top of page

Öykü- Hanife Baş- Soğuk Eller

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Odaya derin bir sessizliğin ağırlığı çökmüştü. Umutlar, hülyalar, acılar, kederlerle bir olmuş, görünmez bir ağ gibi her yana yayılmıştı. Yalnızlığı daha da derinleşiyordu. İçindeki boşluk, tüm bedenini sarmış, her adımda ağırlaşıyordu. Solgun yüzü, dalgın bakışları, dağınık saçlarıyla pencereye yanaştı. Dışarıda rüzgâr bulutları yavaşça sürüklüyordu. Gökyüzü, gri bir battaniyeyle örtülmüş gibiydi. Dumanlar kara bir atkı gibi sarılmıştı ağaçların boynuna. Yağmur yağdı, yağacaktı…

İç çekerek yıpranmış koltuğuna geri döndü. Toz ve kirle kaplı abajurdan yansıyan loş ışık odanın köhne havasını iyice ağırlaştırıyordu. Duvardaki karanlık tablolar, kirli camların ardına hapsolmuş gibiydi. Çerçevesi paslanmış eski saat durmuştu; tik takları duyulmuyordu. Aynanın çatlak yüzeyinden yansıyan simasına gözleri takıldı. Çökmüş avurtları, bitkin bakışları, üç günlük sakalı ve yağlı saçları perişanlığını tamamlıyordu.

Elini ağır hareketlerle uzatarak viski şişesine uzandı. Kendine bir bardak doldurdu, sigarasını yaktı. En güvenli iki sığınağı. Havada dönüp duran kuşlar gibi zihninde düşünceler dönüp durmaya başladı. Kafası taşan bir nehir gibi doluydu. Ve yine o sahne. İçindeki çocuk yine ortaya çıkmıştı. Kalabalık. Çığlıklar. Soğuk…. Dokunduğu o soğuk el, morarmış parmaklar, o devasa yatak, o devrilmiş gözler… Donup kalmıştı. Sarı kıvırcık saçları dağılmış, nefesi durmuş, minik bedeni kaskatı kesilmişti. Ağzını açtı ama sesi çıkmadı, gözleri doldu ama yaşları kirpiklerini aşamadı. O an her şey durmuştu. İçindeki her şeyi öldüren bu görüntüye saplanıp kalmıştı. Bir an olsun aklından çıkmıyordu… O ana hapsolmuştu. İçindeki o hiç susmayan çocuk, her köşe başında sessizce pusuda bekliyor, en ummadığı anda hatıralarından çıkıp ani bir baskın yapıyordu. “Hep böyle mi yaşayacağım?” diye mırıldandı. Ne zamandır uyuyamadığını bile unutmuştu. Ama o gece, içkinin sersemletici etkisiyle koltuğunda sızıp kaldı…

Ertesi sabah yine işe geç kalmıştı. İşyeri binasına koştura koştura girerken görevlinin anlamlı bakışlarıyla karşılaştı. Bu görevliyi sevmezdi, kocaman elleri de ona hep itici ve soğuk gelir, ona hiç güvenemezdi. “Gözlerini de bana bakarken deviriyor,” diye düşündü. Merdivenleri üçer beşer çıkmaya başladı. Camdan devasa bir bina, modern ve minimalist tasarımın soğuk birleşimi ofisler; deri koltuklar, parlak yüzeyler, yüksek cam tavanlar, şeffaf bölmeler. Sanki camdan bir kafes. Çalışanlar da ücretli köleden başka neydi ki?

Ofise girdiğinde, çalışma arkadaşları başları bilgisayarlarında harıl harıl bir şekilde çalışıyordu. Çoğu yirmilerinin sonu, otuzlarının başında. Kılık kıyafetlerinden disiplinin ve hırsın izleri okunuyordu. Onu görmeleriyle başlarını kaldırmaları bir oldu. Acıyan bakışlar, sorgulayan cümleler, baş sallamalar, bıyık altı gülüşler… Yalnızlığını burada da hissetti. Yüzü bir an için renkten renge girdi. Zoraki bir selam verdi. Geniş, iyi aydınlatılmış, herkesin birbirini görebildiği bu açık ofiste on yıldır çalışıyordu. İşini sevmiyordu ama geçinmek zorundaydı. Ofis arkadaşlarının hiçbiriyle bir bağ kuramıyor, onlara karşı mesafeli duruyordu. Onlarda hissettiği soğukluk, ona hiç yabancı değildi. Zaten her zaman insanlardan uzak durmuştu.

Masasına oturur oturmaz bilgisayarını açtı. Ellerini klavye üzerinde gezdirmekte zorlandı. Boğulacak gibi hissediyordu. Henüz günün başıydı ama ona bir ömür gibi geliyordu. Ellerinin titremesine aldırmadan bir kahve doldurdu. Kravatını gevşetti, gömleğini dirseklerine kadar sıvadı. Gözleri pencerenin dışına kaymıştı. Ne kadar zaman geçti, hiç fark etmedi. Masasında uyuya kalmıştı. Rüyasında yine ölmüş annesinin soğuk elini tutuyordu. O devrilmiş gözler. Kıvırcık saçlı küçük çocuk bağırıyordu: "Hadi kalk, hadi kalk."

Kulaklarında yankılanan tok bir sesle uyandı: "Kalkın yerinizden, bu ne rezalet!"

Hâlâ rüyada mıydı? Hayır, rüyada değildi. Bağıran patronuydu. Orta boylu, orta yaşlı, saçlarının önü dökülmüş, sert görünüşlü bir adam. Onun bağırışlarına dışarıdan gelen araba sesleri eşlik etti. Patronu, kafasından dumanlar çıkarcasına bağırmaya devam etti: "İşe her gün geç kalıyorsunuz. Yetmezmiş gibi çalışmıyorsunuz. Şimdi de uyumaya başladınız! Yeter artık. Size çok şans tanıdık ama artık sabrımız tükeniyor. Eşyalarınızı toplayın, işten çıkarıldınız."

Uykulu gözleriyle bir süre etrafına bakındı. Ne oluyordu? Odadaki tüm gözler ve kafalar ona dönmüştü. Çalışma arkadaşları da şaşırmıştı. Ondan hoşlanmazlardı ama ona acırlardı. Bu şekilde işten atılmasına karşı çıkanlar da oldu. “Gökhan Bey yapmayın. Görüyorsunuz zor bir dönem geçiriyor. Birkaç gün izin verseniz, bir şansı da daha hak ediyor. İşten çıkarmayı sonra düşünseniz…” Gökhan Bey’in sert yüz ifadesi geri adım atmaya niyeti olmadığını gösteriyordu. Bir hışımla odadan çekip gitmişti.

Sanki üzerine bir buz kovası boşaltılmış gibi hissetti. Beti benzi atmıştı. Saniyeler içinde işinden olmuştu. Bir şey söylemek istedi ama ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Sadece çantasını alıp dışarı fırladı. Arkasına bile bakmadan çıktığı gibi, o binadan, o insanlardan ve o cam kafesten kurtulmuştu. Bir şekilde özgürleşmişti. Zincirlerinden kurtulmuş bir boğa gibiydi. O bina, o insanlar, o iş, her geçen gün onu boğuyordu. Aslında işten çıkarılacağını da tahmin etmiyor değildi. Belki de kovulması en iyi şeydi.

Ama şimdi ne yapacaktı? Kira borcu birikmişti, kredi kartı ödemeleri de uzun süredir aksıyordu. Maaşı olmadan ne yapabilirdi? Fakat bu düşünceler zihninden bir sis gibi silinmişti. Hava açmıştı, çok güzeldi. Gökyüzü, sonbaharın en yumuşak mavisiyle örtülmüş, kuşların cıvıltısı ortalığı şenlendiriyordu. Her yer mis gibi çiçek ve toprak kokuyordu. Kendini güzel havanın kollarına bıraktı, ayaklarının altındaki yolu takip ederek yürüdü, yürüdü, saatlerce yürüdü… Koca bir şehir arkasında kalmıştı. Binalar, ağaçlar, insanlar bir göründü bir kayboldu. Ahh! Her şeyi unutmak için ne kadar uzağa gitmeliydi bir insan? Kaç kilometre yol kat etmeliydi? Bir daralıp bir genişleyen yol sonunda onu denize doğru savurmuştu. Uzun bir süre denizin kenarında oturup dalgaları seyretti. Her dalga bir ritüel gibi sahile vuruyor, kayaların etrafında kaybolan beyaz köpüklere dönüşüyordu. Hiç bıkmadan sıkılmadan aynı ritimde tekrar tekrar geliyorlardı. Çocukluğundaki anılar gibiydiler. Onları izlemek sanki zamanın akışını durdurmak gibiydi. Her dalga, ruhunun en derin köşelerine dokunuyor, bir iç huzuru getiriyordu. Sanki deniz içindeki kaygıları alıp götürüyordu. Orada ne kadar süre dalgaları izledi, anımsamıyordu.

Birden sahile yeni gelen bir anne ve bir oğlan çocuğuna gözü takıldı. Çocuk beş yaşlarında, sarı kıvırcık saçlıydı. Bilekleri boğum boğum, yüzü çilli ve sevimli bir ifadeyle doluydu. Annesi genç, orta boylu, narin yapılıydı. Fakat gözlerinde, sanki tüm dünyanın yükünü taşıdığını düşündüren bir bakış vardı. O, elleriyle çocuğa dalgaları gösteriyordu. “Acaba onun da elleri soğuk muydu?” diye geçirdi içinden. Çocuğun her dalga gelişinde çıkardığı neşeli sesler, kıkırtısı, heyecanı görülmeye değerdi. “Anne ve çocuğu, ne kadar güzel vakit geçiriyor. Ne kadar da mutlu görünüyorlar!” diye düşündü. Ama birden bedeni titremeye başladı, gözleri boş bir şekilde uzaklara bakarken bir şeyler hissetti. Bir süre daha anne oğlu izlemişti. Ama bu uzun sürmedi. Ve yine o an. Saplanıp kaldığı silinmeyen görüntü. O soğuk el, yanında ölen annesinin buz gibi bedeni… Ağzını açtığı anda kapatmıştı. Gözleri donmuştu, zaman bir anda durmuştu. Yıllar geçmişti ama içindeki çocuk hala oradaydı.

Ne tedaviler görmüş, ne terapiler almış, ne psikologlara başvurmuştu ama nafile. Kaç yaşına gelmişti hala değişen bir şey yoktu. Zaman sanki geri sarıyordu. Gözleri denizdeydi ama içindeki fırtına farklıydı. Dalgaların sesi artık ona keyif vermiyordu. Kumdan kaleler yaptı, deniz kabuklarıyla oynadı. Kafası yerine gelmişti. “Hep böyle devam edemem,” dedi kendi kendine. “Geçmişimle ve korkularımla yüzleşmem gerekiyor.”  O anda terapilere daha aktif bir şekilde katılmaya ve yeni bir iş aramaya karar verdi. İlk iş terapistini arayıp ertesi gün için randevu aldı. Belki de evlenmeli kendi çocuğunu yapmalıydı. Deniz ve dalgalar ona yardım ediyordu. Yüzünü tokatladı, gözlerini kırpıştırdı, şakaklarını ovuşturdu. Kendine sarıldı, kendi kendini sevdi, kendi başını okşadı. Bir cesaretle genç anneye seslenmek istedi. İnsanlarla çok iyi iletişim kuramazdı. Yüzü kızardı, “Ee, şey” diye kekeledi.

“Ne kadar güzel bir hava değil mi?” Anne şaşkın bir bakış fırlatırken “Evet, şahane bir hava. Sonbaharın son güneşli günlerinin keyfini çıkartıyoruz. Sizin de çocuğunuz var mı?” dedi. O, boş gözlerle çevreye baktı. Bir an eski ceketinin içinde yitip gitmek istedi. Kıvırcık saçlı çocuk ise onun sesine doğru dönmüş, yüzünde neşeli bir gülümseme belirmişti. Hiç beklemediği bir şey oldu. Yanına gelerek minik elleriyle elini tuttu. Çocuğun sıcak elini avuçlarında hissederken, yıllar önceki o soğuk eli hatırladı. Gözleri yıllardır karanlıkta kalmış bir odanın penceresinden ilk kez ışık alan bir çiçek gibi parlıyordu.


Hanife Baş

Opmerkingen


bottom of page