Fakr-u zaruret içinde geçen şu ömrüme eyvah diye figan etmeyeyim de neyleyeyim. Bunca vakit nakd-i ömrü heba ettik fakat bu gidişata artık tahammülüm kalmadı. Kararım katidir, kaderim bana yaşama lezzetini büyü gibi sunmayacaksa hemen canıma kıyacağım.
Benim tevellüdüm üzerinden neredeyse bir asırdan fazla vakit geçti, etrafımda kimsem kalmadı. Herkes birer ikişer göçtü öte tarafa. Ben ise ölemedim, sıhhatle dolup taşan bedenimin maşallahı var. Dünyaya kazık çaktı vallahi. Geçen caminin önünde tespih çekerken muhtarın oğlu Hilmi beni gördü. “Beybaba sen ömrünü tespih etmiş de çekiyorsun, elindeki tespih ne ki,” deyip güldü hınzır. Önce kızdım deyyusa, sonra hak verdim. Ömür dediğin tükenmez mi hiç Nüzhet, dedim. Yok mu bu hayatın sonu?
Hayatım yoksullukla geçti ve geçmeye de devam ediyor. Kendimi yıprattığım yetmiyormuş gibi bedenime de zarar veriyorum, bu yüz beşlik köhne bedenimin masrafları dayanılmaz hale geldi. Maalesef ki onun bakım masraflarını karşılayamıyorum. Şekerim, tansiyonum, guatrım ve herhangi bir rahatsızlığım olmadığı için tüm yemeklere karşı büyük bir iştah duyuyorum. Nefasetiyle meşhur olmuş ne kadar yemek varsa hepsini mideme tıka basa doldurmak emelinde ve arzusundayım. Pilav, uskumru dolması, tatar böreği, hoşaf, Hacı Bekir’in rahat lokumları ve çeşit çeşit meyveler… Farzı misal, bir üzüm hoşafının tadında yarınki cennetin rahmani kokularını kim duymaz değil mi? Fakat cepte mangır tam takır olduğu için bedenimi gerekli gıdayı sağlayamıyorum. Bol yemek, fuhşiyyât, müskirat, morfin ve muzır neşriyattan oluşan bir âlemde otuzuma varmadan zevk içinde helak olup gitmeyi ne çok isterdim ah ah!
Şu bedenim evladım olsa evlatlık verirdim ama buna fizik kuralları, günümüz zenginleri ve yüksek rakamlı yaşım müsaade etmiyor.
Hoş gerçi hayatım muttasıl defalar evlatlık verilerek geçti. Beylerbeyi’nde bir konakta dünyaya gelmişim. Merhum Babam Fehmi Bey tam bir Tanzimat züppesi, hovarda bir paşazade hem de alkolik. Bu yüzden konağın yolunu çok defalar bulamadığı vakidir. Konakta olduğu zamanlarda ise hayatı bize zindan ederdi. Merhum pederimin tek kusuru alkolikliği değildi elbette daha fena bir durum vardı. O, ailemizin kahredici büyük sırrını kendi ile birlikte taşıma ile lanetlenmişti. O büyük sır maalesef ki pederimin sünnetsiz maslahatıydı. Evet, pederim bedbaht bir sünnetsizdi. Bu sırrın ağırlığından ve utancından olsa gerek her daim barut gibi öfkeliydi. Allaha kulluk, devlete vatandaşlık, valideme kocalık vazifesini yapmayı reddetmeyi adeta kendine bir vazife saymıştı. Ona, “Neden böyle bir davranış bütünü sergiliyorsun?” diye sorduklarında, “Siz anlamazsınız ben vicdani retçiyim,” deyip meseleyi savuştururdu.
Günlerden bir gün Büyük Dedem Kuyrukluzade Şakir Paşa -Müslüman bir adam olduğundan- benim için büyük bir sünnet merasimi düzenledi. Dedeciğim sünnetiniz oğlundan göremediği mürüvveti bende görmek istiyordu. Bir dede olarak bu onun en tabii hakkıydı elbet. Fakat o gün sünnetçinin kendisi için geldiğini vehmeden pederim utanç, korku ve öfke içinde konağı terk etmişti. Dedeciğim ise babamın bu tavrını hiç umursamamış, “İsabet olmuş defolsun gitsin, bu kutsal havanın kutsiyetini bozuyordu zaten,” demişti. Onun için dünyada sadece biricik torunu ben vardım. O yüzden bu merasim için kesenin ağzını açmış ve İsveçli ünlü cerrah Mister Ulf Von Celsius’u beni sünnet etsin diye getirtmişti. Fakat dedeciğimin bu gösteriş merakı büyük felaketlerin bir başlangıcı olacaktı. Babacığımdan sıdkı sıyrılan validem, beni sünnet etmeye gelen İsveçli cerrahla kaçtı. Hiç unutmuyorum, konağın selamlığındaki kerevetin bir köşesinde kuş tüyü yastıkların üzerine azametle kurulan dedeciğime bu haber geldiğinde Devlet-i Aliye’nin o büyük paşasına oracıkta inme inmiş, kâbuslar, sayıklamalar ve delilikle geçen birkaç haftanın ardından hakka vasıl olmuştu. Lâ necate mine'l-mevt!
Mirasyedilik ve hovardalık ile dedem Şakir Paşa’dan kalan külliyetli bir mirası hiç etmeye ant içmiş babacığım, daha Paşa Dedem’in kırkı çıkmadan beni kundaklayıp (Beybabacığım, ben beş yaşındayım kundağa gerek yok, dediğim halde, “Sen sekiz aylıksın üzme beni,” deyip tokatlayarak kundaklamıştı). Sarıyer’deki teyzemlerin kapısının önüne bıraktı.
Siranuş teyzemlerin evi ise cehennem gibiydi, Mithat eniştem eşcinsel olduğu için teyzemi hiç sevmiyordu, katiyen anlaşamazlardı, devamlı kavga, devamlı hırgür. Eniştem, bazen teyzemle beni dövüyor, bazen teyzem eniştemle beni dövüyor, bazı günlerde ikisi birleşip beni dövüyor, bazen ise ben, eniştem ve teyzem birleşip kendimizi dövüyorduk. Devamlı kavga.
Bir gün Mithat eniştem beni yanına çağırdı, “Nüzhet oğlum senin sünnet olma vaktin artık geldi de geçiyor,” dedi. Enişte Bey’e bu düşünceli davranışından dolayı önce teşekkürlerimi sundum fakat ona zaten sünnetli olduğumu ve buna gerek olmadığını lisan-ı münasiple anlattım. Piposundan bir nefes çeken eniştem, kaşlarını çattı. “Bir defa sünnet olmak bir sevap iki defa sünnet olmak iki sevaptır evladım,” Dedi ve konuyu kapattı. Mithat Eniştem büyük bir servet harcayarak bana bir sünnet merasimi tertip etmişti. Cemiyet hayatının tanınmış simaları, fabrikatörler, hariciyeciler ve onların zarif eşleri tam tekmil ikinci sünnet merasimimdeydi. Beni ikinci defa sünnet etmeye gelen kişiyi görünce hayretler içerisinde kaldığımı hatırlıyorum. Bu anneciğimin kaçtığı İsveçli sünnetçiydi. Aslında Eniştemin ikinci sünnetimle de alınacak sevaplarla da ilgilendiği yoktu. Tüm bu merasim eniştemin sünnetçim Mister Ulf ile yakınlaşması için tertip edilmiş soytarılıktan fazlası değildi. Fakat asıl skandal ise sünnet merasimimden sonra yaşanacaktı. Eniştem, sünnetçi ile kaçıp beni ve teyzemi terk etmişti. Fakat teyzem için asıl büyük travma Mithat eniştemin İsveçli sünnetçi ile kaçarak annemin kuması olmasıydı. Kocasının ablasının kuması olduğu skandalını gazetelerin paparazzi sayfalarından öğrenen teyzem aniden aklını kaybetti. Teyzem Mazhar Osman’a yatırılmaya götürülürken evin uşağı Zeynel Efendi’ye, “Nüzhet’i kundağa sar, Suadiye’deki Müyesser halasına bırak,’’ diye tembihte bulunmuş. İşgüzarlığı pek bir seven Zeynel Efendi, teyzemin bu deli zırvası tembihini akıl süzgecinden geçirme ihtiyacı duymamış ve on üç yaşımda olmama rağmen beni büyük bir çarşafa kundaklayıp halamın kapısına bırakmıştı. Fakat halam o gün pazara gittiği için üst katında oturan emekli komiser Rüştü Bey beni görüp alıyor ve ölmüş çocuğunun odasına yerleştiriyor. Rüştü Bey müskirat envâından ne varsa içtiği için devamlı sarhoş kafa ile evde gezip naralar atardı. Bundan sebep beni sahiplendiğini de unutmuş ve bu durum sebebiyle tam iki sene çocuk odasında kundaklı vaziyette mahsur kalmıştım. Kundağın içinde geçen iki koca yıl fiziksel gelişimim sekteye uğratmıştı. Bir seksen yedi olması gereken boyum ne acıdır ki bir elli yedi de sabitlendi ve yine ne acıdır ki o gün bugündür bir santim bile uzamadım. İyice zıvanadan çıkan Rüştü Bey bir gün odama sarışın bir yosmayı getirdi…
“Yeter be kör olasıca adam, içimi karartmaya mı geldin buraya?”
“Daha bunlar ne ki Naciye Hanım. Ama artık yeter! Bir asırdan beri sefil bir hayat yaşıyorum. Ömrümün kalan kısmında gidişat yine böyle devam edecekse hemen şimdi intihar edeceğim. Kehanetinize muhtacım Naciye Hanım, o yüzden lütfedin de geleceğimi göreyim.”
Kocakarı, kızarmış ekmeğine sürdüğü reçeli tek seferde kocaman ağzına attıktan sonra kahvesinden bir yudum aldı, ıslanan bıyıklarını elinin tersi ile silip. “Sen mangırdan haber et efendi, gerisine karışma evelallah o iş bizde,” dedi.
Bir süre sonra topallayan ayağı ile kalktı, tel dolabından kimi gereçler çıkardı. Bunlar bilyelerdi. Onları halının üzerine dizdi ve birkaç sihirli sözcük söyledi. -Ne bileyim hokus hokus pokus olur , Selena Selena olur, Perihan teyze! olur- bunun gibi şeyler işte. Ardından objeyi Nüzhet’e verir objeye üç kere ismini ve soy ismini söyle der:
Nüzhet Kuyrukluoğlu!
Nüzhet Kuyrukluoğlu!
Nüzhet Kuyrukluoğlu! der
Ardından Medyum Naciye miskete bakıp Nüzhet Bey'in beklediği müjdeli kehaneti verir.
“Gözün aydın ihtiyar çok kısa zamanda zengin oluyorsun. Hem de çok kısa zamanda zengin olacaksın on saniye sonra hem de.’’ Medyum Naciye sürenin bu kadar kısa olmasından kıllandı. Tamam, kısa bir vakitte neden on saniye diye düşündü. Nüzhet Bey dede yadigarı piştovuna davranır, aynı anda Medyum Naciye de altı patlarını çıkarır. İkisi de silahı birbirlerinin alnına dayar.
BİR GÜN ÖNCE
Saat dördü vurmak üzereydi. Nüzhet Bey’in gece birde uyuduğunu varsayarsak bir ölüden sekiz saat eksik uyumuştu, diğer bir ifadeyle üçte iki ölüydü. Hatta bazen “Bu seksiz saatlik açığı da kapasam tam bir ölü sayacağım kendimi; üçte ikilik bir ölüdense tam bir ölüye, daha fazla saygı duyar yaşayanlar,” derdi.
Uyanmak üzere olan Nüzhet Bey şimdi evinin yatağında yatay pozisyondaydı, uykusuna karışmış bir uykusuzluğu vardı. (bilimsel olamayan insanlarımızın deyişi ile bu belki de bir tavşan uykusuydu.) İhtiyar adamın gözleri bazen açık, bazen kapalıydı. O, yüzyıldır her sabah yataktan kalkıp kalkma konusunda bir tereddüt yaşar sonra tekrardan yatakta yatmaya karar verirdi. Şimdi ihtiyar adamın göz kapakları rüzgârın etkisi ile hafif hafif sallanan kapı aralığı gibi açılıp kapanıyordu.
Bu ormanda ne işim var ya hu benim, olacak iş değil. Kuyruğum çıkmış, kollarım ise ayaklarıma nispetle daha kısa. Hey Allah’ım! Nüzhet Bey çevik bir biçimde ormanın içinde telaş ile koşuyor daldan dala atlıyordu “Ben insanım, insanım ben!” diye haykırırken karşısına üstünde bir paşa elbisesi ile gayet mağrur bir şekilde duran bir maymun çıktı. Ve kaşlarını çatıp ona şöyle dedi. “Nüzhet kuzum, siz bir maymunsunuz.” Nüzhet, “Kuzu muyum maymun muyum?” diye soramadan gözünü açtı, arkasını kontrol etti kuyruk yoktu, bu sebeple rahat bir nefes aldı.
“Soy ismimden oldum olası hazzetmemişimdir. O gördüğüm maymunda dedem Şakir Paşa olsa gerek. Dedemi ufakken severdim ama itiraf etmek gerek ki o da sağlam pabuç değildi. Hayırlı bir herif olsa ittihatçılar onu gittiği vilayetlerden rüşvet sebebi ile azletmezdi zaten.”
Çocukluk günlerine gitti Nüzhet Bey. Konağın içinde dedesinin o açılmamış büyük denklerini, hararlarını, eşyalarını hatırladı. Dışarıdan gören biri bunları kırk haramilerin haram malları tarzında birikmiş ganimetler olduğunu pekâlâ sayabilirdi. Nüzhet Bey tüm bunları hatırlayınca kendi kendine, “Ah Paşa dedeciğim ah! O yediğin haram lokmalar nah işte böyle evlâd ü ıyâlinden çıkıyor,’’ diye söylendi.
Yatağında sere serpe bir uzanışla rahat konumunu muhafaza etmek ile meşgul olan Nüzhet Bey, odanın içinde yabancı bir adamın kendisine baktığını fark etti. Adamın solgun yüzünde yer yer yanık izleri vardı. Bu haliyle adamın epey ürkütücü bir görünüme sahip olduğunu söyleyebilirim. Nüzhet Bey aniden, “Aman Yarabbi,’’ deyip yatağından fırlamadı. Hemen polisi arıyorum gibi panik içerdiği besbelli olan cümleler de kurmadı. Yatay pozisyonunu muhafaza edip “İn misinin cin misin?” diye sordu. Adamın burnundan beyaz duman çıktı, bu duman havada dudak şeklini alıp “Uzanıp yatıvermiş sere serpe / Entârisi sıyrılmış hafiften” dedi ve şuh bir kahkaha patlattı. Entarisinin yırtılıp yırtılmadığını kontrol eden Nüzhet Bey sorusunu yineledi. Adam “ Cinim ama sen bana peri diyebilirsin şekerim,” dedi. Nüzhet Bey bu civelek cevaptan, acayip varlığın eşcinsel bir cin olduğunu acı içinde anlıyordu. Acı içinde diyorum çünkü ahaliye huri misali ince belli tomurcuk memeli su saflığında periler gelirken kendisine gele gele kendine peri dedirten homoseksüel bir cin gelmişti. Fakat her şeye rağmen bakirliğine bir son vermek istiyordu. Artık tahammülü kalmamıştı. O yüzden sordu.
"Kız oğlan nazı nâzın şeh-levend âvâzı âvâzın/
Belâsın ben de bilmem aktif misin pasif misin kâfir?"
“Peri Bey, bu davetkâr soruya önce kırıtarak bir mukabelede bulundu ve hemen ardından ekledi, “Ne istersen o olurum yeter ki sen iste Nüzoş.” Bu cevaptan irkilen Nüzhet Bey karşısında kırıtanın bir cinde olsa erkek olduğunu düşünerek zihninden şöyle geçirdi. “Adam sen de yüzyıllık bakirliğini homoseksüel bir cinle bozmak olacak iş mi daha neler.” Sonra kaşlarını çattı ve Peri Bey’e önce cinsiyetçi küfürlerinin tümünü savurdu, sonra evinden hemen defolmasını eğer burada durmaya devam eder ise üç elhamd ve bir fatiha ile defterini düreceğini söyledi. Peri Bey “Gelmişsin bin yaşına senin o kösele gibi suratını ne yapayım ayol sana mı kaldık. Hem ben buraya seninle bir anlaşma için geldim.’’
“Ne tür bir anlaşma?”
“Şu gibi bir anlaşma şekerim, beni yıllarca kullanan medyumu öldüreceksin, meymenetsiz kocakarı yüzünden yıllardır cehennem hayatı yaşıyorum, kaç zamandır tutsağım bu yellozun elinde. Onu benim için öldür, özgürleştir beni Nüzoş özgürleştir, ben özgürlüğüme sen de onun sakladığı paralara kavuş.
(bir dakika sonra)
“Tamam, düşündüm ve kararımı verdim.”
“Ne peki?”
***
Medyum Naciye’nin yanında iki kişi çalışıyordu. Biri Cin Peri Bey diğeri de Memduh’tu.
Birkaç gün önce Memduh elektrik çarpmasından ölmüştü. İnsanlık nasıl bir şey diye düşünen Peri Bey’in aklına Memduh’un ölü bedenine girmek fikri gelmişti.
Peri Bey Memduh’un burun deliklerinden içeri süzüldü. Ceset birden gözünü açtı ve ayağa kalktı. Peri Bey aynada kendini seyretti tahribata uğramış yüzüne rağmen kendini beğendi. Normalde Memduh hiç tipi değildi fakat onun bedeni girince işler değişmişti. Hatta kaşlarımı alsam mı diye de düşündü. İki gün boyunca Memduh olarak Medyum Naciye’ye hizmette kusur etmedi. Cin olarak bu hizmetlerden hiç gocunmamıştı ama Memduh olarak gocunmaya başlamıştı. Peri Bey, “Bu hissettiğim duygu çok insani olmalı,” dedi.
Peri Bey, bu yeni bedenide yeni insanlar tanımak, yeni mekanlar keşfedip özgür bir birey olmanın tadına varmak istiyordu. Herkes özgürleşirken onun neyi eksikti. Ama Naciye zavallı Memduh’un hiçbir vakit bu evden ayrılmasına müsaade etmemişti. Hatta Memduh bir gün çok sevdiğim halamı ziyaret etmek istiyorum dediğinde. Kocakarı, “Nereye gidiyorsun a zibidi, Peri Bey’e emrederim seni öyle bir çarpar ki, dişlerin kafatasından fırlar,” demişti.
“Memduh, yıllarca bu esaret hayatına nasıl katlanmış?” diye düşündü Peri Bey. Memduh’un vücudu içindeyken Memduh ile empati kurdu. Bu onun ilk empatisiydi. Peri Bey “ Bu hissettiğim duygu çok insani olmalı,” dedi.
İçeride Nüzhet ’in Naciye’yi öldürmesini bekleyen Peri Bey, masanın üstünde bir elma gördü. Bu elma Medyum Naciye’nin özel elmasıydı. Memduh bir defa yemeye niyet etmişti de Naciye kıyameti koparmıştı. Peri Bey bir yuvarlak bitki için bunca çıkan tantanaya bir anlam verememiş ama sebebini de merak etmişti. İşte bu merakla bir ısırık aldı, tadını çok sevdi, ne hoş kokulu bir meyve diye düşündü. Menşei Amasya olan elmalardan biri olmalıydı. Peri Bey, bu besin maddesini dişleri ile ezmekten, suyunun boğazından akmasından dayanılmaz bir keyif aldı. Biraz sonra pencereyi açtı, havayı teneffüs etti, bu hissi de sevdi, yüzünde bir gülümseme oluştu, elinde elma ile aynanın karşısına geçti, yüzüne baktı, yüzüne can gelmiş gibiydi. Bir ısırık daha aldı sonra güzellik buldu. “Bu hissettiğim duygu gerçekten insani,” dedi. Her ısırıkta biraz daha insanlaştığını düşündü. Yüzüne daha dikkatli baktı, aslında bir estetik operasyonla şu elmacık kemiklerini eskisinden güzel hale getiririm diye düşündü. Fakat bunun için çok para lazımdı. Evet, her şey için para lazımdı. O an Kocakarı Naciye’nin içerdeki servetine karşı büyük bir iştiha duygusu ile dolup taştı.
Birden müthiş bir öfke ve kin duydu ikisine karşı “Bunlar acaba cin kökenli eşcinsel bir birey olduğum için beni dışlayıp ortadan kaldırırlar mı?” diye paranoya yapmaya başladı. Bu onun ilk paranoyasıydı. Bu faşistlerden her şey beklenirdi. Ne yapsam acaba diye düşündü.
Garip bir his kapladı içini, bu öldürme hissiydi, ilk defa böyle bir duyguyu hissetti. Bu da çok insani bir duygu dedi Peri Bey. Bu onun ilk insani öfkesiydi. Cin olarak kaçıp gitmektense insan olarak Memduh’un vücudum da mı yaşasam diye aklından geçiriyordu. Naciye yıllarca kendisine hizmet ettirmiş Nüzhet ise bin yaşına gelmişti. İnsanca yaşamak benim hakkım diye düşünüyordu. Elmadan bir ısırık daha aldı. Ve kararını verdi en iyisi Memduh olmaktı.
Peri Bey ikisini de öldürmeye tam anlamıyla kara vermişti.
Medyum Naciye’nin duvarda duran Dede yadigârı çiftesini aldı. Kapıdan içeriye girdi ve ikisinin de birbirine silah doğrulttuğunu gördü. Kocakarının altı patlarından çıkan kurşunla Nüzhet başından vuruldu. Peri Bey de medyum Naciye’yi öldürdü. Bu Peri Bey’in ilk cinayetiydi. İlk defa katil olma duygusunu tattı, bu his içinde, insani çok insani diyordu.
Peri Bey koşarak gizli kasayı açtı bir çuval altını, yakutu, gümüşü aldı ve sırtına attı. “Ablan star bebeğim,” diyerekten cesetlerin arasından sevinerek seke seke kırıta kırıta geçiyordu ki beli tutuldu. Bu onun ilk bel tutulmasıydı. Aklına Memduh’un bel fıtığı için doktora gittiği gün geldi. “Ay inanmıyorum! Bel fıtığı buymuş demek ama bu insani değil. Olmamalı,” diye söylendi. Öfkelendi. Birçok altını, yakutu zümrüdü, dolce markı, doları yere bıraktı, yüzü asıldı, beli çok ağrıyordu, yere çöktü, oturdu cesetleri seyretti bir süre. Vicdan azabı çekmeye başladı, bu onun ilk vicdan azabıydı. Ağlamaya başladı, hiç durmadan ağlıyordu. “Bu azap bel ağrısından daha kötüymüş,” diye düşündü. Bu durumdan kurtulmalıydı, eline Nüzhet Beyin silahını aldı, aynanın karşısına geçti, bir süre yansıyan sureti seyretti “Bedenini ikinci defa öldürmek zorundayım Memdoş,’’ deyip kendini vurdu.
Silah seslerinden ürken komşuların ihbarı sonucu polis kapıya geldi. İçerden ağlama sesleri geliyordu. Polisler uzun müddet ağlayan kişinin kapıyı açmasını istedi. Bu istek yanıtsız kalınca polisler kapıyı kırarak açtı, içerde üç ceset dışında kimseyi göremediler.
Hüseyin Safa Ak
Comentários