“Aynı gökyüzü belki ama bu gün batımını şehirde bulamazsın,” dedi Nihal, kızına. Ailecek ilk defa köye gelmişlerdi. Yıllardır Ankara'nın gürültülü, bunaltıcı, kuru havasıyla yaşıyorlardı. Hepi topu on dakika süren gün batımını izlemek için bir dağın tepesine çıkmışlardı ve beş dakika geç kalmışlardı. Telefonlarından şifreyi girip kamerayı açmaya yeltendiler. Bir mesaj yağmuru bastırdı, telefonun kendine gelmesini beklemeleri gerekiyordu. Malum, köyde internet yalnızca dağlarda çekiyordu. Telefon kendine geldiğinde güzel güneş karşı dağın arkasındaydı artık. Anne ile baba, arkasına baktı. Arkada bir tepe daha vardı, oraya çıkarlarsa belki güneşi yakalayabilirlerdi. Birbirlerine baktılar. Aynı şeyi düşünüyorlardı.
Bu esnada Nazan, gözlerini o fosforlu turuncu gidene kadar güneşten ayırmamış, gözleri kamaşmıştı. “Yarın yine gelelim,” deyip elinden tutan annesinin yönlendirmesiyle, kör bir şekilde aşağıya, tepenin eteğindeki mezarlığa indi. Telefon burada da çekiyordu. Hava kararana kadar Ankara'yı aradılar. Bu esnada Nazan da mezarların arasında dolaştı, tanıdık ve yabancı isimlere baktı. Kimisi geçen sene gelen selden dolayı dağılmıştı. Dedesinin annesinin mezarı mesela. Ama mor çiçekler en çok orada çıkmıştı. Bunu bir başarı sayıp mutlu oldu Nazan. Bir tanesini kopardı ve mezara bir öpücük yolladı küçük kız. Telefon işleri bitince de tepeyi dolanıp köye doğru yürümeye başladılar.
Köy, Nazan'ın dedesinin köyüydü. Babaannesi on beş yaşında dedesiyle evlenmiş ve bu köye, bu eve yaşamaya gelmiş. Ama ev yıkılmak üzereymiş. Yine de ilk çocukları doğana kadar adamakıllı bir tadilat yapmamışlar. Dedesi Agop, gençliğinde tüm zamanını ve parasını içkiyle harcayan biriymiş. Hem çok çapkın olduğundan, hem tembel olduğundan, hem de bir yabancıyla evlendiğinden köy halkı onu pek sevmezmiş. İlk çocuk olan Nazan'ın babası doğup büyüyünce evi yavaş yavaş tamir etmeye başlamış. Kimse de yardım etmemiş. Bu yüzden hâlâ Hızır'ın küçükken yamadığı eciş bücüş yerler bellidir. Evin arkası düz bir duvar değil, aşağıya doğru genişleyen çimentodan oluşur, mutfakta kapının hemen önüne konmuş bir kolon vardır, girişteki tümsek olması gerekenden çok yüksektir. Bostan, evi çevreleyen iki çitin arkasında kalmıştır.
Nazan doğduktan sonra köyden daha çok kişi yabancıyla evlenmiş, köylüler de Türklere alışmış, Türkçe öğrenmiş. Dedesi dördüncü çocuk doğunca evin salonunu kahvehaneye çevirmiş, bir kısmında da sigara satmaya başlamış. Karısı Gülümser de Hızır ile birlikte Ankara'ya gitmiş, oğlunu liseye verip temizliğe gitmeye ve terzilik yapmaya başlamış. Kısa zamanda da bir ev almış.
Onu okuttuğu için Hızır annnesini çok sever, fakat babasını hiç sevmezdi. İçkisinden, sigarasından, tembelliğinden sürekli dem vururdu. “Babam bu kadar içmese şimdiye kadar beş evimiz olurdu,” derdi hep Nazan'a. Nazan ise dedesine bayılırdı. Onun bu yaşlı halini Uğur Dündar'a benzetirdi. Sesini, sigarasını, kıyafetlerini büyük bir hayranlıkla izler, onunla sohbet ederdi. Dedesi de Nazan'a düşkündü. Fakat yaşlılıktan ve hastalıktan, konuşmakta zorlanırdı. Kim olduğunu, nerede olduğunu unutur dururdu. Kısa bir süre sonra da cümle kuramaz oldu.
Ertesi gün, anne ile baba yine aynı saatlerde tepeye çıktılar. Bu sefer güneşi fotoğraflayacaklardı. Yolda İsguhi Hala ile karşılaştılar, anne ve baba, “Biz güneşi yakalayacağız İshak hala,” diye hızlı hızlı uzaklaşırken Nazan'ı orada bıraktılar. “Ari Nazan kızım, sana bir kahve yapam otur biraz.” Elinden tutup iki katlı beyaz eve doğru sürükledi. Nazan'ı dışarıdaki divana oturttu. Ev vadiye bakıyordu. Güneş batıyor, altında su şırıl şırıl akıyordu. Bu sefer nehirden yansıyan ışık gör etti Nazan'ı. İsguhi Hala doksan iki yaşındaydı, eşi Movses de hayattaydı. Uzun ince, güler yüzlü bir adamdı ve kalın gözlükleri vardı. Nazan bu yaşlı adamın adını bilmezdi.
Köpüklü kahveyi, suyu ve ikinci gelişinde çikolata, şeker, bisküvi ve jeli İsguhi'nin oğlu getirdi. Soluk soluğa kalmış annesini divana oturttu ve içeri gitti.
“Ye kızım. Nasılsın, okul nasıl?”
“İyi.”
Nazan jeli aldı ve incelemeye başladı. Kokusu güzeldi ama ağzına atınca pişman oldu. Galiba gülden yapılmıştı, gözleri yaşardı. Jeli yutmaya çalışırken İsguhi soluklanıyordu.
“Dedeni iyi tanırım, bilir misin Nazan kızım. Babasını da anasını da iyi tanırdım. Çok da severdim. Oğlumun yakın arkadaşıydı ama şimdilerde pek konuşmazlar. Gerçi artık pek konuşamıyor değil mi kızım? Aklı gider gelir ama bana pek düşkündür. Kaç gündür buraya gelip bana neler anlatıyor bilir misin?”
Nazan'a bakıyordu şimdi. O kadar yaşlıydı ki kahverengi gözleri soluk griye dönmüş, göz kapakları içine çökmüştü. Başına kocaman bir sarık koymuş, siyah bir yelek, uzun bir etek, altına da Mickey Mouse'lu pijama giymişti. Bolca diken yapışmış gri çoraplarını yukarıya çekmişti. Yüzünde ciddi bir ifade vardı. Ağzı iki yana ve aşağıya gerilmişti. Fincanı alıp kahvenin köpüğünden bir yudum aldı.
“Deden babasını hiç sevmezdi bilir miydin kuzum fakat annesine çok düşkündü.” dedi, “öylesine nefret ederdi ki bir yabancıyla evlendi, Gülümser Hanım’la. Babası da bir daha ölene kadar konuşmadı onunla. Şimdi bakınca eften püften bir olay belki ama Agop'un kalbi çok kırıldı. Köylü de hak verdi, sırt çevirdi Agop'a. Kimse konuşmaz oldu bir süre. Kahvehaneyi açtığında insanlar gelip gitti evine ama pek ısınamadılar ona. Ben onun çocukluğunu da içini de iyi bilirim Nazan'ım.”
Kahvesinden bir yudum daha alıp bitirdi.
“Çikolatadan al, eve de götür yavrum. Al, al. Agop'un aklı erken gitti. Bu saatten sonra tek bir şey istiyor, o da annesinin yanına gömülmek. Yanıma gelir bana bunu söylemeye çalışır kuzum. Her gün gelir. Burada bir tek bana açılır o. Anası erken öldü, beni anası belledi o günden sonra. Sizinkilere söyleyemedi, şimdi de dili dolanır, diyemez. Ta o tepenin başındaki babasının mezarının yanına değil, na şu yumuşak toprağa gömülmek istiyor. Uygun bir zamanda anana babana söyle olur mu yavrum?”
Ağlıyordu, Nazan da etkilenmişti. Dağın arkasında telefonun çektiği mezarlıktaydı annesi. Babası ise yukarıda, tepede, eski bir ibadet yerinin yanında gömülüydü. Mor çiçeğin pantolonunun cebinde olduğunu hatırladı. Eliyle yokladı. Yapışmıştı.
“Tamam İshak Hala,” dedi. Şekerleri ve çikolataları cebine doldurup eve koştu. Dedesi kapının önündeydi. Tanımadı Nazan'ı. Dedesinin başını okşadı, sarıldı ona ve içeri gitti. Mutfaktaki dolaba çikolataları ve şekerleri koydu, bir kısmını da kâseye koyup içeri götürdü. Kısa bir süre sonra dedesi bağırmaya başladı. Uzun uzun çığlıklar atıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Nazan pencereden baktığında dedesinin ayakta, iki çitin arasında kollarını açıp bağırdığını gördü. Dönüş yolunda babasının sesini duyan Hızır da eve doğru koşmaya başlamıştı. Hışımla babasının yakasından tuttu. Çok sinirlenmişti.
“Ne bağırıyorsun? Bizi bütün köye rezil ediyorsun rezil herif!” diye gürlemeye başladı.
Yaşlı adam oğlunun gürlemesinden korkup susmuştu ama Hızır sakinleşmemişti. Onu beyaz plastik bir sandalyeye itti. Sonra da sandalyenin kollarından tutup gerisin geri sürmeye başladı.
“Ne bağırıyorsun sen? Ne bağırıyorsun? Lanet herif! Tembel herif!”
Agop çaresiz bir haldeydi, konuşamıyordu. Hızır sakinleşip uzak bir yere oturunca da babası, midesinde ne var ne yok çıkardı. Bir şeyler yedirip yatırdılar ama bu sefer de yatağa kusmaya başladı. Hızır bütün gece babasıyla ilgilenmek zorunda kaldı ve sürekli lanet okudu. Ertesi gün de aynıydı. Agop siyah siyah kusuyor, hastaneye uzak olduğu için götürülmüyordu. Fotoğraflayabildikleri o gün batımından sonraki dört gün böyle devam etti. İhtiyar acı çekip inliyor, yemek yiyor, sonra da yediklerini çıkarıyordu. Hızır kusmuğu temizliyor, Nihal yemek yediriyor, Agop yediklerini yeniden çıkarıyordu. Duvarın kabartmalı yerlerine gelen siyahlık temizlenmiyor, orada iz bırakıyordu.
Dört gün sonra öldü Agop. Öğrendiklerine göre mide kanaması geçiriyormuş, siyahlık bu yüzdenmiş. Nazan çok üzülmüştü bu gidişe. Hem dedesi öldüğü için, hem de annesinin yanına gömülmediği için. Uygun zamanı bulamamıştı ki mezar konusunu açabilsin. Dağın başındaki mezarı kazmak çok daha zahmetliydi ama ibadet yerinin yanına gömülecekti, işte o kadar. Sebebi eskiydi ve sorgulanmıyordu. Asırlardır bu ailenin erkek bireyleri dağın başındaki, çatısı geçen seneki sağanaktan çökmüş bu tahta evin yanına gömülürdü. Belli ki en azından bir yıldır kullanılmıyordu, belki de daha uzun zamandır. Taşlı toprak büyük uğraşlar sonucu kazıldı ve ölü gömüldü. Mermer yapımı iki yıl sonraya ertelenirken Nazan tahta evin yanındaki kapısı olmayan tuvalete bakıyor, merak ediyordu.
Mermeri beşinci yılda yaptılar. Malzemeleri köye getirmek ve üstüne üstlük dağın tepesine çıkarmak pahalıya patladı ama en sonunda her şeyi halletti Hızır. Rahattı artık. Ağız dolusu küfürler savurdu toprağa. Bir daha bu köye adımını bile atmayacaktı. Yapması gereken tüm görevlerini bitirmişti. Derin bir nefes aldı. Son işlemler için üç günlüğüne geldiği köyden ayrılmak için can atıyordu. Nazan ise uzakta, dedesinin son isteğinin sorumluluğu altında ezilmekteydi.
Hande Erdoğan
Commentaires