Zile basıp bekledi. Açılmadı kapı. Bir kere daha çaldı zili. Yine açılmayınca, bu kez kapıyı tıklattı. Endişelendi. Geçen günkü gibi banyoda kayıp düşmüş olmasın, diye geçirdi içinden. Ya da tansiyon ilacını almayı unutmuştu da… Aklına böyle kötü şeyler geldi. Yaşlı komşusunun, “Bu da sende kalsın, unutursam dışarda kalmayayım,” diyerek kendisine verdiği yedek anahtarı gidip getirse miydi evden? Onca merdiveni in, tekrar çık. Hay Allah! Aklına gelen olumsuz düşünceleri kovdu. Yaşlı adama bir şey olmasın diye dilinin ucunda beklettiği duayı sesli okudu. Bir kere daha zile basacakken kapıda dönen anahtarın sesini duydu. Derin bir nefes aldı. “Çok korkuttunuz beni,” dedi, “nerede kaldınız Ayhan Beyciğim?” Yaşlı adam esnedi. “Koltukta, gazete okurken uyuyup kalmışım,” dedi. Dışarıda çıkardığı ayakkabılarını, içeri aldı. Yeleğini portmantoya asarken, “Valla yüreğime inecekti,” dedi. “Allah muhafaza, size bir şey oldu sandım.” Yanında getirdiği bir tencere yemeği gözleriyle işaret ederek, “Çok sevdiğiniz nohutlu pırasadan yaptım size,” dedi. “hem de istediğiniz gibi, acı biber salçalı. Ama bu seferlik. Biliyorsunuz size acı yasak. Doktorunuz kaç kere uyardı.” Yaşlı adam, çocuk gibi yüzünü buruşturdu, şımardı. “Valla siz de Müesser Hanım’dan fenasınız canım. O en azından haftada bir kere izin veriyordu acı yememe. Sizse ancak ayda yılda bir.”
Müesser Hanım’ın adını duyunca suratı asıldı. Keyfi kaçtı. Onun adının geçtiği cümlenin uzayıp sohbete döneceği bir konuşmaya karşılık vermez, oracıkta keser koparırdı cümlenin başını, boynunu. Evinden getirdiği tencereyi mutfağa bıraktı, salona geçti. Yaşlı adamın okurken koltuğa yaydığı gazeteleri topladı, katlayıp masanın üzerine bıraktı. Sonra üçlü koltuğun bir ucuna ilişti. Karşı duvarda asılı duran çerçevenin içindeki Müesser Hanım’ın donmuş hayaline kaydı gözleri. Ayhan Bey’in, karısının omzuna şefkatle attığı eli o fotoğraftan fırladı, suratına suratına çarptı.
Yirmi yıldan beri komşuydular. Balkonları birbirine bakıyordu. İki yıl önce ölen Müesser Hanım’dan kalan boşluğu gönüllü olarak o doldurmaktaydı Ayhan Bey’in hayatında. Neredeyse iki yıldır hiç aksatmadan her gün uğrar, bulaşıkları yıkar, evi süpürüp temizler, banyonun fayanslarını silip ovalar, perdeleri yıkayıp asar, türlü yemekler yapar, yaşlı adamın ilaçlarını aksatmadan verir, gece olup da uyuma vakti geldiğinde karşı apartmandaki evine yollanırdı. Ayhan Bey’in evli çocukları, babalarına yardımcı olsun diye bir kadın tutmak istemişler, buna en başta o karşı çıkmış, “Ben ne güne duruyorum ayol,” demişti, “onca yıllık komşuyuz. Üstelik Müesser Hanım’ın sonsuz hatırı vardır bende.”
Komşu olmalarına rağmen, Müesser Hanım’la o kadar da samimi değillerdi aslında. Ne Müesser Hanım onu, ne de o, Müesser Hanım’ı severdi. Bir gece uykuda geçirdiği kalp krizinden ölen kocasından kalan parayla Müesser Hanımların karşısındaki daireyi satın alarak onlara komşu olduğundan beri kâh balkondan kâh perdelerin arkasından kaç kez evlerinin içini gözetlerken görmüştü Müesser Hanım onu. Bu durumu bir keresinde kocasına da açmış, “Şu karşı dairedeki dul kadından hiç hoşlanmıyorum. Kem gözleri, sürekli evimizin içinde,” dediğinde, Ayhan Bey, “Olur mu öyle şey canım?” diye itiraz etmiş, tek başına yaşayan Müesser Hanım’a arka çıkmış, onu anlamaya çalışmıştı.
“Yemek masasını hazırlayayım mı, aç mısınız?” diye sordu. Ayhan Bey, “Kurt gibi hem de,” diye karşılık verince kalktı mutfağa gitti. “Bu sabahki ilaçlarınızı aldınız mı peki?” diye seslendi mutfaktan, salonda oturan yaşlı adama. “İlaçları nereye kaldırdığınızı bulamadım,” dedi Ayhan Bey, “her şeyin yerini değiştirmişsiniz.” Değiştirmişti. Bu evde Müesser Hanım’dan kalan hiçbir izden hoşlanmadığından, bazı eşyaların yerlerini yaşlı adam için uygun olmadığı bahanesiyle kendince düzenlemişti. Günlerini daha çok bu evin salon ve mutfağında Ayhan Bey’le geçirdiğinden beri Müesser Hanım’ın yatak odasındaki komodinin çekmecesine koyduğu ilaçları, Ayhan beyin okuma gözlüğünü, pijamalarını, yeleğini, tarağını, kolonyasını salondaki dolabın çekmecelerine yerleştirmişti.
Bütün bunları, Müesser Hanım’la, Ayhan Bey’in en mahrem saatlerini, gecelerini geçirdiği yatak odasına sık uğramak durumunda kalmamak için yapmıştı biraz da. Aklından bunlar geçerken yaşlı adama karşı bir öfke duydu içinde. Sonra da yüreğini rahatlatmak için yıllardır yerinde olmak istediği Müesser Hanım’ın, asıl şu an kendi yerinde olmak isteyeceğini düşündü öteki dünyada. Kelimenin gerçek anlamıyla da ayrı dünyaların insanıydılar artık, Müesser Hanım’la kocası. Ayhan Bey’le aynı dünyada olmanın verdiği huzur, içini yatıştırdı. Hatta aynı evin, aynı odanın içinde. Böyle şeyler düşündüğü için kendi kendine suçlandı. Ama hayat böyleydi. Sonuçta yıllarca yapayalnız yaşamıştı. Yalnız kalmaktan öte, neredeyse yirmi yıl komşuları Ayhan Bey’le, Müesser Hanım’ın mutluluğunu, mevsim kışsa perdelerin ardından, yazsa yapayalnız oturduğu evinin balkonundan izlemişti iç geçirerek. Kocası ölmeden önce ne kadar da mutlu olduğunu, kaybının ne kadar da büyük olduğunu hatırlatmıştı komşuları ona. Hem de her gün. İnsan bir zamanlar mutlu olduğunu unutmak ister mi? Başkalarının mutluluğu ona kaybettiği şeyin güzelliğini hatırlatırsa ister. Ayhan Bey’in varlığı, kocasının yokluğunu unutmasına, ondan kalan boşluğu hayatla doldurmasına engel oldu yirmi uzun yıl. Müesser Hanım, ona bir daha asla yaşayamayacağı kadınlığı hatırlatıp durdu. Sıkılıp mutfak tezgâhının üzerinde unutulmuş limon gibi içinin boşluğunu, yarım kalmışlığını. İşte o denli ekşi bir tat bırakıyordu artık dilinde hayat. Akşam olup da perdeler çekildiğinde bile karşı evlerde neler yaşandığını bildi. Evlerin içini, duvarların ötesini gördü. O evlerde yaşananlar kendi evini hapishaneye, günlerini işkenceye çevirdi. O evlerden birinde Müesser Hanım’ın öldüğü gün, mahkumiyeti bir parça sona erdi. Hayatı, yapayalnız yaşadığı evin içinden Müesser Hanım’ın süslenip gezindiği, Ayhan Bey’le oturup yemekler yediği, çaylar, kahveler içtiği, uyuduğu, seviştiği odalara taştı. Yaşama alanı genişledi. Yüreği feraha kavuştu. Güzelleşti. Kadınlığının eksik kısmını, bir kertenkelenin yarım kalan kuyruğunu onarır gibi yeniden onardı hayat. Kuyruk acısı azaldı. Müesser Hanım’ın sağlığında samimi olduğu komşuları bile Ayhan Bey’in yalnız kaldığı evden ayaklarını çekti de o, sanki Müesser Hanım’ın emanet ettiği bir varlık gibi saçını süpürge etti yaşlı adama. Ölen kocası yaşıyor olsaydı neler yapacaktıysa, neler kaldıysa içinde kocasına yapamadıklarını Ayhan bey için yaptı.
“Yemek hazır,” diye seslendi salonda oturan yaşlı adama. Oturuldu. Çatal bıçak şakırtısında yemekler yendi. Susuldu. Göz ucuyla bakışıldı. Gülümsendi. Minnet duyuldu. Hayatın getirip kucaklarına bıraktıkları paylaşıldı, hayatın onlardan aldıkları unutuldu birbirlerinin varlığında.
Yaşlı adam, elindeki çatalı, tabağın kenarına bırakıp, “Biliyor musun,” dedi, “bugün Müesser Hanım’la evlilik yıldönümümüz.”
O, şu an sağır olmak istedi. O, şu an duyduklarına bir balık kadar unutkan.
“Biraz daha pırasa ister misin?” diye sordu. Yaşlı adam, isterim demiş gibi, yanıtını beklemeden tabağına yemek koydu. Adamın gözlerinde, Müesser Hanım’ın ışığını gördü. Salonun duvarında asılı fotoğraf geldi yine aklına. Üzerinde ona çok yakışan kırmızı elbisesiyle ve omzuna attığı işlemeli şalıyla Müesser Hanım ve Ayhan Bey’in bir kareye sığdığı, tam da şu an oturdukları mutfak masasında karşılıklı şarap içerlerken çekilmiş fotoğrafı sanki getirip önüne bıraktı bir an için yaşlı adamın gözlerinde flaş gibi parlayan o ışık. Soğuk bir ürperti duydu teninde. Aklının çerçevesinde beliren Müesser Hanım’ın fotoğrafını en azından hayalinde yırtmak istercesine ağzını bir makas gibi açtı, “Üşüdüm ben,” dedi keskin bir sesle. Yaşlı adam gitti, yatak odasındaki dolaptan, karısının işlemeli şalını getirdi. Şalı alıp omzuna atarken masanın üzerindeki bardağa çarptı mahsustan. Eteği ve bluzu ıslandı. “Hay Allah,” dedi, “şimdi eve kadar gidip üzerimi değiştirmem gerekecek. Bu romatizmalı bacaklarla işin yoksa onca merdiveni, in, çık.” Yaşlı adam, “Ne gerek var,” diyerek Müesser Hanım’ın elbiselerinden birini getirmek üzere bir kez daha yatak odasına gitti. “Kırmızı bir elbisesi olacaktı Müesser Hanım’ın, çok hoşuma gittiği için bana vereceğini söylemişti rahmetli bir keresinde. Kısmet olmadı.” diye seslendi yatak odasındaki yaşlı adama. Adam, elinde kırmızı elbiseyle mutfak kapısında göründü. Eksik fotoğrafı tamamladı o da. Kalktı giyindi. İşlemeli şalı omzuna attı, gelip yemek masasına oturdu. Müesser Hanım’ı o kırmızı elbisenin içinde hatırlayan Ayhan Bey’in buğulu bakışlarını onu çok beğenmesine yordu. Yirmi yıldır kendini ilk kez bu kadar güzel hissetti, ilk kez kadın. Erkekler bilmez, bir elbise kadınlar için yalnızca elbise değildir. Erkekler onu yalnızca bedenlerinin üzerinde bir parça kumaş, kadınlarsa aynı zamanda bedenlerinin içinde bir ruh gibi taşır. Her farklı elbisede, farklı bir ruh.
“Dolapta şarap var,” dedi yaşlı adam. “İçer miyiz? Müesser Hanım’ın da şerefine.” Son cümleye sağır oldu. Son cümleyi, çıkar çıkmaz yaşlı adamın ağzının kenarındaki yemek bulaşığı gibi siliverdi görünmez bir elle. “İçeriz,” dedi. “Şiir de okursunuz bana. Hatta şarkı bile söylersiniz o güzel sesinizle.” Bütün niyeti, yaşlı adamla karısına ait bu özel günün fotoğrafından Müesser Hanım’ın hayalini kesip çıkarmak, yerine kendi fotoğrafını koymaktı. Hiç olmazsa yaşlı adamın hafızasında. Hiç olmazsa şu an, karşısında. Bir ölünün kırmızı elbisesinin içinden, işlemeli şalının altından, yirmi yıldır içinde tuttuğu kadın şuhluğuyla baktı yaşlı adama. Adam kadeh tuttuğu elini, “İki yıl önce beni bırakıp giden Müesser Hanım’ın şerefine,” diyerek havaya kaldırınca, “İkimizin de şerefine,” diyerek Ayhan beyin ağzından çıkıp boşluğa dağılan kelimeleri düzeltiverdi yeryüzüne düşmeden. Şarabından küçük bir yudum aldı. Yaşlı adamın söylediği, “Olmaz ilaç sine-i sad pareme/ Çare bulunmaz bilirim yareme,” şarkısına eşlik etti. Sonra bir kadeh daha içti. Yaşlı adam bütün şişeyi bitirdi.
Her zamanki gibi geceye kadar oturuldu. Uykular gelince yataklar hatırlandı. Üzerindeki kırmızı elbiseyi çıkarmak üzere salona geçmek istediğinde, yaşlı adam onu engelledi. “Sana çok yakıştı,” dedi. “Hem zaten, Müesser Hanım hatıra olarak size vermek istemiş onu. Sizde kalsın.” Bunun yalan olduğunu sanki ikisi de bildi. Müesser Hanım’ın onu, onun da Müesser Hanım’ı pek sevmediğini bilmenin ikisine de artık hiçbir yararı olmayacağını, bu bilginin bu hayatta hiçbir işe yaramayacağını, ikisi de anladı. En değerli bilginin her zaman hayatla ilgili doğrular olmadığını anladıkları yaştaydılar. Doğrular, bazen hiçbir işe yaramayabilirdi. Yapayalnız olmayı gideremezdi mesela doğru dediğin. Mutsuz olmayı engelleyemezdi. Bu dünyada en değerli bilgi, mutlu olduğunu bilmekti. Yoksa dünyanın ve evrenin bütün sırlarını bilsen ne fayda? Mutsuz olduktan sonra.
Ölmüş bir kadına ait elbisenin içinde, işlemeli şalın altında, kapıya yönelirken, “İyi geceler,” dedi yaşlı adama. “Ne güzel bir geceydi. Yarın kahvaltı için bir şeyler hazırlar gelirim. Siz de yatın hemen. Çok içtiniz bugün. İlaçlarınızı almayı da unutmayın. İyi geceler.” Omzuna dostça dokundu yaşlı adam. Elinin değdiği yerler yıldız döktü sokaktan geçerken gecenin içinde. Çantasından anahtarını çıkarıp evine girdi. Yatak odasına geçti. Üzerindeki şalı ve kırmızı elbiseyi Müesser Hanım’a karşı aldığı galibiyetin ödülüymüş gibi gururla çıkardı, gardırobunun en görünür yerine astı. Yirmi yıllık yalnızlığını çıkarıp asmıştı sanki sırtından. Çırılçıplak kaldı bir an. Gardırobun aynasında uzun zamandan beri dokunulmamış bedenine baktı. Altmışlı yaşlarında ama hâlâ güzeldi. Eski ama naif bir konağın çinilerindeki derin çizgiler kadar anlam katıyordu zamanın yüzüne bıraktığı çizgiler. Uyku çağırdı. O da gitti yattı.
Sabah olunca, yaşlı adama söz verdiği üzere kahvaltılık bir şeyler hazırladı, sepete koydu ve evden çıktı. Yaşlı adamın oturduğu apartmanın girişinde, kapıcıyla karşılaştı. “Günaydın abla,” dedi kapıcı. “Ekmek falan lazım mı diye seninkinin gapısını çaldım emme açmadı.”
Seninki! Yüreği titredi. Bahçedeki güllerden çok daha pembe bir gülümseme açtı dudağının kenarında. Utandı, yere baktı. Kapıcının söylediği bu sözcükte dondu zaman. Kulağından girip orada kaldı. Kaç kez yankılandı. Sanki başka bir kadın da duysun diye, “Söylediğinizi tam olarak duyamadım, ne dediniz?” diye işveli sordu. Yaşlılığına verdi kapıcı. “Bey amcanın gapısını deyom, kaç kere çaldım, açmadı.” İstediği sözcük kapıcının ağzından çıkmayınca suratını astı. “Uyuyup kalmıştır,” diyerek yürüdü gitti. Biraz mutluluktan, biraz yaşlılıktan, ağır ağır, sindire sindire çıktı, onu yaşlı adama götüren merdiven basamaklarını. Kapısının önüne gelince dışardaki rüzgârın dağıttığı saçlarını düzeltti önce. Hazırlamış olduğu kahvaltılıkları taşıyan sağ elini boşaltarak yiyecekleri sol eline aldı – anneannesinden kalma bir takıntısı vardı çocukluğundan beri. Sol elle çalınan kapı hayra açılmaz- zile bastı. Açılmadı kapı. Bir kere daha çaldı zili. Bekledi. Kapı yine açılmadı. Bu kez de eliyle üç kere tıklattı kapıyı. Belli ki hâlâ uyanmamış diye düşündü. Elindekileri kapının önüne bıraktı, yaşlı adamın ona verdiği yedek anahtarı almak üzere evine yollandı.
On dakika sonra yeniden yaşlı adamın kapısının önündeydi. Şansını bir kere daha zille denedi. Birkaç kez bastı. Hâlâ uyuyor olamazdı. Yavaş yavaş kızdı arkadaşına. Telaşlandı biraz da. Bir yerde düşüp kalmasın diye düşündü. Anahtarı kapının yuvasına dikkatlice yerleştirdi. İlk çevirmede açıldı kapı. Eşiğe bıraktığı kahvaltı sepetini tekrar aldı, mutfağa geçip tezgâhın üzerine koydu. Ne de olsa bekâr bir adamın evine izinsiz girmişti. Mutfaktan odalara doğru seslendi. Susup içerden bir ses, bir nefes bekledi. Bir kez daha çağırdı yaşlı adamı. Dünyayla bir sustu. Mutfaktan yatak odasına doğru uzun bir yolculuğa çıktı. Küt küt attı yorgun kalbi. Koridor bir türlü bitmek bilmedi. Yirmi yıl önce kocasını kaybettiği o trajik sahneyi bir kere daha görmekten korktuğu için yatak odasının kapısına geldiğinde elinde olmadan gözlerini yumdu. Ancak böyle uzaklaştı içinde bulunduğu dünyadan. Ama bu kez de kendi içine çarptı. Kaya gibi sertleşmiş acılar biriktirdiği içinin duvarına. O duvarlara çarpıp tekrar kendine dönen bir ses duydu. “Onu mu arıyorsun?” diyen ses kulaklarının zarında yankılandı. Bedeni çoktan çürümüş sesin sahibini bildi. Gözlerinden sonra, kulaklarını da dünyaya kapattı avuçlarıyla. “Boşuna uğraşma,” dedi içindeki Müesser Hanım’ın sesi. “İnsan gözlerini de kulaklarını da dünyaya kapatabilir ancak. Kendi içine asla. İçinde biriktirdiğin sesler, yüzüne değil yüreğine çarpar bir gün. Kocamı sana bırakacağımı mı sandın?”
Gözlerini açıp dünyaya kaçtı. Açar açmaz da dünyanın duvarına çarptı bu kez. O duvarda asılı fotoğrafıyla karşı karşıya kaldı Müesser Hanım’ın. Üzerindeki kırmızı elbiseyle yalnızca bütün hatlarını ortaya çıkaran kadın bedeninin değil bütün şuhluğunu görünür kılan kadın ruhunun fotoğrafıyla.
Bu evde, zorunlu kalmadıkça girmek istemediği tek yer olan yatak odasının açık kapısında durdu, çift kişilik karyolanın dibinde nefes almadan boylu boyunca uzanan yaşlı adama baktı. O da nefes almayı unuttu bir süre. Sonra hayat kendini hatırlattı.
Kapıyı çekip çıktı evden. Merdivenlerden ağır ağır aşağı indi. Zemin kattaki kapıcı dairesinin zilini çaldı. Yaşlı adamın çocuklarına haber vermesi için kapıcıya durumu anlattıktan sonra evine gitti ve yirmi yıl daha yaşadı. Evinden kokular gelince emniyetten çağrılan görevliler eşliğinde kapıyı kırıp içeri giren komşuları, onu yatağında ölü bulduklarında yaşlı adamın verdiği zarif, kırmızı elbise ve omzundan aşağı özenle dökülen işlemeli şal vardı üzerinde.
Ölüme giderken bunları, başka bir kadına karşı kazanılmış zaferin üniforması olarak giydiğini kadın komşuları bile anlamadı.
Zaten erkekler, bir elbisenin kadınlar için yalnızca elbise olmadığını bilmez.
Halil İbrahim Özbay
Kommentare