top of page

Öykü- Hasan Hüseyin Akkaş- Ameliyat

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 11 Eki
  • 5 dakikada okunur

Dişçi koltuğundan geniş, eski ve yerden yüksek bir ameliyat koltuğunda yatıyorum. Bademcik ameliyatını saymazsak daha önce ameliyat olmadım. Polip aldırma ameliyat sayılmaz. Kendimi öyle hazırladım. Burun boşluğumu dolduran polip diş çeker gibi sökülüp alınacak ve nefes almamı engelleyen bu lanetten kurtulacağım. Poliklinikte böyle anlatmıştı doktor. Kolay olacak sanırım.

Dikkatimi dağıtmak ve stresimi azaltmak için çevreyi inceliyorum. Ameliyathane deyince tam teşekküllü, parlak ışıklarla ve son model cihazlarla teçhiz edilmiş bir mekân tasavvur ediyordum. Oysa görece dar bir oda ve odayla bağlantılı daha küçük bir odadan ibaret. Loş, duvar boyaları dökülmeye başlamış eski ve bakımsız bir yer burası. Neticede KBB (kulak, burun, boğaz) ameliyathanesi ve o kadar donanıma gerek olmuyor demek ki, böyle düşünülmüş olmalı. Ama bu kadar bakımsız ve köhne bir yer olmasını garipsiyorum.

Mekânı garipsemekle birlikte, tedirginim ve açıkçası biraz da korkuyorum. Doktor cımbız benzeri bir aletle ince şeritler halinde kesilmiş ve sıvı ilaçla yıkanmış gazlı bezleri her iki burun deliğimin içine doğru itmeye başladı. İnsan burnunun içi ne kadar da genişmiş. Gazlı bezlerin burun boşluğuma girmesini ve içini doldurmasını merakla ve hayretle izliyor, hissediyorum. Şeritler burnuma yerleşti ve ben baskı hissiyle doktora soruyorum. “Acaba bu gazlı bezler ne için?”. “Onlar burun boşluğunu ve içerideki polipi uyuşturacak ve sen acı hissetmeden polipi çıkaracağım.” Kolay iş olmalı, tereyağından kıl çeker gibi!

Gazlı bezler yerleştirildikten sonra yaklaşık bir on beş dakika kadar bekliyoruz. Bu arada doktor, işinin ehli olmanın kendine verdiği güvenle hemşirelere yapacağı işlemi film üzerinde anlatıyor ve sık sık bana dönerek, “Bir sorun var mı, baygınlık falan geliyor mu, kendini nasıl hissediyorsun,” diyor. Ben rahat olduğumu ve hiçbir sorunun olmadığını söylüyorum. Hemşirelerin doktoru mecburen dinledikleri ve yapılan işlemi umursamadıkları tavırlarından anlaşılıyor. Ne de olsa onlar yardımcı personel sorumlulukları yok. Üstelik film üzerinden yapılacak işlemi anlayabilmek kolay mı?  Doktor hemşirelere hazır olun talimatı veriyor. Sağ tarafımda doktor ve bir hemşire, sol tarafımda da diğer hemşire olduğu halde doktor, “Başlıyoruz,” diyor.

Doktor önce burun boşluğuma doldurduğu şerit halindeki gazlı bezleri tek tek çıkarıyor. Her iki tarafa da üçer gazlı bez yerleştirmiş. Sonra kargaburnuna benzer fakat daha ince uzun ve yamuk bir burnu olan bir çeşit pensi burnumun içine sokuyor ve “acıyor mu” diyerek beni yokluyor. Zannediyorum burnumun içinin uyuşup uyuşmadığını anlamak istiyor. Bu hareketi birkaç kere tekrarlıyor ve ben her seferinde acı hissetmediğimi söylüyorum. Burun boşluğumdan gazlı bezler çıkınca biraz rahatlıyorum. Dolgunluk hissi azalıyor fakat bu sefer de burnumun içi keçeleşti. Doktor, “Hazır ol sakın başını oynatma polipi çıkaracağım,” diyor. Ben zaten koltuğa değen başımı iyice yapıştırdım ve “Hazırım,” diyorum. Her iki hemşire de başıma bastırıyorlar, kurbanlık koyun gibiyim, dişlerimi sıkıyorum. Doktor pensi burnuma sokuyor ve birkaç denemeden sonra polipi tutuyor, “Çıkarıyorum derin nefes al,” diyor. Pense asılıyor, neredeyse başımı da pensle birlikte kaldırıyordu ki, hırt gibi bir ses geldi burnumdan. Pensin ucunda saydam bir madde olan kanlı polipi görüyorum, ağzımdan burnumdan kanlar yürüyor. Doktor hemşireye çabuk gazlı bez yetiştirin diyor. Ben kendimden geçiyorum, baygınlık geliyor. Ne konuştuklarını anlamıyorum. “Ah, öldüm, vay anam!” gibi ünlemlerle inliyor, baygınlığın verdiği o acayip hali yaşıyorum. Bilincimi kaybedeceğimi sanıyorum ama direniyorum.

Yavaş yavaş yatışmaya başlıyorum. Burnuma tampon yerleştirip bandajlıyorlar. Yaklaşık on beş dakika sonra beni ameliyat koltuğundan kaldırıyorlar. Doktor, “Artık gidebilirsin,” diyor. “Bir hafta sonra gel film çektirip durumuna bakalım, istirahat yazdım, bu reçetedeki ilaçları al ve kullan, dinlenmeyi de unutma,” diyor. Elime plastik bir kap veriyorlar. İçinde o lanet polip var. “Bunu patolojiye teslim et ve bir ay sonra sor,” diyorlar.

Ameliyathaneden çıkıyorum koridorda birkaç adım attıktan sonra başım dönüyor, sendeliyorum ve koltuğa oturuyorum. On beş yirmi dakika dinleniyorum. Oradan geçen tanıdık bir yüz, “Sen filanca hanımın eşi değil misin,” diye soruyor. “Evet,” diyorum. “O nerede?” diyor. “İşi vardı gelemedi,” diyorum. Kadın, halimi garipsiyor. Aramızın kötü olduğunu nereden bilecek kadıncağız. Hastanede merhabalaşıp konuşamadığım bir akraba birkaç yıl sonra, “Yüzün kireç gibi bembeyazdı, hiç iyi gözükmüyordun,” diyecekti. Yalnız olduğuma şaşırmış ama nedenini sormayı usulen yanlış bulmuş.

Dışarıya çıkıyorum. Mart ayının sonları. Sabah kırağı düştüğü için hava açılmış, günlük güneşlik, buz gibi de soğuk. Burnumun sağ tarafı öyle açılmış ki bandajlı haliyle bile aldığım soğuk nefesin ta beynimin derinliklerine ulaştığını hissediyorum. Ameliyatın başarılı geçtiğini aldığım nefesten anlıyor ve seviniyorum. Aradan biraz zaman geçtikten sonra da diğer burun deliğimden ameliyat olurum diye düşünüyorum. Elimi tampona götürüyorum, kan bulaşıyor, kanamam var. Arabaya doğru yürüyorum. Telefonum çalıyor, açıyorum, o, hanım. “İşlemin bitti mi, nasılsın, eve gel, kahvaltı hazırlıyorum,” diyor. “Evet,” diyorum sadece, kapatıyorum telefonu.

İş yerine gidiyorum. Arkadaşlarla ameliyata dair kısa bir süre sohbet ediyoruz, sağlıkçı arkadaştan bandajı değiştirmesini rica ediyorum. Kanamam azalıyor ama tam olarak bitmiyor. İstirahat raporunu idareye teslim edip izin alarak ayrılıyorum. Eve geldiğimde onu bulamıyorum. Doğruca yatak odasına gidip yatıyorum.

Öğleden sonra uyanıyorum. Acıkmışım, kahvaltı yapmam lazım. Aynanın karşısına geçip bandajıma bakıyorum, hafif kanamış ama iyiyim. Çaydanlığı ocağa koyuyorum. Kahvaltılıkları buzdolabından çıkarırken telefonum çalıyor, babam, açıyorum. “Oğlum zahireciden alacağım var, Milönü’ne gel de oradan ekin pazarına gidelim,” diyor. “Peki, baba,” diyorum. Ocağı söndürüp, kahvaltılıkları öylece bırakıp çıkıyorum evden.

Babamla buluşup ekin pazarına doğru ilerliyoruz. Babam mahcup, “Oğlum ameliyat olacağını bilmiyordum, bilseydim arar mıydım,” diyor. İyi olduğumu söylüyorum, “Sorun yok,” diyorum. Telefonum çalıyor, açıyorum o, “Neredesin, eve ne zaman geldin de çıktın, lütfen eve gelir misin” diyor. Bu arada direksiyonun hâkimiyetini kaybedip sağımdaki arabaya çarpacakken zor toparlıyorum, yavaşlıyorum, telefon elimden düşüyor, adam korna çalıyor, camı açıp sövüp sayıyor. Babam, “Dikkat et oğlum, direksiyondayken telefonu niye açıyorsun,” diyor. Trafikteki adama mı, babama mı yoksa telefondaki hanıma mı laf yetiştireceğimi bilemiyorum. Sağa çekip duruyorum. Telefonu alıp kapatıyorum, içim içime sığmıyor. İçimde yükselen bir şeyler var, hissediyorum, kalbim sakinleşmek bilmiyor, öfke esir alıyor beni.

Çok geçmeden ekin pazarına iniyoruz. Zahireci, “Para hazır değil,” diyor, “bekleyeceksiniz.” Hanım arayıp duruyor, reddediyorum. Bir saat bekledikten sonra tekrar soruyoruz, henüz gelmedi diyor. “Parayı zamanında hazır etmeliydiniz, herkesin işi gücü var,” diyorum. Adam kafasını sağa sola sallayıp söyleniyor. “Ne diyorsan açık söyle,” diyorum. “Kardeşim git işine, haline de bakmıyorsun,” diyor. “Ne varmış halimde, alacağımızı almaya geldik, sallayıp duruyorsun bizi,” diyorum. Adam ayağa kalkıyor, bana doğru yönelince babam hemen atılıyor, “Tamam bekliyoruz, sorun yok,” diyor. Adam, “Oğluna göz kulak ol, dik dik konuşmasın, o sargılı burnunu düzlerim,” diyor. “Gel bakalım kim kimin burnunu düzleyecek,” diyorum. Babam beni zor zapt ediyor. Dışarı çıkıyoruz, babam, “Oğlum sen git evine, kaza bela çıkacak, bu adamlara laf anlatamazsın,” diyor. İçim içime sığmıyor, babamın sakinliğine güvenip arabaya biniyorum. Babam, “Haydi git oğlum zaten rahatsızsın,” diyor. Birkaç adam zahirecinin önünde beni takip ediyorlar. Arabayı gazlayıp duruyorum. Bir an son gazla dükkânın içine dalmayı düşünüyorum. İçimdeki öfkenin ancak bu şekilde dineceğini zannediyorum. Beynimde iki zıt düşünce çarpışıyor, sağduyu ağır basıyor. Vitese geçip gazlayarak son hızla oradan ayrılıyorum.

Eve geliyorum. O gene yok. Kahvaltımı yapmak için mutfağa geçiyorum, buzdolabından çıkardığım kahvaltılıklar öylece duruyor. Çaydanlığın altını yakıp masaya oturuyorum. İkiye katlanmış bir kâğıt gözüme ilişiyor. Okuyorum.

Mektubu yazıp yazmamakta çok kararsız kaldım. Geriye dönüp baktığımda üç yıllık evliliğimizin kocaman bir hiçten ibaret olduğunu görüyorum. Biz evlenmekte acele etmedik hâlbuki birbirimizi iyi tanıyorduk, alelacele alınmış bir karar değildi evliliğimiz. Ama işte evlilik başka şey, yerine getirilmesi gereken sorumluluklar var, sen bunların hiç birini üzerine almadın. Flört ettiğimiz zamanlardaki gibi naiftin, günübirlik yaşamaya çalıştın. Flörtümüzde beni çok mutlu ettin bunu inkâr edemem ama evlilik başka.

Evlendikten bir süre sonra her şey monotonlaştı. Zevk aldığımız şeyleri yapmaz olduk. Birbirimizi mutlu etmemiz gerektiğini unuttuk. Sen arkadaşlarınla takıldın, onlarla beraber olmaktan hoşlandın. Bir karın olduğunu, ilgi beklediğini, eskisi gibi sevilmek istediğini görmedin. Evde olduğun zamanlarda gözünü televizyondan ayırmadın. Başka kadınlarla ilişkin olduğundan bile şüphe ettim. Çocuk yapalım dedim, ben o sorumluluğu taşıyamam dedin. Bir çocuğumuz olsa başka türlü olur muydu evliliğimiz bundan da şüpheliyim.

  Sözün özü yaşandı ve bitti. Biz aslında flörtümüzde her şeyi bitirmişiz. Evlilik fazla olmuş bizim için. Seni sevdiğimden şüphe etme. Ben de senden şüphe etmedim. Ama olmuyor, olmadı. Şimdi ayrılık zamanı. Ortak hesabımızdaki paranın yarısını alıyorum. Evde sen oturursun, beni küçük bir eve çıkacağım. N’olur bir daha deneyelim gibi sözlerle gelme bana. Bundan sonraki yaşamında mutluluklar dilerim.

                                                                                                                                     Ayşen

Kâğıdı masaya bırakıp, gözümü karşı duvara dikiyorum, bir müddet öylece duruyorum. Yaşadığımız bazı anlar gözümün önünden geçiyor. Terk edilmek kötü bir duygu. Mektupta yazılanlara hak vermedim desem yalan olur. Bir süredir askıda olan ilişkimiz nihayet yere düşüp, parçalanıyor. İçimi tarif edemediğim bir sükûnet kaplıyor.

Kaynayan suyun sesine kayıtsız kalamıyorum, çay demlemek için yerimden kalkıyorum. Büyük çaydanlıktan küçük çaydanlığa sıcak suyu dökerken burnumu tıkayan polip geliyor aklıma, açılan burnum. Terk edilmemi de buna benzetmeden edemiyorum.


Hasan Hüseyin Akkaş

 
 
 

Yorumlar


bottom of page