamadım, buraya geldim işte. Dede yüreği, ne yaparsın...”
Kafam iyice allak bullak olmuştu. “Ne gereği vardı dedeciğim?” dedim, “boşuna yorulmasaydın.” Cevaben, “Kovuyor musun yoksa dedeni?” dedi. “Yok da ne bileyim, hani ölüler genelde gelmez ya…” diye geveledim. Gevrek gevrek güldü. Bir anda yedi yaşıma döndüm. Gerçekten öyle gülerdi. Demek ki gerçekten Hacı Ömer dedemdi. “Haklısın torunum,” dedi, “kolay olmadı buraya gelmem ama her gün babana anlattıklarını duyunca dayanamadım. Bu hayta bu gidişle atacak kendini diye düşündüm,” diye ekledi. Şaşkınlığım iyice artmıştı. “Nasıl yani?” diye sordum, “o fotoğrafta babama anlattıklarımı sen de mi duydun? Yani hepiniz duydunuz mu?”
Aklım havsalam almıyordu. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Ben şaşırdıkça dedem keyifleniyordu. Önce bir o birayı dök bakalım şuraya dedi. Bira şişesini çok iyi saklamıştım aslında ama sonradan aylardır fotoğrafının karşısında bira içtiğimi hatırladım. Hacca gitmek için kırk yıl para biriktiren dedemin karşısında içemeyeceğim için tıpış tıpış döktüm. “Afferin torunum. Ben seni iyi etmeye geldim buraya. Bunun birinci şartı önce içkiyi bırakacaksın.” Çayından höpürdeterek koca bir yudum aldı. Hatta tüm bardağı tek dikişte bitirdi desem yeridir. Artık cevap veremiyordum. Dedem kalktı, yanıma geldi, omzuma dokunacak ya da kolumdan tutacak sandım ama sadece, “Bugünlük bu kadar yeter. Bilmezsin ama ölüler çabuk yorulur. Yarın yine gelirim. Gözüm üzerinde ha!” dedi.
Ben ne olduğunu anlamadan dedem ortadan kaybolmuştu. Hemen salona koştum. Fotoğrafa geri dönmüştü. Hiç öyle beni gözetliyor gibi görünmüyordu. Ölü gibi sabit ve fotoğraf gibi duygusuzdu. Bir bira açtım. Babamla hiçbir şey olmamış gibi konuşsam dedem görecekti yine. O yüzden bu sefer mutfakta içtim. Konuşacak ölü de olsa bir babanız olmadığında bira da o kadar keyif vermiyormuş, bunu anladım. Kalan beş şişenin iki buçuğunu, “Ne halt edeceğim şimdi?” diye diye içtikten sonra yattım.
Ertesi gün işe gitmeden önce fotoğrafı kontrol ettim. Hepsi yerli yerinde duruyordu. Akşamı zor ettim. Bu sefer kim olmayacaktı fotoğrafta. Babam mı çıkacaktı acaba? Yoksa Salim dayım mı? Hepsini ayrı ayrı düşündüm. Hangisi çıksa ne derdi ve onlara ne cevap verirdim hepsine karar verdim. Akşam giderken bu sefer sadece iki bira aldım. Evde nasılsa iki şişe daha vardı. Büfeci şaşırdı ama yirmi yıldır sadece alışveriş yapıp başka bir şey konuşmadığım için bir şey diyemedi.
Eve girince şişelerin ses çıkarmamasına dikkat ederek poşeti yavaşça kapının önüne bıraktıktan sonra doğrudan fotoğrafa gittim. Dedem yine yok! İçimden, tövbe estağfurullah, dedikten sonra mutfağa yöneldim. Tam salondan çıkacakken bir baktım dedem bu sefer salonda televizyon izliyor. Tarım TV. “Bak bak, nasıl makineler çıkmış!” dedi, “biz bunların yaptıklarının hepsini elimizle yapardık.” Bir gün önce heyecandan ve şaşkınlıktan hiçbir şey yemeden yatmıştım ama sanırım artık dedemin varlığını kabul ettiğimden olacak, “Pide söyleyeceğim ister misin? Kıymalı da var kaşarlı da,” dedim. Hayır, anlamında kafasını salladı, çay demleyen bir ölü olduğuna göre herhalde ben gelmeden karnını doyurmuştu. O gidene kadar içemezdim. Ben de televizyona bakmaya başladım. “Evde hiç yemek yapmıyorsun herhalde,” dedi masanın üstünde ve mutfaktaki çeşit çeşit paket servis artıklarından bunu anlamış olması normaldi. Ben konuşamadan, “Nerden alıyorsun birayı?” diye sordu. “Genç Büfe var yolun aşağısında, yirmi yıldır hep oradan alırım,” diye cevap verdim. “Herhalde iyi ahbap olmuşsunuzdur,” deyince utandım. Adamın saçları gözümün önünde hem ağarmış hem biraz dökülmüştü ama adını bile bilmiyordum. Belli sinirlenmişti, “Cevabımı aldım, babanı da ararsın, değil beni yedi yüz yıl önce ölen dedeni de ararsın bu yabanlıkla,” deyip ayağa kalktı. Ne yapacağını merak ederken, “Hadi bana eyvallah,” deyip ortadan kayboldu. Bir baktım fotoğrafa geri girmiş. Canım sıkıldı. Biralardan birini açtım, bir yudum içtim ama sonra canım istemedi. Pide geldi, karnımı doyurup erken olsa da yattım. Dedemin gerçekten fotoğraftan çıkıp çıkmadığını, ne demek istediğini düşünerek sızdım.
Ertesi gün iş çıkışı büfeden kola alınca büfeci şaşırdı. Sohbet etmeye çalışınca daha da şaşırdı. Saçma sapan konuşsam da adam yıllardır bu anı bekliyormuş gibi on dakika boyunca kendini anlattı. Ben sadece, “Sıkıntılarım vardı, yabaniliğim ondan ama geçecek inşallah,” diyebildim. Eve gittiğimde dedem bu sefer boşandığımızdan bu yana atmaya kıyamadığım saksıların başındaydı. Hiçbir şey söylemedi, elini salladı sadece. Benim boş boş baktığımı görünce, “Anandan niye öğrenmedin ki şunları, çiçeklerin dilinden en iyi gelinim anlar,” deyip kime anlatıyorum ki, dercesine elini bir daha salladı. Gururla büfenin yanındaki marketten aldığım hazır çorbayı gösterip, “Bugün kebap söyleyeceğim ama yanına hazır çorba yapacağım içer misin dedeciğim?” diye sordum ama yine beğenmez bir şekilde baktı. Belki de bakmadı. “Afiyet olsun,” dedi sadece. Ben, “Kola da var,” deyince bu sefer içten gülerek, “Afiyet olsun, ben gideceğim şimdi,” demesiyle çerçevedeki yerine dönmesi bir oldu.
Ertesi gün iş çıkışında anneme uğramaya karar verdim. Gitmeyeli üç ay olmuştu sanırım ve gitmememe alışkın olduğu için beni karşısında görünce şaşırdı. Gelme sebebimi sormaya çekiniyordu ama belli ki sevinmişti. Nasıl olduğunu anlamadığım bir hızla buzluktan çıkardığı paketlerle mükellef bir sofra hazırladı. Dedemden bahsetmemin doğru olmayacağını düşündüğümden çoğunlukla eski, mutlu günlerden konuştuk. Çıkmadan önce evdeki saksılara çiçek dikmeyi düşündüğümü söyleyince heyecanla her saksıdan birer yaprak koparıp elime tutuşturduğu yetmiyormuş gibi bir poşet de toprak verdi. “İyi olur tabii, iyi olur,” diye diye yolcu etti beni. Eve gittiğimde neredeyse gece yarısı olmuştu. Dedem koltukta uyukluyordu. Onu uyandırmadan sessizce saksıları boşaltmayı denediysem de uyandı. Annemden aldığım çiçek yapraklarını görünce, “Bilseydim geç geleceğini ben de ona göre kendimi ayarlardım. Afferin torunum, bir iki tanesini de iş yerine götür,” dedikten sonra fotoğraftaki yerini aldı.
İşyerindekiler elimdeki yaprakları görünce şaşırdılar ama çiçeklere meraklı olduğunu bildiğim muhasebecimiz hemen onlara uygun bir saksı bulup –belki de kendi saksılarındaki çiçekleri söküp– odama getirdi. Birkaç gündür işyerindekilerle de iş dışında konuşmaya çalışsam da korkarak hatta ne kadar sevmeseler de benim için endişelenerek cevap veriyorlardı. Yine de ilk işe girdiğim zamanlarda çok yakın olduğum mali işler müdürünün çocuğunun olduğunu –hem de üç tane–ve çocukların okula başladıklarını -birisi üniversite sınavına girecekmiş– öğrenebildim. Akşam dedeme bunları anlattığımda, “Geç olsun, güç olmasın,” dedi ve yatağına, yani çerçevesine geri döndü.
Hafta sonu gelmişti ve bir haftada yirmi yıldır yapmadığım her şeyi yapmış gibi hissediyordum. Dedem fotoğraftaki yerine geçtikçe bir iki şişe bira içmeye devam etmiştim ama o kadar da olurdu. Annem eve bir temizlikçi yollamış, evdeki tüm içki şişeleri ve pizza kutuları nihayet ait oldukları yere dönmüştü. İşyerindekiler tedirgin bir vaziyette de olsa farklı bakmaya başlamışlardı sanki. Aynı etki patronun gözlerinde korku olarak ortaya çıkmıştı ama henüz bir şey dememişti. Dememeliydi. Bir haftada işe olan sevgim azalmıştı ama eski karım aklımdan neredeyse çıkmıştı. Acaba kader değişir mi diye düşünüyordum. Tam bu gelişmelerin üstüne üniversiteden bizim dönemin buluşmasının o hafta olması da Allah’tan gelen bir işaret gibiydi. Hiç kimse benim gelmemi beklemiyordu ama gidecektim.
Sabah erken kalktım, kahvaltımı yapıp mutfağı topladıktan sonra duş alıp berbere gittim ve sinekkaydı bir tıraş oldum. Bayram günüymüş gibi bir heyecan vardı üzerimde. Yılda iki kez gördüğüm amcalarımı, dayılarımı, teyzelerimi ve halalarımı görecek, onlardan harçlıklar ve şekerler alacak ve kuzenlerimle oynayacaktım sanki. En yakın alışveriş merkezine gidip fiyat etiketine bakmadan kendime bayramlıklar aldım ve buluşmaya gittim. Otuz kişi kadar vardı. Saçlarına ak düşenler, sarı, siyah, kırmızı düşenler, tek bir yağmur damlasının bile tutunabileceği saçı kalmayanlar, şişmanlayanlar, az da olsa zayıflayanlar, epeyce bir gözlük takmaya başlayanlar… İlk izlenim fiziksel özellikler üzerineydi. Dediğim gibi kimse beni beklemiyordu ama gelenlerin birkaç tanesi öyle coşkulu sarıldı ki bir kısmını hala hatırlayamadığım üniversite günlerim üzerine hızlı bir gözden geçirme yapmak zorunda kaldım. Olanlarla giriş kısmından sonra olmayanlar hakkında konuşarak gelişmeye geçtik. Şu şuradaydı, bu burada. Haşim ölmüş. Haşim, bizim Üçhaş’ın en haşarısı Haşim. İsimlerimiz h ile başladığından Üçhaş derlerdi ama en çok ona yakışırdı bu lakap. Her şey en çok ona yakışırdı aslında. Sebebi buymuş demek ki dedim kendi kendime. Sonra o zaman en uzun ben yaşayacağım demek ki diye üzüldüm, sevindim, üzüldüm, sevindim. Halis Amerika’daydı ve ben oradaydım. Haberi yeni öğrenen bir tek bendim, o yüzden üzerinde fazla durulmadı, daha önce konuşulacaklar konuşulmuş, ağlanacaklar ağlanmıştı. Ben de mecbur grubun rüzgârıyla sohbete devam ettim ve mecburiyetimi unuttum. Haftanın finali de mükemmel oluyordu. Arkadaşlarım vardı, havadan sudan konuştuğum arkadaşlarım. Eve döndüğümde sarhoş gibiydim. Bir haftada bu kadar değişim ve bu kadar mutluluk fazlaydı bana. Hepsini en ufak detayına kadar dedeme anlatmalı ve ona teşekkür etmeliydim. Heyecanla anahtarı çevirdim.
İçeri girdiğimde ne mutfaktan bir tıkırtı ne de televizyondan bir ses geliyordu. Dedem balkona çıkmazdı, komşuların bir ölü görmelerinin ne kadar tehlikeli olabileceğini bilecek kadar güngörmüştü. Evin her yerine baktım, dedem yoktu. Yok! Yok Allah yok! Yok oğlu yok. Zinhar yok! Vallahi de billahi de yok! En son baktığım yer, ilk bakmam gereken yerdi belki de. Dedem çerçevesinde çocukları ve karısıyla ölü gibi hareketsiz duruyordu. Hatta en ölü o duruyordu. Önce donakaldım, sonra ürkütmeden uyandırmak ister gibi, “Dede… Dedeciğim,” dedim. Ses yok! Sonra komşulara duyurmadan olabildiğince yüksek sesle bağırmayı denedim, “Dedeeee, ben geldiiiimmm!” Yine bir şey olmadı! En son çerçeveyi alıp öyle bir şey mümkünmüş gibi sağa sola salladım. Aklımdan ne geçiyordu emin değilim ama sanırım sallarsam dedemin fotoğraftan kayıp ayağımın ucuna düşeceğini umut etmiştim. Elbette böyle bir şey olmadı. Küçük bir çocuk gibi gözlerim doldu. “Ben seni iyi etmeye geldim buraya,” demişti. Gerçekten de daha iyi olduğumu hissediyordum ama ona ihtiyacım vardı. Yine de kendimi tutarak ağlamamayı başardım. Mutlaka bir şey olmuştu. Olmadıysa da dedemin bir bildiği vardı. Onun öğütleri doğrultusunda geçen hafta nasıl yaşadıysam öyle yaşamaya devam etmeliydim. Dolapta sadece bir şişe bira vardı ve sabaha kadar içip Pazar gününü akşama kadar uyuyarak geçirmek istiyordum. Bunun için Genç Büfe’ye gidip on şişe daha bira almam gerekiyordu. O bir şişe birayı içerken böyle bir zayıflık göstermemem gerektiğine karar verdim ve biter bitmez yattım.
Pazar sabah uyandığımda dedemin olmayacağını biliyordum. Her zaman akşam eve döndüğümde çıkıyordu çerçevesinden. Önceki gün bir aksilik olduğuna kendimi ikna etmiştim. Kalktım, kahvaltımı yaptıktan sonra taze çiçeklerimin bakımıyla ilgilendim ve yıllar sonra sabah yürüyüşü yapmak için sahile indim. Hava güzeldi ve deniz kokusuyla ve ciğerlerime indiğini hissettiğim iyot, yürüdükçe adeta bütün vücudumu yeniliyormuş gibi hissediyordum. Eve dönüp duş aldıktan sonra tekrar çıkıp anneme gittim. Dedemin gelmesine daha vakit vardı ve onu salonda bulmak için en azından akşamüstü eve dönmem gerektiğini düşünüyordum. Annem beni beklemiyordu, sevindi, çok sevindi. O sevindikçe içimden dedeme tekrar teşekkür ettim. Yine eski günlerden, çok eski günlerden konuştuk. Akşam yemeğini yedikten sonra yine mutlu bir şekilde ama bir yandan ürkek bir merak içinde evime döndüm. Korkarak salona, tam şu anda bulunduğum noktaya geldim. Dedem hala çerçevedeydi. Ya sabır, dedim. İş için yapmam gereken şeyler vardı ve dedemin yokluğu bunları yapmama bahane olamazdı. En azından patronla, “Dedem öldü, o yüzden yapamadım. Ne zaman? 1994’te,” tarzı bir muhabbete giremezdim. Bir taraftan benim için iyi olmuştu. Kendimi bilgisayarla oyaladım.
Sonraki iki hafta çok dalgalı geçti benim için. Her akşam dedemi bulma umuduyla eve geliyordum ama çerçevede hareketsiz durmaya devam ediyordu. İş yerindekilerle havadan sudan konuları konuşmaya devam etmek için kendimi zorladım, evi düzenli tutmak için dışarda yiyip eve gelmeye çalıştım, çiçeklerimle ilgilendim, kitap okudum, iki kez anneme gittim, pazar günleri yürüyüşe çıktım ve iki hafta önceki buluşmada kavuştuğum üniversite arkadaşlarımdan Gül ve Kenan’la buluştuk. Üç hafta öncesine göre hala daha iyiydim ama iki hafta öncesine göre bok… pardon berbat bir haldeydim.
Dedemsiz üçüncü haftanın ortasında patrondan yirmi yılın en sert azarını işittim. Bendeki değişimin farkındaydı, değişeceksen değiş ama benim şirketimi sadece ben değiştiririm, demişti ben odadan çıkmadan önce. O akşam dayanamadım ve günlük ikiye düşürdüğüm biranın yetmeyeceğini hissederek Genç Büfe’den tam bir kasa bira aldım. Artık benimle kısa da olsa sohbetler yapan Büfeci Naim, gülerek, “Parti var herhalde,” dese de ben eski zamanlardaki gibi hiç tepki vermeyince suratını asıp para üstünü verdi. Anlaşılan üç haftadır iyi idare etmiştim ve o anda dağıldığım iyice su yüzüne çıkmıştı.
Artık ne dedem çerçevede mi diye bakıyordum ne de daha önce yaptığım gibi babamla konuşuyordum. Eve girer girmez bir kasa birayı mutfağa götürdüm. Yere bıraktım, içinden bir tanesini alıp açtım, kafama diktim. Boğazımdan gelen ilk gulp gulp seslerini duyamadan şişe elimden düştü, bira boğazıma durdu resmen. O sahneyi anlatmayacağım, iki dakika öksürdüm, kendime gelemedim. Mutfağın camındaki yansımadan dedemi görmüştüm. Bastonuna dayanmış bana bakıyordu. Nihayet kendime geldiğimde zor güç, “Dedeciğim, sen gitmemiş miydin?” diye sorabildim. Biraz sinirli biraz şefkatli, “Buradayım ya torunum,” dedi, “hep senin başını bekleyecek halim yok ya…” Utanmıştım. Mutfakta durmak istemedim. Cam kırıkları, dökülen biranın kesif kokusu ve oluşturduğu küçük gölet canımı sıkıyordu. “Salona geçelim mi dedeciğim,” dedikten sonra onu dinlemeden şu sandalyeye oturdum. Koltuğun rahatlığını hak etmiyordum. O yokken olanları anlattım. Şöyle oldu, dedim. Böyle oldu, dedim. Dediklerini yapsam da bir şeylerin eksik kaldığını, en son patrondan hiç yemediğim azarı işittiğimi, demek ki tavsiyelerinin çok da işe yaramadığını utana, sıkıla – aramızda kalsın, ağlaya, sümküre – anlattım.
Dedem her zamanki sükûnetiyle yüzüme baktı kara kara gözleriyle. “Senin ölülerden başka derdini anlatacak kimsen yok mu be torunum?” diye sordu. Nasıl beceriyorsa hem öfkesinden kurtulmak için yerin dibine girmeyi hem de şefkatiyle beni sarsın diye beş yaşındaki gibi kucağına oturup başımı okşamasını istiyordum. Yutkundum. Sonra zor bela, “Kader,” dedim, “Kader olsaydı ona anlatırdım…” Bu sefer kükredi. “Ulan torunum! Kaç yıl oldu sen boşanalı? Kader olsaymışmış… Kader nerede?” Bu sorudan sonra on dakika benim daha önce babama anlattığım kadarıyla Kader’in yaptıklarını, ikinci kocasını, çocuklarını, işini, yaşadığı şehri, yaptıklarını ve bunların hiçbirinin benimle bir gram alakalı olmadığını söyledi. Boşanmamızdan bu yana onu hiç aramamış, sormamış, karşısına çıkmamıştım ama sapıkça bir hazla, evet şimdi hem size hem kendime itiraf ediyorum bunu, sapıkça bir hazla ne yapar ne eder onu takip etmiş, öğrenebildiğim kadarını öğrenmiştim. Dedem bunun saçmalığını adeta ilahi bir öfkeyle yüzüme vuruyordu. En son, “Kader bu!” diye kükredi. “Buradasın, bu evdesin, bu mahallede, bu iştesin! Değiştirecek misin? Buyur değiştir ama o Kader’in bu kaderde işi yok!” diye bağırdı.
İyice sinmiştim. Ne desem bağıracak gibiydi. Başımı kaldıramıyordum. Haklıydı, sonuna kadar haklıydı. Kader gitmişti. Hem de on yedi yıl önce gitmişti. Ben de su katılmamış aptal olduğum için yıllarca onu beklemiştim. Belki de başka bir şey yapmak için güçsüzlüğüme kılıf olarak onu kullanmış, bahanemin geçerliliğini yitirmemesi için de bilgilerimi güncellemek istemiştim. Dedemin konuşmadığı on dakika boyunca bunun saçmalığını ilk defa net bir şekilde idrak etmiş ve yeni bir şeyler yapmam gerektiğine kati surette karar vermiştim. Dedem sanırım bu iç hesaplaşmayı yapmamı ve kararı vermemi bekliyordu. O fark etmeden verdiğim derin nefesten sonra, “Kaldır başını hele,” dedi, “Kader işte…” deyip güldü. Ben de güldüm. Sonra birden, “Eee, anlat bakalım kimmiş şu Gül hanım kızımız?” diye bütün ihtiyarlar gibi hiç çekinmeden bodoslama soruverdi.
İşte arkadaşlar, böyleyken böyle. Hacı Ömer dedemi o gün son kez gördüm. Diyeceğini demiş ve çerçevesindeki yerine kurulmuştu. Kaç yaşında olduğumu hesapladım. Koskoca adam oldum diyebileceğime kanaat getirdim. Derdimin hiç olmayacağı bir dünyanın imkânsız olduğunu bilecek kadar yaşamıştım. Yine de dedemin, “Bu dertleri anlatacak ölülerden başka birileri yok mu?” sorusu beynime çivi gibi çakılmıştı. Annemle, kardeşlerimle hatta akrabalarımla neredeyse ilk defa tanışmış gibi yeni bir ilişki düzeni başlattım. İş yerindeki hallerime patron da daha önce sadece sayı olarak gördüğüm arkadaşlarım da alıştı hatta benimsediler. Hem evdeki hem işyerindeki çiçeklerin sayısını ve çeşidini artırdım. Baktım biraz fazla artıyor, bizim muhasebecinin Sapanca’daki arsasının yanındaki yeri aldım, seneye orayı iyice bir ıslah edip güzel bir bahçe yapacağım. Üniversiteden arkadaşlarla haftada ya da en kötü on beş günde bir buluşmaya başladım. Sanki herkes bunu bekliyormuş gibi buluşmalara gelenlerin sayısı da arttı. İçkiyi bıraktım. Yani tam olarak değilse de eve almıyorum artık, dışarda da çok nadiren. Büfeci Naim’den kuruyemişlerin ilginç özelliklerini ve koruma koşullarını öğrendim. Akşamları kuruyemiş yiyorum. Biraz göbek yaptı sanki ama yürüyüşe başladım, ilk fırsatta vereceğim inşallah fazla kiloları.
İşte benim hikâyem böyle, halen arada sırada dedemle de babamla da konuşuyorum ama artık keyifli şeyler anlatıyorum. Sanki dinliyorlarmış gibi geliyor. İnsanın ölü de olsa diri de olsa Hacı Ömer dedem gibi bir dedesi olması çok güzel bir şey arkadaşlar. Başkasına anlatsam deli derlerdi, ben de size anlatmak istedim. Umarım kahveyi beğenmişsinizdir. Makine yapsa da benim misafirimsiniz sonuçta. Efendim? Üfff! İlla soracaksınız değil mi? Bizim millet çok meraklı böyle şeylere. İşte oldu bir şeyler. Nasıl şeyler mi? Hemen kızardım bakın. Tamam, tamam söyleyeceğim. Gül’le nişanlanacağız önümüzdeki ay, birbirimizi çok seviyoruz. Kader işte, bizi buluşturması için bu kadar yılın geçmesi gerekiyormuş.
Hüseyin Kılıç
Ben bir kahve daha içerim... :)