İlk kez demir parmakların arkasına girmek zorunda kaldığımda on altı yaşındaydım. Sizden daha soylu olmasın ama oldukça soylu bir yurttaşımızın dört yüz seksen yedi tavuğundan birini iki yumurtasıyla birlikte almış, sabahın altısı olmasına aldırmadan nehir kenarında ateş yakarak ganimetlerimi mideye indiragandi yapmıştım. Günler süren açlıktan sonra kendime çektiğim bu ziyafet sonunda üzerime düşen ağırlıkla gözlerim adeta açılmamacasına kapanmış, böylece soylu yurttaşımın rengini, cinsini ve hatta varlığını dahi bilmediği pilicinin tüylerini ve yumurta kabuklarını gömmeye vakit bulamamıştım.
Birkaç saat sonra şehrin güvenliğinden sorumlu askerlerden en irisinin ve en korkutucusunun kafama vurduğu tekmeyle birden uyanmış, gözümü kör eden güneşin de etkisiyle yaptıklarımın tamamını o sormadan anlatmıştım. Kısa sürede sevk edildiğim mahkeme salonunda ise soylu yurttaşımız, benim götürdüğüm tavuğun en sevdiği tavuğu olduğunu, sayısını bilmediği diğer bütün hayvanları gitmiş olsa da onun kaybının katlanılamaz olduğunu söylemişti. Benim itiraflarım ve inkâr edilemeyecek tüy ve yumurta kabuğu gibi ispatların sonucunda hırsızlık suçundan üç yıl hapis, toplumun iktisadi sürekliliğini tehdit edici ve toplam refah kaybına yol açıcı faaliyetlerim yüzünden de iki yüz kırbaç cezasıyla cezalandırılmıştım. Soylu yurttaşımızın kaybını telafi edecek tek bir meteliğim olmadığı için de kırbaç sayısı dört yüze, hapis süresi ise dört yıla çıkarılmıştı.
Hapse gireceğim için ilk başta ne kadar korktuysam da orası bana bir okul olmuş ve adeta on altı yıl boyunca sahip olmadığım ailemi orada bulmuştum. Üç günde bir de olsa karnıma bir şeyin gireceği garantiydi ve dışarı çıktığımda nasıl hayatta kalabileceğim ve nereden, nasıl yemek bulabileceğim gibi tüyoların hepsini de oradaki ailemden öğrenmiştim. Dolayısıyla birçok kişinin ölümüne korktuğu bu kasvetli bina bana gerçek anlamıyla bir yuva olmuştu.
Hapishanedeki dört yıl su gibi geçti ve korkak bir çocuk olarak girdiğim yuvamdan korkusuz bir genç adam olarak dışarı çıktım. Dışarı çıkmadan önceki son gecemde ailemden hala orda olanlarla sabaha kadar ağladık ve sabah şen kahkahalarla özgürlüğe adımımı attım.
Hapishane yönetiminin çıkarken dört yıldır yaptığım duvar kırmadan taş taşımaya kadar olan çeşitli hizmetlerimin karşılığı olarak verdiği ücret bir pansiyonda yatmazsam bir ay boyunca bana yetebilirdi ve ben de havaların da sıcak olmasının da etkisiyle dışarda yatmaya karar verdim. Yöneticilerimizin mahkumlara karşı olan bu koruyucu ve kollayıcı tavrı hoşuma bile gitmişti.
Gerçekten bir ay boyunca zorunda olmadıkça hiç kimseyle konuşmadan ve yalnızca acıktığım zaman bir şeyler almak için iki kelime söyleyerek çok rahat bir şekilde yaşadım. Arada sırada yuvamdan eski bir arkadaşa rastladığımda çenem düşüyor, eski anılardan sabaha kadar bahsetmek istiyordum ama karşılaştığım arkadaşım çoğunlukla birilerinden kaçtığı için bu pek mümkün olmuyordu. Bir ayın sonunda bulaşık yıkayarak ya da soylu yurttaşların yollarının üzerindeki su birikintilerinin onlara sıçramaması için çaba gösterip bahşiş alarak birkaç kuruş kazanmaya çalıştıysam da bu çabalarımın çoğu sonunda hüsran oldu.
Böyle böyle dört ayın nasıl geçtiğini anlamadan nihâyet kış gelmişti. Yemek bulmak gittikçe zorlaşıyordu ve hava iyice ayaza kesmişti. Dört gündür mideme bir şey girmemişti ve gece soğuklardan korunmak için şehrin dışında bulduğum kovuğa gitmeye hiç dermanım yoktu. Kaderime razı, donarak öleceğimden emin bir şekilde büzülmüş otururken, çarşıdaki lokantalardan birinin aşçısının sokak köpeklerinin yemesi için koca bir leğen dolusu bol yağlı bulgur pilavını kimsenin geçmediği arka sokağa bıraktığını gördüm. Aşçının içeri girmesini beklemeden o tarafa gittim ve kapı kapandığında ben çoktan leğenin başındaydım. Vakit kaybetmeden donmaya yüz tutmuş ellerimle bulgur pilavını yemeye başladım. Pilav ne kadar lezzetli olursa olsun, bu elbette çok büyük bir hataydı. Her gün aynı saatte yemeklerinin bırakılmasına alışkın olan köpekler en asil askerin kılıcından keskin dişleriyle üzerime doğru geldiler ve ben de o korkuyla aşçının girdiği arka kapıdan lokantaya fırladım ve tıpkı on altı yaşımdaki gibi bütün olanları bir çırpıda anlattım.
Yıllar sonra tekrar mahkeme salonuna düşmüştüm ve hem aşçı hem lokanta sahibi benim iflah olmaz bir hırsız olduğumu söylemişlerdi. O köpekler sadece lokantanın değil tüm şehrin güvenliğini sağlıyorlar ve saygın yurttaşları benim gibi ne idüğü belirsiz “yaratıklardan” koruyorlardı. O bulgur pilavı kesinlikle artık değildi ve köpekler için özel olarak en kaliteli malzemeyle hazırlanmıştı.
Çok ilginç bir şey oldu ve ben yine kırbaç ve hapis ile cezalandırılmayı beklerken Hâkim idamıma karar verdi. Aşçı da, lokanta sahibi de mahkeme salonundaki herkes gibi şaşkındı ama Hâkim bu kadar kısa sürede eski suçunu tekrar eden pis bir hırsızın en kısa şekilde toplumdan tükürülmesi gerektiğini ve bunun ancak böyle kesin kararlarla mümkün olduğunu söylemişti. Ben haklı olabileceğini düşünürken mahkeme salonundaki uğultulardan anladığım kadarıyla şehrimize yeni gelen Hâkim ne kadar gaddar olduğunu ve herkesin kendisinden korkması gerektiğini ilk mahkemede tüm şehre ilan etmek istemişti.
Hâkim’in bilmediği şey ise kısa bir süre önce şehirdeki tüm cellatların işlerini bırakıp başka yerlere kaçtıklarıydı. Bunun sebebi ise Ayı olarak bilinen, ülkenin en meşhur celladının başına gelenlerdi. Ülkenin en uzağındaki köylerde boyunun iki buçuk metreden fazla olduğu ve tam iki yüz kilo çektiği, bir oturuşta iki kuzu yediği söylenen Ayı’nın boyu ve kilosu ile ilgili abartılar şehrimize yaklaştıkça azalırdı. Bu abartıların sonunda Ayı, nihayet şehir meydanındaki idam sehpasının yanında duran bir buçuk metrelik altmış kiloluk bir cüssede mücessem hale gelirdi.
Oldukça yaşlı olmasına rağmen bunu hiç belli etmeyen Ayı, yaz kış sadece mahrem yerini örten bir bez haricinde bir şey giymez, kıllı vücudu, kıvır kıvır ve pis sakalları, mahkûm bir bakan da olsa benim gibi adi bir hırsız da olsa asla tedirgin olmayan kendinden emin bakışıyla sadece çocukların değil büyüklerin de rüyalarına girerdi. Şehirdeki, hatta belki de ülkedeki çoğu celladın da hocası olan Ayı’nın ismini kimse bilmezdi. Onunla ilgili hiçbir şeyi hiç kimse bilmezdi.
Ayı’nın sonunu getiren olaylar bir gün şehirde kimsenin tanımadığı çok güzel bir kızın girdiği pansiyona oldukça saf denebilecek bir şekilde vali yardımcılarından birisinin babası olduğunu söylemesi ve onu nerede bulabileceğini sormasıyla başladı. Kız, daha pansiyondaki odasına giremeden toplumun ahlakını bozan bir fahişe olduğu suçlamasıyla tutuklandı ve kısa sürede idam edilmesine karar verildi. Kızın azgın bir fahişe olmak için çok küçük olması kimsenin umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Böyle şeyleri zaten hiç düşünmeyen Ayı, kızın gelişinin yedinci gününde şafak vakti her zamanki ciddiyetiyle kızın boynuna ilmeği geçirdi, hiç acımadan ayağının altındaki sandalyeye tepti ve kız oracıkta öldü.
Bu haber kızın idamını heyecanla bekleyen şehir halkını çok üzdü. İdamlar normalde akşam gün batımından hemen önce yapılır ve darağacının olduğu yer o saate kadar içen soydaşlarımız için coşkulu bir tiyatro sahnesine dönerdi. Bu arada kimse vali yardımcısı hakkında konuşmuyor çünkü herkes kızla aynı kaderi paylaşmaktan korkuyordu.
O günün gecesinde Ayı, hiç alışkanlığı olmadığı halde ve herkesi ondan daha çok paniğe sevk ederek çırılçıplak belirdi valinin kapısının önünde. Sabah astığı kızın canlanıp kapısına geldiğini ve bu işte parmağı olan herkesin cezasını çekeceğini söylüyordu. Vali bu deli zırvası sözlere elbette itibar etmedi. Gelin görün ki aynı günün sabahında henüz kaldırılmamış darağacında Ayı’nın anadan üryan vücudunu ve hiç de abartıldığı kadar büyük olmayan şeyini gören herkesi -başta vali ve vali yardımcıları olmak üzere- büyük bir korku kapladı. Hiddetinden köpüren vali bu işi yapmış olabilecek herkesi tutuklattıysa da Ayı’nın başına gelenlerden korkan bütün cellatlar daha valinin emri çıkar çıkmaz şehirden çoktan kaçmışlardı.
Tüm hapishaneler tıklım tıklım dolana kadar cadı avına devam eden vali, bir şey olmadığına ikna olmaya başlamıştı. Gerçekten idam edilmesi gereken mahkumları bile asacak cellat bulunamamasının da etkisiyle tutuklananları yavaş yavaş bırakmaya başladı. Artık şehir eski havasına dönmüş, olanlar unutulmuştu. Yine de bir süre cellat bulunamadı ve bu bazı azılı katillerin dünyadaki ödülü oldu, hatta bir kısmı bu arada satın aldıkları gardiyanların yardımıyla hapisten kaçtılar.
Şehirde idam cezasının kalktığı gibi bir yanlış inanışa sebep olan bu durum bir gün yeni celladın bulunduğunun ve ilk mahkûmun vali yardımcılarından biri olduğunun duyurulmasıyla son buldu. Vali yardımcısının suçunun yolsuzluk olduğu söylense de sizin de tahmin edeceğiniz üzere bu, o yardımcıydı ve kimse yolsuzluk yalanına inanmadı. Kimse bir şey de diyemedi.
Vali yardımcısı asıldıktan sonra asılmasına kesin gözüyle bakılan bazı mahkumların davalarını hakimler ısrarla ileri tarihlere atıyorlardı. Çünkü vali yardımcısının idamı halen onlar için belirsiz bir vakaydı ve onun celladı Ayı’nın aksine ellerinden başka hiçbir şey görünmeyecek şekilde giyinmiş, seyirciler sadece ilmeği geçirmekte ve sandalyeye tepmekte hiç tereddüt etmediğini anlayabilmişlerdi. Bu konu açıklığa kavuşana kadar da kimse kesin bir karar vermek istemiyordu. İşte bu yüzden benim idam kararım vali yardımcısının ardından şehirde verilen ilk karar oldu. Herkes kadar ben de başıma gelecekleri merak ediyordum. Bu merak öyle bir şeydi ki ölüm korkusunu bile geri plana itmişti.
Hücreme gittiğimde her zamankinden daha zinde hissettim kendimi. Artık idama mahkûm olduğum için bütün öğünlerim düzenli olarak geliyordu. Bir hafta boyunca hayal edebildiğim kadarıyla sultanlar gibi yaşadım. Bir haftanın sonunda daha önce hiç görmediğim bir genç kız geldi hücreme. Hapishanede böyle bir şey görmeye alışık olmadığım için heyecanlandım. Son derece müşfik, sevgi dolu bir şekilde bakıyordu. Önce başıma gelenleri sordu. Anlattım. İdam kararı verildiğini söylediğimde gözleri doldu ve ben de yıllar sonra ilk defa bir damla gözyaşı döktüm.
Gözümdeki yaşı görünce kendini toparlayarak akşama idam edileceğimi ve son yemeğimin ne olmasını istediğimi sordu. Bu beklenmedik soru karşısında afallayarak düşünmek için biraz süre istedim. Aklımdan yuvam dediğim hapishanede her zaman gülen yüzü ve kırmızı tombul yanaklarıyla koruyucu ve kollayıcı gözlerini her zaman üzerimizde hissettiğimiz Müdür Babamıza götürürken ağızlarımızın suyunu akıtan kaz etleri, kuzu etleri, şaraplar ve meyve tabakları geçse de o akşam yiyemediğim bulgur pilavı bir anda beynimde bir yere yapıştı kaldı. Bulgur pilavı, dedim. Etsiz, bol soğanlı. Emin misin, diye sordu gülümseyerek. Evet, dedim. Bir saat sonra hayatımda yediğim en güzel bulgur pilavını, hayatımda gördüğüm en güzel kız getirmişti. Bu sefer ilk müşfik halinden eser yoktu ama olsun. Yanımdan ayrıldıktan sonra afiyetle yedim yemeğimi.
Öleceğime hala inanamıyordum ama başıma neler geleceğini de merak ediyordum. Hücremden güneşin hareketini takip edebiliyordum ve güneş ışınları nihayet hücremin duvarındaki tek kırmızı taşa vurduğunda vaktin geldiğini anladım. Hapishanedeki dört yılımdan sonra ne zaman kapalı bir yere girsem günün saatlerini anlamak için belirli noktalar seçer ve ışığın düştüğü noktaya göre saatin kaç olduğunu söyleyebilirdim. Ve işte, bu idam saatiydi.
İdam sehpasının yanına geldiğimde halkta hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Herkes, her zamanki gibi neşeliydi. Hatta bazıları var ki asılan kim olursa olsun aynı şeyleri söylerlerdi ve garip bir şekilde benim için aynı sözleri ne zaman söyleyeceklerini bekliyordum. Öleceğime hala inanamıyordum. Şehrimizin yeni celladı tüm vücudunu kapatan kıyafetiyle gelince tüm meydanı inanılmaz bir uğultu kapladı. Vali yardımcısının idamındaki sessizliğinin hıncını benden çıkarıyorlardı. Uzun zamandır bu bir ilkti ve zevkini sonun kadar çıkarmakta haklıydılar.
Celladımı yanımda bulunca bayılacağımı sananlar avuçlarını yaladılar. Fakat bunun sebebi cesaretim değildi. Cellat, her idam öncesinde olduğu gibi ellerimi tutarak sağa sola kaldırmış, sağlıklı olduğumdan emin olmak istemişti. Bu muayenenin tüm halkın önünde yapılması gerekiyordu çünkü zaten acı çeken bir bünyeyi öte dünyaya bu haldeyken yollamak hem acımasızlık hem de cehenneme giden kestirme bir yol olarak düşünülüyordu. Bu aşamada bayılanlar ve bayılma numarası yapanlar olsa da Ayı hiçbirine acımaz, diğer cellatlar ise bazı mahkumların bir iki gün daha yaşamalarına izin verirlerdi. Bakalım benim celladım ne yapacaktı. Ben dahil herkes bunun cevabını bekliyordu.
Ne olduysa celladım elimi tuttuğu o ilk anda oldu. Bir erkek eli değildi. Tüm gücüne rağmen bir kadın eliydi. Hemen anladım bu elin bana yemek getiren gizemli güzele ait olduğunu. Gözleri ve vücudunun güzelliği kadar elleri de yumuşacıktı. Onun açısından bir cellat olmak için benim açımdansa hak edebilmem için fazla yumuşaktılar.
Sanırım olanları anlıyordum. Güzel celladım birkaç ay önce asılan kızın ablası olmalıydı. Biraz zihnimi zorlayınca vatandaşlar arasında uzun süre tasvir edilen ama hiç görmediğim kızcağıza ne kadar da benzediğini fark ettim. Asılan vali yardımcısının diğer kızı da olabilirdi. Kız kardeşini gitmemesi için ikna etmeye ne kadar uğraştıysa başaramamış ve sonunda kaderine razı olmuştu. Üç aylık mesafeden bin bir zorlukla gelen kız kardeşinin geri dönmesi için kafasında hesapladığı süre dolunca korku ve panikle hızla şehrimize gelmiş ve olanları öğrenmişti. Bu arada uzun süre cellat bulamayan valinin yanına çıkmış ve kız kardeşini cennete gitmesi gereken zamandan çok daha erken yollayan vali yardımcısının infazı karşılığında cellat olmayı kabul etmişti. Cellatların erkek olmasına alışkın halkın ağzına laf vermek istemeyen valinin tamamen kapalı bir kıyafetle bu işi yapma talebine ise karşı gelmemişti.
Peki ya Ayı’yı kim asmıştı? O da mutlaka tüm hissizliğine rağmen yüreğinin derinliklerinde bir yerde kendisini hayata bağlayan ufacık, mini minnacık bir iyilik taşıyordu ve en az benim güzel celladım kadar etkileyici, hatta belki daha da büyüleyici olan kurbanının gözlerinden etkilenmiş ve kafayı yiyerek kendi ilmeğini boynuna kendi takmış ve sandalyeyi altından öylece itivermişti. Tüm bu olanların sonucunda işte şu anda kader bizi yan yana getirmişti.
Bununla birlikte güzel celladım, Ayı’dan ve diğer cellatlardan farklı olarak idam mahkumlarına son yemeklerini sorma görevini üstüne almış ve onların hikayelerini dinleyerek masum mu yoksa gerçekten suçlu mu olduklarını öğrenmek istemişti. Valiyle yaptığı anlaşmaya göre mahkûmun masum olduğuna karar verirse idam olmayacak ve bir başka Hâkim tarafından yeniden yargılanacaktı. Benim de masum olduğumu anladığına göre geriye sadece bu kararı halka nasıl duyuracaklarını öğrenmek kalmıştı.
Yeniden yargılanacağıma emin bir şekilde bunları düşünürken bir yandan hapis cezasının o kadar kötü olmadığını ve çıktığımda güzel celladımı nasıl bulabileceğimi düşünmeye başlamıştım. Her ne kadar o ana kadar karşı cinsten hiç kimseyi öpmemiş, hiçbiriyle şehvetli bir gece geçirmemiş olsam da yuvam dediğim hapishanede buna dair edindiğim bilgiler oldukça fazlaydı. Tek dişli hücre arkadaşımdan bir kadını nasıl etkileyeceğimi, onu benim olmaya nasıl ikna edeceğimi ve mutlu geçen gecelerimin sayısının nasıl yüzlerle, binlerle, on binlerle ifade edilebileceğini dinlerken bir kelimesini bile kaçırmamaya özellikle dikkat etmiştim. Ve nihayet şans bana gülmüştü ve tüm bu taktikleri uygulayabilecektim.
Bunu düşünüp gülümsediğim anda kalabalığın şaşkın bir şekilde beni yuhaladığını duyar gibi olduğumda ya hapis cezam çok uzun sürer ve güzel celladım bir başkasıyla evlenirse diye düşünerek ürperdim. Bu ürperti yüzüme yansımış olmalı ki coşkulu bir kahkahayla birden kendime geldim.
Ben tüm bu gizemi çözerken ve gelecekte karım olacak güzel celladımla birbirimize ne şekilde hitap edeceğimize karar vermeye çalışırken onun çoktan benim sağlıklı olduğumu tüm izleyicilere ve çevresindekilere ilan ettiğini ve yumuşak elleriyle elimi tutarak bir anne şefkatiyle beni darağacının tam altındaki sandalyeye götürdüğünü, hatta ilmeği bile boynuma geçirdiğini fark etmemiştim. Coşkulu halk sonunda susmuş, güzel celladımın son hamlesini bekliyordu.
Evlendiğimizde ona ne diye hitap edeceğimi bulduğum anda “TAK” diye bir ses duydum. Ayağımın altındaki sandalye devrilmiş, ilmek boğazımı hızla sıkmaya başlamıştı. Bilinçsiz bir şekilde vücudum ipten kurtulmak için debelenip kasılırken ruhumun onun bana ne diye sesleneceğini bulmanın huzuruyla dolu olduğunun ne güzel celladım ne de artık ağızlarından salyalar akan izleyiciler farkındaydı.
Hüseyin Kılıç
Comments