Cumartesi günleri sıkıcıdır, pazar ondan da beter. Haftanın beş günü çalışıp bu tempoyu yaşam rutini olarak görünce hafta sonu şaşırıp kalırız. Ne yapacağımızı, bu iki günü nasıl değerlendireceğimizi bilemeyiz. En azından benim için böyle, genelleme yapmak gibi bir yanlışa düşersem bekârlar için böyledir diyebilirim. Evli ve çocuklu insanları bu iddianın dışında tutmak gerekir. Onların işleri başlarından aşkındır. Çocuklarla ilgilenirler, onları eğlence merkezlerine götürürler, alışveriş yaparlar, kurslara yazdırırlar. Koşturmaca ile geçer hafta sonları. Onlar dinlenememekten, koşturmacada kendilerine zaman ayıramamaktan söz ederler. Karı koca baş başa oturup acı kahvelerini yudumlayamadıklarından bahsederler, haklılar tabii. Evlilik neyse de çocuk başlı başına zor bir iş.
Serde bekârlık varsa, çarşı pazar gezmekten hoşlanmıyorsanız, sevgiliniz de yoksa vay halinize. Ne yapılır ki tatil günleri, daha doğrusu cumartesileri? Pazar günü banyo yapmakla, öz bakımla uğraşmakla, pazartesi sendromunun bin bir haliyle cebelleşmekle geçer, çekilmez bir gündür. Bu yüzden pazar günlerini saymıyorum, canı cehenneme, söz konusu olan cumartesidir benim için.
Arkadaşlarla ya da bir arkadaşla buluşulabilir. Ne yapılır? Hava güzelse mangal yakıp kafa çekilebilir. Bu da bir zaman öldürme sonuçta ama hoşlanmıyorum. Bir süre sonra arkadaştan sıkılıyorum, niye buluştum ki şununla, kendi kendime daha farklı şeyler yapabilirdim diyorum. Pişmanlık olunca da arkadaşıma hakaret etmişim gibi değerlendiriyorum, hoşuma gitmiyor. En iyisi ayda yılda bir görüşmek. Bir keresinde hırbonun birisi beni umumhaneye götürdü zorla. Çok ısrar etti, işim olmaz o tür mekânlarla dedim ama gittik bir kere. Ev ev geziyoruz. Kadınları seyretmek, seçip beğenip içeriye girmek çok utanılası bir durum. Öğle saatiydi. Evin birinde kadının elinde ekmek arası köfteyi görünce şoka uğradım. Kadın o elindeki ekmek için çalışıyordu. Ekmeğini, etini satarak kazanıyordu. Bizim gibi yiyip içtiklerini düşünmemiştim. Ekmek arası köfte hiç aklıma gelmez. Lüks yiyecekler yiyor, lüks yerlerde yaşıyorlar zannediyordum. Hızla uzaklaştım oradan, ardıma bile bakmadım. Arkadaş arkamdan sövüp saymıştır ama hiç önemli değildi.
Futbol, tabii ya. Erkek eğlencesinin bir numarasıdır futbol, yerini hiçbir şey tutamaz. Sosyalleşmenin, bir frekansta buluşup zaman öldürmenin Türkçesi. Kaba eril halin dışavurumu desek abartmış olmayız. Bir filozof güzelleme yaparak, “Açık havadaki sadakatin krallığıdır,” demiş futbol için ama aradan yüz yıl geçmiş. Futbol bir endüstri artık, kara para aklanan, milyon dolarların döndüğü yarı aydınlık yarı karanlık bir sektör. Futbola ilgi duyan maça gidip bağırarak, sunturlu küfürler ederek birikmiş kötü enerjisini defedilebilir. Kupon doldurularak filanca takımın galip gelmesine, bilmem kaç tane gol atmasına, ilk korneri kimin kullanacağına dair iddialara girilebilir. Avare yeri olan iddia salonlarında maçlar ve sonuçları takip edilebilir.
Futbol sarmıyorsa sinema var. Sinema filmi izleyip gün boyu etkisinde kalınabilir, hele ki romantik bir filmse sokağa çıkınca filmdeki kadın karaktere benzer tipler aranabilir. Sağda solda gezip parklarda oturarak, abazanlara özgü aç gözlerle kadınlar dikizlenebilir. Eh bu da bir meşguliyet olabilir pekâlâ. Ya sonra? Akşama doğru iki bira içip keyiflenmek ya da efkârlanmak için birahaneye oturulabilir. İçen insanların amiyane sohbetleri dinlemek için kulak kabartmak da bir yol tabii. İnsanların neyle dertlendikleri ilgi çekici olabilir. İnsanların çoğunun benzer şeylerden dertli olduğu tespiti teselli verebilir. Tanıdığa, eşe dosta rastlamamak onların ağız kokusunu çekmemek için kuytu köşeler tercih sebebidir. Bunların hiç birisi keyif vermiyorsa bir alternatif daha vardır cumartesi günleri için: Sahaf gezintileri.
Bir süredir aksattığım sahaf ziyaretlerimi o cumartesi yeniden başlatmaya karar verdim. Kitaplarla ilişkim problemliydi. Dengeyi tutturamıyor, orta yolu bulamıyordum. Ya sürekli okuyor, elimden kitap düşürmüyor, okuduklarımın içinde yaşayacak kadar kendimi kaptırıyordum ya da haftalarca kitap kapağı açmadan, tek satır okumadan günlerimi berhava ediyordum. Meta olarak da kitaba karşı zaafım vardı. Geçimlik paramı ayırıp kalanın neredeyse tümünü kitaba yatırıyordum. Okumaktan aldığım zevki biriktirmekten de alıyor, geniş kütüphane hayali kuruyordum. Marangozlara kitaplık ısmarlıyor, odaları bunlarla donatıyordum. Özel yapım kitaplıklara sahip olmak da başka bir zevkti. Kaliteli, boyası özel, kullanışlı. Alelade şeylere para vermiyordum, özel yaptırıyordum.
Saat on bir gibi kahvaltımı yapıp evden çıktım. Hava güzel, güneş pırıl pırıldı. Sahaflar evime uzak, olsun çevreyi izleyerek yürümeyi seviyorum. Acelem yok, zamanım çok, aylak adamım ne de olsa.
Cumartesi telaşı çoktan başlamış. İnsanlar, ah o insanlar. Her biri ayrı bir dünya barındırıyor zihinlerinde. Her birinin bambaşka hayalleri var kendilerince. Zengin olmak isteyeni de var, azla yetineyim yeter ki huzurum olsun diyeni de. Hastalıkla boğuşup, sadece sağlık dileyeni de var, sağlığının farkında olmadan vücudunu hor kullananı, bedenine eziyet edeni de. Her biri bir hal. Yaşlısı genci, çocuğu ergeni, kadını erkeği. Yolda gelip geçen, yaya trafiğinde seyreden insanların yüzlerine bakarım. Nasıl bir karakter yapısına sahip olduklarını tespit etmeye çalışırım. İnsanların yüzleri iç dünyalarını ele verir. Karanlık, netameli yüzlere sahip insanlar olduğu gibi, şu kişiden hiç zarar gelmez, karıncayı incitmez yüzünden belli diyebileceğim insanlara da rastlarım. Dünyasından bezmiş, mecburen nefes alıp verenlere de rastlanır, yaşama sevinci yüzlerinden taşanlara da.
Çarşıya giden çekirdek aileler, düğün nişan alışverişi yapmak için buluşmuş kalabalık gruplar, gezintiye çıkmış yaşlı insanlar, kıyafet derdine düşmüş, gözleri pılı pırtıdan başka bir şey görmeyen kadınlar. Çay ocağına oturmuş avare adamlara ne demeli. Sokağa taşmış, geleni gideni seyrediyorlar. Sabah çayınızı evinizde içemediniz mi, sizin evde çay pişmez mi kardeşim diyesim gelir. Cumartesi günü çay ocağına oturmuş sağı solu seyrediyorlar, kadınları dikizliyorlar. Çarşıya inen bu sokakta adım başı çay ocağı bulunması tesadüf değil. Geçenlerde bir arkadaşa rastlamıştım çarşıdan dönerken. Ayaküstü sohbet ediyorduk, şuradan buradan. Baktım sohbet uzuyor çay ocağına oturalım dedim. İkişer çay içtik, havadan sudan bahsettik. Sohbet ederken ocaktaki adamları süzdüm çaktırmadan. Netameli insanlar besbelli, tipleri güven vermiyor. Selam vermekten imtina edeceğim tipler. Huzursuz oldum, baktım arkadaşım lafı uzatıyor, kalkalım dedim işlerimi bahane ettim. Oradan biliyorum çay ocağını. Tabii hepsi böyle değildir ama çoğunun böyle olduğuna bahse girerim.
Mobilyacılar da yolumun üzerinde. Onları süzerek geçerim, merak ederim. Mobilyacı esnafı en çok ciroyu cumartesileri yapar. Yeni ev kuracakların, evlilik denilen kurumun yaşatıldığı hanenin tefrişatı için mecburen ziyaret edecekleri mağazalardır buralar. Evlilik öncesi nişanlılık kurumunun bu mağazalarda dağıldığına dair hikâyeler çoktur. Ev eşyası beğenirken atılan nişan yüzüklerinin haddi hesabı yoktur. Takı alışverişinde bozulan, “Şu kadar bilezik isterim,” dayatmasının sonunda olduğu gibi.
Altıncılar çarşısını atlamak istemem. Işıl ışıl spotların parlaklığında kadınların rüyalarını süsleyen çeşit çeşit bilezikler, küpeler, gerdanlıklar, yüzükler. Hangi kadın bunların cazibesine kapılmaz, hangi kadının rüyalarını süslemez ki. Ha aklıma gelmişken anlatayım. Nişanı atılmış biriyim, daha doğrusu nişan yüzüğü geri gönderilmiş biri. Çocukken nişan atmış deyince gerçek anlamıyla fırlatıp atılmış sanırdım. Nişanlım taktığım yüzüğümü geri gönderdi ve nişanı bozdu. Şimdi gerekçeyi söylemek olmaz. İleri sürdüğü tali gerekçelerden biri yeterince altın almayışımmış, gerekçeye bak. Hâlbuki kendisi belli sayıda istemiş fazlasına gerek yok, görgüsüzlük olur demişti. Sonradan başıma kaktı. Diyeceğim, kadın altından vazgeçmez, altın görünce dayanamaz, yüzüğün, gerdanlığın cazibesi başkadır onlar için.
Kitabı unuttuk sahi, kitap kimsenin umurunda değildir. Karın doyurmaz, yenmez içilmez, vücudu örtmez, ısıtmaz ya da serinletmez. Beyni besler, beynin yakıtıdır desen bel bel bakarlar. Oku oku nereye kadar derler sorsan sokaktan geçene. Kitaba giden parayı çöpe atılmış sayarlar. Yakınlarımdan biliyorum, bir keresinde “ne olacak böyle, sonu olacak mı bu işin” demişti. Eş bulmalı, evlenmeliymişim, çocuk çoluğa karışmalıymışım, biraz da bu kitaplar ayartıyormuş beni, içinde neler yazdığını biliyormuş. Gülümsemiştim, ne denir ki, ikna etme gibi bir derdim olamaz. Kitap toplumumuza yabancı bir nesne. Hala bir avuç insan okuyup yazıyor, kahir ekseriyete sorsan kitaba karşı olduğunu bile deyiverir.
Sahaftan kitap soranlar çoğunlukla lise öğrencileridir, hocalarının istediği kitabı araştırırlar. Mecburdurlar yoksa o dersten geçemezler. Keyiflerine bıraksan, okursanız iyi olur desen kimse kitap almaz, kapağını açmaz. Çarşıdan evine dönerken elinde kitap olan bir Allah’ın kuluna rastlayamazsınız. Sınavlara hazırlık kitaplarından başka bir kitap görmek olası değildir. Okuma gruplarının olduğundan söz ediyorlar, onlarınki heves, sosyalleşme vasıtası. Ciddi okuyucu olduklarını sanmıyorum, çoğu piyasa yapmak için katılırlar bu gruplara.
Çevreyi izleye izleye sahaflar çarşısına vardım. Küçük bir çarşı burası üç dört kitapçı var, eski kitap da satıyorlar yeni de. Kitapların çoğu depoda tutulur, sipariş üzerine çalışırlar, dükkânlarında vitrinlik kitaplar var, çok satanlar filan. Arada bir benim aradığım türde kitaplara da rastlanıyor. Nadide şeyler ararım, eski basım edebiyat kitapları, araştırma kitapları, kalmışsa koleksiyonluk numaralı kitaplar. Fakültedeyken hocaların tavsiye ettiği kitaplara rastlarım sevinirim, hemen alırım. Sahaf sahaf gezip izine rastlayamadığımız kitapları mezun olup iş işten geçince bulmak hüzün verir. Fakültedeyken arayıp bulamadığım, iş hayatına atıldığımda sahaflarda bulduğum bir kitabı yutarcasına okumuştum. Ne varmış ki bu kitapta demiştim, içeriği yavan gelmişti ya da ben anlayamamıştım, ünlü bir araştırmacının kitabıydı. Demek ki dedim araştırma kitapları zamanında mühim olabilir ama sonraları eskimiş oluyor, çağın gerisinde kalıyor.
Sahaflar kitaplardan anlarlar, kıymetini bilirler. Ucuza kapatmanıza izin vermezler, ağızlarını doldurup isterler. Pazarlıkta anlaşamayıp bıraktığım, sonradan dedikleri fiyata razı olup aldığım birçok kitabım vardır.
Son zamanlarda sürekli aynı sahafı ziyaret eder oldum. Onun deposu dükkânın arkasında. Bir kapıyla kitapların muhafaza edildiği bölümlere ulaşılıyor. Kitaptan anlamakla birlikte geçiminin sahaf esnaflığı üzerine olmadığını bildiğim bir adam. Maddi durumu oldukça iyiymiş. Emlak zengini dense yeriymiş. Kitap işi gençliğinden kalan bir ukdeymiş. Emekli olup da babadan dededen kalan emlakın üzerine konunca sahaflık yapmaya karar vermiş. Şehir şehir gezip devren satılık sahaf kitaplarını satın almış ve epeyce kitabı olunca bu dükkânı açmış. Açmış da dükkânda düzen tertip hak getire. Raflar tıka basa olduğu gibi her rafın önünde kitap yığınları yükseliyor. Yerlerde kitap sayfaları, taburelerin üstünde süreli yayınlar, cilt cilt ansiklopediler. Kitapların kaydı yok, aradığını bulman mümkün değil. Bilgisayara aktardığını, yer ve sıra numarası verdiğini iddia ediyor ama inanmak zor.
Dükkân eski, bakımsız, her tarafı örümcek ağlarıyla örülü. İçerisi kesif bir küf kokusuyla dolu. Bir müddet kalınca dışarı çıkıp ciğerlere oksijen takviyesi yapmak elzem oluyor. Sahaf beni biliyor, tanıyor artık. Dükkânında saatlerce zaman geçireceğimi bilir.
O gün de kitap açlığıyla andığım sahafın dükkânına girdim. Uzun boylu, orta yaşlı uyanık bir adam. Esnafla çene çalmayı sevmem, bir yığın lakırdı sıralarlar peşi peşine, çıkarları neyse ona göre konuşurlar, sahaf da esnaf sonuçta. Selam verip depoyu tarayacağımı söyleyerek kitap denizine girdim. Bu denizde kulaç atmaya, sörf yapmaya bayılırım. Onu alır bunu bırakırım, rafları tek tek tararım. Tavana kadar raf olduğu için dikkatli bakmam sıra atlamamam gerekir. Her seferinde alacak bir kitap ya da kitaplar bulurum. Geçen sefer nasıl gözümden kaçırmışım diye şaşırırım.
O kitap bu kitap derken epeyce raf taradım, altı kitap belirledim fiyatta anlaşırsak alabileceğim. Bu arada iki saatten fazla bir zaman geçmişti. Küf kokusundan, havasızlıktan rahatsız olmuştum. Kitap denizinden çıktım, belirlediğim kitapları masasına bıraktım, çay içip bir şeyler atıştırıp geri döneceğimi söyleyerek çıktım. Dışarıda hayat var, tertemiz bir hava, etraf cıvıl cıvıl. Sahafın izbeliğinden sonra her şey tertemiz ve muntazam görünüyor gözüme. Dükkânın önünde dikildim bir müddet, derin derin nefes aldım, ciğerlerim bayram etti. Akıl karı değil şu güzel günü sahafta berhava etmek ama başka bir meşguliyetimiz yok ki ne yapalım. Birkaç yüz metre aşağıda dönerci var, oraya oturdum, yarım ekmek tavuk döner söyledim, karnımı doyurdum. İki dükkân ötedeki çay ocağında çayımı içtim, keyfim yerine geldi. Belirlediğim kitapların heyecanıyla sahafa geri döndüm.
Sahaf beni görür görmez, “Gel üstadım gel nerede kaldın, bak profesör filanca geldi, tanıştırayım,” dedi. “Merhaba, hoş geldiniz” diyerek selamladım. “Hoş bulduk,” dedi Profesör, hemen ekledi. “Bu adam kırk yıllık ahbabımdır, ara sıra uğrar çayını içerim, dertleşiriz,” dedi. Sahaf, “Otur otur çay söyledim,” dedi. İstemesem de oturdum. Bana ne sizin tanışıklığınızdan, oturun sohbetinizi edin işte diyecektim, diyemedim. Sahaf, “Bu adam sosyoloji profesörüdür, kitabı da var almak istersin diye düşündüm,” dedi. Mesele anlaşıldı kitap satacak bana. Adını duymadığım, kitabına, makalesine bir yerde rastlamadığım adamın kitabını tutuşturdu elime, şöyle bir karıştırdım, bildik amiyane başlıklar, itici kapak resmi, özensiz baskı. Profesör, “Bazı baskı yanlışları var, verin de düzelteyim,” demez mi! Geri uzattım. Cebinden küçük bir kâğıt çıkardı, kâğıda bakarak belirli sayfalardaki yazım yanlışlarını tükenmez kaleme düzeltti. Profesör, “İşte oldu, yanlışları düzelttim, siz takarsınız böyle şeylere bilirim, altı üstü sekiz on yazım yanlışı canım, mühim değil,” dedi. Çaylar geldi, içtim, bir an önce içeri dalıp işimi bitirip çıkmak istiyorum, mecburen oturuyorum adamlarla. Çok geçmeden profesör izin istedi, tanıştığıma memnun oldum filanlar, iyi günler.
Yahu abi, beni niye oyuna getirdin, her kitabı almam, sevmem böyle şeyleri diyecektim, vazgeçtim. Şimdi alınır, iyi kötü pazarlık yapıyoruz, direnir istediği fiyatta, canım sıkılır, neyse canım, okuyacak değilim ya veririm birine. Sahaf, “Bu adamın bakma profesör olduğuna, aslında ümmidir o. Nerede nasıl davranacağını bilmez. Rektörlük yaptığı üniversiteye o zamanın bir devlet adamı gelmiş, bizimki karşılamaya bile gitmemiş. Niye çünkü o adam o zamanlarda şimdiki gibi güçlü değilmiş. Hatta hâkim düşünce tarafından dışlanıyormuş. Ne olmuş peki merak ediyor musun sonunu? Söyleyeyim peki. Zaman zuhur etmiş karşılamaya dahi gitmediği o adam bir zaman sonra ülkenin en güçlü partisinin lideri olunca o partisinden milletvekili adayı olmak istemiş. Buyur buradan yak. Yahu sen adamı yok sayıyordun, rektörüm diye ayağına gitmiyordun, şimdi o adamın partisinden milletvekili olmak istiyorsun, hadi oradan demezler mi adama. İşte böyle, nerede, ne zaman, nasıl adımlar atacağını iyi bileceksin. Zamanın ruhunu iyi okuyacaksın, yoksa işte böyle göt olursun.”
“Anlıyorum, ben kitaplarımı alıp çıkacağım Abi, güneşten yararlanmak istiyorum,” dedim. “Tamam, sıkıldın galiba, neyse başka zaman gelirsin, tarama yaparsın, sen bilirsin,” dedi.
Kitapların fiyatını ödedim, pazarlık yapmaya filan kalkışmadım, neyse parası verdim çıktım. Lanet olsun senin gibi sahafa, bana zorla kitap sattı neredeyse, bir de arkadaşının hikâyesini dinledik istemesek de. Bir daha zor gelirim senin dükkânına mendebur herif sana da kitaplarına da…
Dışarıda hayat güzel, ne işim var bu izbe kitapçıda sokaklarda gezmek varken dedim kendime. Belediye parkına gitmeli, çay içmeli. Oh be, iyi demlenmiş çay kadar insana zevk veren çok az şey vardır şu dünyada. Çevrem cıvıl cıvıl. Anneler, babalar, nineler, teyzeler çaylarını içerken çocuklar hemen bitişikteki parkta oyunlarını oynuyorlar. Herkes mutlu, tatminkâr görünüyor. Anneler müşfik, babalar gururlu, çocuklar kendilerinden geçmiş. İşte mutluluğun resmi. Ya ben, ben de iyiyim, fena değilim canım.
Çayımı yudumlarken yan masadaki çifte takıldı gözüm. Karı koca ne kadar sade ve hoşlar, nur topu gibi bir de kızları var bıcır bıcır hiç durmuyor. Sürekli sohbet ediyorlar, kızlarına da laf yetiştiriyorlar. Tatlı laflar bunlar. Küçük kızın sevinci görülmeye değer. Elindeki pelüş ayıcığı havaya atıp tutuyor. Tutamayıp yere düşünce babası hemen alıyor yerden ve kız kaldığı yerden devam ediyor. Arada bir şeyler tıkıştırıyor annesi kızın ağzına. Çaylarını yudumluyorlar. İşte sana hafta sonu etkinliği. İşte sana mutluluğun resmi.
Gözlerimi alamadım çekirdek aileden. Dikizliyor derler mi diye endişe ediyorum ama rahatsız edici bir bakış değil benimki. Çaylarını bitirdikten sonra yandaki parka geçtiler, tabii ben de peşlerinden. Kız kaydıraktan kaydı, küçük kuleye tırmandı oradan da kaydı. Annesinden topunu istedi, havaya attı tuttu derken top sekti ayaklarımın dibine geldi. Topu yerden aldım gülümseyerek kıza uzattım. Hemen ardında anne ve babasına baktım, onlar da bana gülümsedi. Aile bir müddet daha parkta zaman geçirdikten sonra uzaklaştı. Peşlerinden gidesim, o çekirdek ailenin mutluluğuna biraz daha şahit olasım geldi. Olmazdı, olamazdı.
İşte o andan itibaren içimde kendi küçük dünyamı küçümsedim. Kitabının da gezintisinin de dedim içine… Cenabet, lanet herif seni. Küçük kof dünyanda yaşadığını zannediyorsun ama gözün dışarıda. Kendi kendine yettiğini sanıyorsun, halt ediyorsun, yetmiyorsun yetemiyorsun işte. Bir baltaya sap olamadın, bu gidişle de olamayacaksın. Nesi vardı nişanlının, niye gönlünü almadın, dediklerini niye yapmadın. Seni sevdiğini biliyordun, naza çektin kendini. Nişanı boşa atmadı, her adımı ondan bekledin, bir gün çarşıya çıkardın mı, sinemaya götürdün mü, onu sevdiğini söyledin mi. Senden adam olmaz oğlum, olmaz. Pis bir delikte geberip gideceksin bir başına. Sana her şey müstahak.
Yeter be yeter. İç sesimi bastıramıyordum. Bastırdığım duygular ortaya saçılmış, benliğim isyan bayrağını çekmişti. Eve doğru yönelmekten başka yapacak bir şeyim yoktu, kendimden kaçıyordum. Yürürken sendeledim, düşmemek için zor tuttum kendimi, kaldırımın kenarına oturdum. Gelip geçenler bana bakıyordu. Baksınlar, neler çektiğini gözleriyle görsünler.
Birden sakinleştim, kendime çeki düzen vermeye çalıştım. Derin derin nefes alıp kalbimin çarpıntısını hafiflettim. Amaçsızlığın, savruluşun bir yerde bitmesi gerektiğine karar verdim. Yeni baştan başlayabilirdim, neden olmasındı, yaşım geçkin değildi ya. İlk iş eski nişanlımı arardım, onunla görüşme talep ederdim, hala bekâr olduğunu biliyordum. Yeniden başlamak için bir şans daha vermesini isterdim. Kendimi affettirmek için elimden geleni yapacağıma dair söz verirdim. Kabul ederdi, neden etmesindi. Her şeye yeniden başlardık, gelecek planları yapardık.
Oturduğum yerden kalktım. Çevreme bakındım, kimse bana bakmıyordu, pantolonumun arkasını silkeleyerek yola koyuldum. Bir müddet yürüdüm, biraz önce aldığım kararın arkasında durup duramayacağım konusunda şüphe ettim. Bir yerlere oturup bir şeyler içmenin iyi olacağına kanaat getirdim. Böyle mühim kararları aceleye getirmemeliydim. Enine boyuna düşünmeliydim. Kitaplarım, poşetim ortada yok. Olmasın. Boş ver, yarın yine alırsın, her şey kitap değil ya. Hayatta daha mühim şeyler var. İdrak etmek lazım. Kendimle cebelleşerek, sesli düşünerek, iç sesimle konuşarak cadde boyundaki bir birahaneye oturma niyetiyle ilerledim.
Hasan Hüseyin Akkaş
Comments