Aylin ne yaparsa yapsın abartır. Daha doğrusu abartarak anlatır. En doğrusu abartarak yaşar ve anlatır. O yüzden “Yok yok, tatlı hayat, tatlı hayat dedi, al bak gördük tatlı hayatı,” deyip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında çok şaşırmadım. Gel gör ki arkadaş yüreği dayanmıyor. Moral vermek lazım. Bir de şu var tabii, ne kadar geç sakinleşirse içinde biriken enerji o kadar artıyor, toparlaması daha zor oluyor. Bildiğin ender görünen türlerden bizim Aylin. Belki de ondan seviyorum bu kızı. Ama Şşş! Sakın duymasın bu dediğimi. En azından şimdi.
“Dur hele bir yahu,” dedim, “Anlat hele.” O sırada elimi omzuna atıp kara gözlerinden akan yaşların tişörtümü ıslatmaya başladığını hissetmeye başlamıştım bile. Arkadaş yüreği, dayanmıyor ama işte…
Aylin’in söylediklerine geçmeden önce birkaç hafta öncesinden başlayıp bildiklerimi anlatayım da kafanız karışmasın. Ben de hep böyle yaparım işte. Sanki her şeyi herkes biliyormuş gibi ortasından başlarım anlatmaya ama bu sefer erken uyandım, bir aferini hak ettim bence. Aylin bu öngörümü bilse yanaklarımdan sıkar, “Bak oluyormuş,” derdi eminim ama şşş! Bunu size anlattığımı bilmiyor o, ona göre.
Bu hikâyenin her şeyi bir ay önce, Aylin’in yemek yediği restoranda başlıyor. Aylin bir iş yemeği sonrasında yedikleri her şeyden memnun kalan Japon müşterilerine son bir şov yapmak için şef garsona mümkünse aşçıbaşına bizzat teşekkür etmek istediklerini söylemiş. Japonlara da aşçıyı onore etmek için bunun ülkemizde çok yaygın bir şey olduğunu söylemiş bulunmuş. Aylin zaten hep bir şeyleri yapmış bulunur. Bıyıklı, beyaz saçlı bir aşçı bekliyormuş aslında ama aşçı çocuk gelince bir şaşırmış bir şaşırmış anlatamazmış. Kıvanç’ın aynısıymış. Hatta bir anlık dalgınlıkla “Anaa!” deyivermiş de Japonlar “What?” deyince, “Ben de beklemiyordum bu kadar genç bir aşçı,” diye cevap vermiş İngilizce. İkisi de gülmüş o anda. Göz göze gelmişler, bir ışık yanmış. Bunları bana anlatırken kömür gözleri parlıyordu da içindeki elması sanki sadece ben görüyormuşum gibi hissetmiştim. Sözlerini, “Sırılsıklam aşık oldum galiba,” diye bitirmişti de hıçkıra hıçkıra gülmüştüm. Ağlayacak değilim ya. Şşş! Sonra, “Senle bir daha mı gitsek acaba?” diye sormuş hemen vazgeçmişti. “Ama yok, bizi sevgili falan sanır sonra, ben Emel’le gideyim en iyisi,” demişti tak diye.
Gittiler tabii, yine çok beğendiler yemekleri yine teşekkür ettiler Kıvanç’a. “Lüks restoran tabii,” demiş Emel. “Tabii gülümseyecek, iyi davranacak, ben öyle bir elektrik almadım,” demiş ama bu bizim kızın abartı inadını iyice tetiklemiş de kartını vermiş adama, yardımcı olabileceği bir şey olursa diye. Çocuk arayıp, “Aylin Hanım bana iki CNC makinesi lazım çok acele,” diyecek değil ya. Tam da Aylin benim yanımda, “Çok seviyorum ama bir daha da gidemem, arar mı dersin?” diye dert yanarken mesaj attı beyimiz. “Yemekleri beğenmenize çok sevindim ;)” diye. Göz kırpmıştı bir de utanmaz. O sarı kirpiklerini yolmasını bilirdim ben ama arkadaşlık işte. Şşş! “Bak işte yazdı bile,” dedim. Kara gözler, kırmızı yanaklar Gençlerbirliği’nden bile daha güzeldi de farkında değildi. Sevine sevine cevap yazdı, bir süre sonra da baktı ben sıkılıyorum -tabii arkadaşlık da bir yere kadar, şşş!- evine gitti Kıvanç’la konuşmak ve hayaller kurmak için.
Sonrasında geçen bir ayda birkaç günde bir telefonla konuşsak da sadece bir kere buluştuk Aylin’le. Onda da Kıvanç’ın Issız Adam gibi olduğunu ama onun gibi bağlanma şeyi olmadığını, ne kadar iyi ne kadar mükemmel olduğunu anlattı. Çok düzgün çocukmuş, zaten öyle olmasa o nezih yerde çalıştırmazlarmış. O da onun gibi seyahat etmeyi çok severmiş ama izni ve parası o kadar çok olmadığından son zamanlarda gezemiyormuş. Kendi yerini açıp işler düzene girince tekrar başlayacakmış gezmeye. Nereye gitmek istermiş. Nereye? Paris’e mi? New York’a mı? Bali’ye mi? Birlikte! Öyle bitli hippiler gibi nereyi bulurlarsa orada değil, düzgün otellerde kalacaklarmış. Daha neler.
Telefonda hiç bunlardan bahsetmemiş gibi konuşuyordu ama arkadaş yüreği işte dinledim hepsini sil baştan. Hepsini planlamıştı, nerede evlenecekler -elbette şahidi ben olacaktım, şşş!- , kaç çocuk yapacaklar, çocukların isimleri ne olacak, onlar ne iş yapacaklar, emekli olduktan sonra nereye taşınacaklar. Diyemedim bir türlü, “Kızım şimdiye kadar yapacağın çocuk sayısı çoktan yirmiyi geçti, gel bana, bir tane olur ama garanti olur,” diye. Şşş!
Nihayet dün, öğlene doğru aradığında sesinden belliydi ne kadar heyecanlı ne kadar mutlu olduğu. Uyuyorumdur diye öğleni zor etmiş. Çok iyi tanır beni, sadece onun yeni biriyle yeni ihtimallere adım attığı zamanlarda uykusuz kaldığımı bilmez. Arkadaş yüreği işte, söyleyemem. Şşş! Ne diyordum, yemeğe gidecekmiş Kıvanç efendiye, heyecanı geçsin diye beni aramış. Kimse onu benden iyi sakinleştiremiyormuş. Michelin yıldızlı yemekler yiyeceklermiş. Dolce Vitaymış. Aşkçığının sloganı buymuş, tatlı hayat… İtiraf ediyorum bu kısmı dinleyemedim artık. “Lafını unutma, kapı çalıyor,” deyip üstüne bir de kapıyla tiyatro oynadım. Ah şu kargocular, teşekkürler kargocular.
Her şeyin güzel geçeceğinden emin olduğumu söyledim. Yetmeyeceğini biliyordum bunun, akşama kadar birinin kafasını şişirmesi gerekiyordu. Böyle zamanlarda benimle buluşmak istemez genelde, “N’olur n’olmaz,” der, bir de “Nasıl olsa ilk seninle tanıştıracağım,” deyip gönlümü alır. Ben de her zamanki gibi Emel’le buluşmasını söyledim. “Seni sadece o sakinleştirir şimdi,” deyip güldüm. Utanmadan güldüm. Halbuki üç yıldır her benzer durumda bir yandan Emel yerine ben olsam ne kadar kahrolacağımı düşünür bir yandan da onun bu en neşeli, en heyecanlı en karaelmas gözlerini göremediğim için manyak gibi bir kez daha kahrolurum. Şşş! Güldüm ya işte.
Bundan sonrasını tam hatırlamıyorum. İyi de geçse kötü de geçse beni ertesi güne kadar aramayacağını bildiğim için içmeye biraz erken başlamış olabilirim. Böyle buluşmaları iyi geçtiğinde hayal kurmaktan kötü senaryodaysa intihar planları yapmaktan başka bir şeye vakti olmaz Aylin’in. Ben de gönül rahatlığıyla erkenden başlarım içmeye. Şşş!
Gelelim gözyaşlarıyla tişörtümü ıslatırken anlattıklarına. Şıkıdım şıkıdak gitmişti Kıvanç’ın evine. Hayallerinin hepsini bana anlatmazdı tabii ama ben anlar, üzülürdüm. Şimdi o ağlarken seviniyordum. Issız fakat o kadar da ıssız olmayan adam hayali daha kapıda suyu akan çöpü görünce çatırdamış. O manzaradan sonra her şey yavaş çekime dönmüş bir anda. Kapıyı açınca göz göze geldiklerinde bir an umutlandıysa da -çok güzel bakıyormuş, biz nasıl bakıyorsak- koridordan girdiğinde en sevmediği bekar evlerinden birine girdiğini anlamış. Nerdeymiş o lüks restoran nerdeymiş bu ev. Tek başına yaşadığını biliyormuş tabii ama bunu hiç beklemiyormuş. Aylin içinden, “Çocuklarının anasıyım ben ulan, evlenince de mi böyle kandıracaksın beni,” dediyse de yüzüne ancak bakabilmiş tabii. Ne buluşmalarında ne saatlerce telefonda konuşmalarında hiç öyle değilmiş. Tam tersine, tam tersine, tam tersine sürekli pasaklı adamları kınıyormuş, -Ben değil Aylin üç kere bastırarak söyledi bunu- orada anlamalıymış bunda bir şey olduğunu.
Sarı kafa -hemen adını değiştirmiş tabii Aylin, hep öyle yapar- onu alelacele salona almış. Gülmüş bir de. Evi ancak o kadar toparlayabilmiş-miş. Aylin gelecek diye erken uyanmak istemiş ama tek izin günü olduğu için çok yorgunmuş-muş. Aslında yemeği de kendisi hazırlayacakmış ama bu saatten sonra zor olurmuş. Fakat problem yokmuş, değil miymiş. Alt sokakta çok güzel bir pizzacı varmış, Dolce Vita, o da hep oradan yermiş. Sarıkafa bunu deyince Aylin ancak fark edebilmiş salonun köşesine özenle dizilen pizza kutularını. Hep Dolce Vita, araya bir tane Dominos karıştığını gördüğünde onu arkadaşının söylediğini açıklamış aklını okumuş gibi. Üstüne bir de o gelecek diye orayı düzenlediğini iddia etmiş. Bizimki bir şey diyememiş, mecbur pizzayı kabul etmiş, yanına da gazı kaçmış ikilik kola. Pizza da bir şeye benzemiyormuş. Ne tatlı hayatı, ne tatlı hayatı yaaa, imiş. Tuvalete gidip Emel’e mesaj atmış da o kapıda kaldım diye aramış beş dakika sonra, Aylin de alelacele kaçmış.
Sarıkafa beni tanımıyor gerçi ama tanısa ve sorsaydı söyler miydim Aylin’in ne kadar titiz olduğunu? Hiç sanmıyorum. Hiçbiri benim kadar tanıyamıyor bu kızı. Ancak ağlatıyorlar. Her zaman. Ağlayınca da çok güzel oluyor Aylin fakat çok bakamıyorum gözlerinin içine işte. Şşş! N’apıyım? “Ağlama yahu,” dedim her zamanki gibi. “Sana sevgili mi yok?” Sonra ekledim, “Zaten olmasa da kırk yaşında benimle evleneceksin en kötü ihtimalle.”
Kafasını kaldırdı, baktı, güldü, güldüm, güldük. “Otuz beş yapalım şunu,” dedi. Daha çok güldük, ben ondan da çok güldüm.
Şşş!
Hüseyin Kılıç
댓글