Zemheri kapıyı çalmış, istemesek de buyurmuş, iliklerimize kadar dondurmadan çekip gitmeyeceğini; beyaz örtüsünü sererek uzunca bir süre kalacağını belli etmişti. Derin uykusuna çekilmiş doğa beyaz örtünün altında sessizce kara kışın geçmesini bekliyordu. Evlerin bacaklarından yükselen gri duman olmasa hayat belirtisi görmek imkansızdı. Kırsaldaki insanlar sakin ve huzurluydular. Mevsimin hakimiyetine boyun eğmişler, küçük telaşlar dışında yavaşlığa alışmışlardı. Zamanın akıp gitmesini beklemekten başka yapabilecekleri bir şeyleri yoktu.
Bu sükûneti ve dinginliği özlemişim. Şehir yaşamına uyum sağlayamayışım bundandı belki de. Sürekli bir yerlere yetişme telaşı, okul, dersler, acele işler, kuyruklar, kalabalıklar aşina olduğum hayat tarzına aykırıydı. Otobüslerin, dolmuşların kalabalığı, sokakta yürürken dahi dikkat etmenin gerekliliği, beklemenin sıkıcılığı. Hâlbuki köydeki yaşamımız basitti. Mevsimlerin döngüsü yaşamımızı belirliyordu. Koşturmaca zamanları belliydi, sonrası sükûnet. Benim yerim burasıydı, ne işim vardı şehirde.
Kovaya tıka basa doldurduğum kuru meşe odunu tutuştu ve soba gümbürdemeye başladı. Oda yavaş yavaş ısındı. Üşümem geçti, omuzlarım gevşedi. Kışın sobanın keyfi başkadır. Dışarıdaki soğuk ne kertede olursa olsun iyi bir soban ve bolca odunun varsa sorun etmezsin. Soğuktan korkmazsın. Soba güven verir. Üzerindeki ibrikte sıcak suyun vardır, yemeğe çaya kullanırsın. Kuzine sobaysa fırınına patates sürer afiyetle yersin. Ya kalorifer denilen şu meret de öyle mi? Ne gezer! Hep kendini ısıtır, kömür sarfiyatı fazla olacak diye doğru düzgün yakmazlar. Peteklerin içindeki su ısınacak, ısıyı çevresine yayacak da sen de ısınacaksın. Nasıl oluyormuş bu iş görmek nasip olmadı, yani ısınmak. Hey Allahım!
Hava deliklerinden çıkan alevin dansını izliyordum. Tavana yansıyan alev azalıp çoğalıyor, izlemesi keyif veriyordu. Elektriği açmamıştım, odun ateşinin ışığıyla yetiniyordum. Perdeyi araladım beyaz örtüye yansıyan ay ışığını içeriye davet ettim. Nazlanmadı, loş ışığıyla aydınlattı odayı. Çocukluğumda da böyle yapardık. Kış aylarında sık sık elektrik kesilirdi. Bunu sorun etmez, perdeyi aralar kısa süreliğine de olsa elektriksiz ve televizyonsuz kalmanın keyfini çıkarırdık. Kuzine sobanın sesini dinler, hava deliğinden yansıyan alevi izlerdim. Babamın anlattığı çoğunlukla kurdun eşeği yediği tekinsiz hikâyeleri dinler, ürperir yazıda yabanda değil de evde olduğuma şükrederdim. Kurdun iki ayakları üzerine kalkıp içeriyi izlediğini hayal eder korkardım. Korkunun adı kurttu o zamanlar. Keşke hâlâ öyle olsaydı, küçük korkularla uğraşıyor olsaydık. O günleri hem özlüyor hem de geçip gittiğine seviniyorum. Başka sorunlar vardı o zaman, aile içi çözümsüz sorunlar. Hepsinin farkındaydım, keşke olmasaydım, her çocuk gibi kaygısız geçseydi günlerim.
Huzurlu muydum şu an, emin değildim. İlk yarıyıl bitmiş güzel notlarla eve dönmüştüm. Her şey yolundaydı, sağlığımı saymazsak. Okulumu seviyor, kitap okuyor, öğrendikçe kendime güvenim artıyordu. Ailemle özlem gidermiştim. Bana olan güvenlerini her fırsatta ifade ediyor, üstüme titriyorlardı. Ne istersem o pişiyordu. Sobalı odam da vardı, daha ne olsundu.
Sol tarafımdaki ağrı rahat bıraksaydı eğer daha iyi hissedecektim kendimi. Birkaç aydır devam eden ağrıya çare bulamamıştım. Hekimlere görünmüş, ilaçlar kullanmış ama rahatlayamamıştım. Bu illet akşamları başlıyor, gece boyu sürüyor ancak sabaha karşı kesiliyordu. Birkaç kez acile gitmiş kısa süreliğine rahatlamıştım. Gece terlemesi, tuhaf rüyalar, sabahları aşırı yorgunluk. Alışmıştım buna da. Alışmasam ne yapacaktım ki.
Medikonun pratisyen hekimi kalbinde sorun var deyince eve dönüp ağlamıştım. Şu genç yaşımda kalp de nereden çıkmıştı. Uzman hekime sevk etmişti. Kalp merkezindeki hekim içimi rahatlatmıştı Allah'tan. Şu yaşta kalp olur muydu? Nasıl teşhis koymuşlardı gafiller. Korkacak bir şey yoktu. Belki stresten belki de soğuktan kaynaklıyordu ağrı. Şu ilaçları kullan geçecek demişti. Birkaç doktora daha görünmüştüm. Sıkıntıdan, stresten kaynaklandığını düşünmüşler, ona göre ilaç yazmışlardı. Sonuç ortadaydı, geçici rahatlama dışında ağrıyla teşriki mesaimiz devam ediyordu.
Ansızın gündüz gelen mektup takıldı aklıma. Tuhaf bir heyecanla beklediğim mektup gelmiş, elim titreyerek okumuştum. Cevap vermeyecektim yazılanlara. Öyle sözleşmiştik, o yazacak ben okuyacaktım. İçimden geçen sakladığım, bastırdığım duyguları nasıl ifade edecektim. O sahipsiz hisler ne olacaktı. Olur muydu içimi açmak, her şeyi ortaya dökmek, anlaşılmayı beklemek. Olmazdı. Ağlama duvarıydım ben. Geri çekilemezdim, sabırla dinlemeliydim. Anlatılanların doğrudan benimle ilgili olmadığını bildiğim için üzülüyor, mektubun sahibini yüzüstü bırakmaya kıyamadığım için de sıkılıyordum.
Başka havalardaydı mektubun yazarı. Onu dinlemeyi, izlemeyi seviyordum. Kendimi sığınılacak bir liman gibi görmem tatmin edici bir histi. Bazen ismimi anarken sesinin titrediğini zannediyordum. Ya da öyle olduğunu umuyordum. Okul bahçesinde soğukta beklendiğimi bilmek hoşuma gidiyordu. Sonra sıcak çay eşliğinde yapılan sohbetler. Sohbet derslere ilişkin olursa karşılıklı oluyordu ama iç açma, iç dökme biçimini alırsa tek taraflı olarak kalıyordu. Duygularını, düşündüklerini aktarırken onu izlemekle yetiniyor, titreyen sesini dinlemekten hoşlanıyor, triko kazağın uzun kolundan çıkan ince uzun parmaklara hayranlıkla bakıyordum.
Bana ne gözle baktığını bilmek istiyor, dile getirmeye korkuyordum. Soramazdım ya! Aslında sorabilirdim, yüzleşmekten korkuyordum. Yalnızca arkadaş mıydım? Dertlerini paylaştığın, içini açtığı biri. Ne menem olduğu belli olmayan bu durumun başka bir hâle evrilme ihtimali yok muydu? İçimdeki hisler çarpışıyordu, bir o baskın çıkıyordu bir diğeri. Sonucun ne olacağını belirleyecek olan doğru zamanın gelmesini bekliyordum.
Aramızdaki yakınlaşmayı fark eden kimi arkadaşlar yakışık almayan imalarda bulunmuşlar bu da beni rahatsız etmişti. Birkaç hafta sonu bizi öğrenci kafelerinde görmüşler ve sırıtmışlardı. Başka bir zaman da arkadaş ortamında onunla ilişkim olduğunu, bunu bildiklerini, çaktırmadan bu ilişkiyi devam ettirdiğimi, doğru yolda olduğumu söylediler. Böyle bir ima ile karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Aklımın ucundan geçmezdi. Saf duygularla bağlandığım bir kızdı. Aramızdaki şey her ne idiyse artık onları ilgilendirmezdi ki. Art niyetli olduğumu düşünüyorlardı belki. Bunu hem anlayabiliyordum hem de hakkımdaki bu düşünceyi hayretle, dehşetle karşılıyordum.
Mektupta S harfinin üst kıvrımının olmaması dikkatimi çekmişti. El yazısının karakteristiği ile ilgiliydi kuşkusuz bu ama salt bununla da izah edilemezdi. Yazı çekiyordu beni, nasıl yazıldığını düşünüyor, hangi hislerle kaleme alındığını merak ediyordum. Mektubu okuduğumda korktuğum başıma gelmişti. Korktuğum neydi ki? Ona daha çok bağlanma ihtimalim mi? Ya da içten içe düşündüğüm, içinden çıkamadığım, beklentilerine karşılık vermekten bir müddet sonra vazgeçmeyi düşünmem mi? Beklenti mi? Ne beklentisi, benden ne beklediğini bilmiyordum ki! Bu yakınlaşmanın benim için iyi sonuçlanmayacağına dair bastırdığım, bilmezden geldiğim önsezim vardı. Sebebini açıkça izah edemeyebilirdim ama öyle olacaktı, hissediyordum.
Tatil süresi boyunca birkaç mektup daha geldi. Özlemimiz artıyordu, bir an önce buluşup konuşmalıydık. O anlatmalı ben dinlemeliydim. Bununla yetinmeliydim. Sonrasında ne olacaktı, bir önemi yoktu bunun. Anı yaşamak, beklemek, beklenmek de güzeldi.
Telefon varken mektup yazmak garip değil miydi? Öyleydi tabii. Telefonun işlevi bu değildi ki. Kısa konuşmalar yapılabilirdi telefonda. Detaylara girmek, iç dökmek mümkün değildi. Üstelik telefonda rahat konuşamazdık, hane halkı dinlerdi. Benim sadece dinleyici olmamı garip karşılarlardı. Mektubu getiren babam sormuş, annem sorguya çekmiş ben de geçiştirmiştim. Öyle olmalıydı, aramızda bir şey yoktu ki. Ya gelen mektuplar neyin nesiydi! Öylesine canım arkadaştı işte!
Yarıyıl tatili bitti, okula döndüm. Köyde sakin ve huzurlu bir ay geçirdikten sonra şehrin kalabalığına, kirli havasına uyum sağlayabilecek miydim? Sıcak sobadan sonra düzenli yanmayan kaloriferli evde ısınmam mümkün olacak mıydı? Şehrin soğuğu, kirli havası, dersler, stresi, bunların üstesinden gelmek kolay olmayacaktı. Bir yarımı köyde bırakmıştım. Ailemle dertsiz, tasasız, şimdilik beklentisiz bir ay geçirmiş ve alışmıştım rahata. Şimdi bıraktığın yerden devam et. Ah hayat. Ne kadar zorsun, çekilmez, üstesinden gelinmezsin.
İlk gün, heyecanımı bastıramıyordum. Yüz yüze gelmek korkutuyordu beni. Büfeden çayımı aldım, beklemeye başladım. Hava soğuktu, içim titriyordu, soğuk ve heyecan içimde mücadele halindeydiler. İkisi de galip gelmek için bastırıyordu, beni alt etmeye çalışıyorlardı. Demli çay içimi ezdi, ısınmak için yine içmeliydim. Midem kazınıyordu, karışık tost söyledim, açlığımı bastırmalıydım. Her zaman buluştuğumuz yerdeydim, gecikti, okula gelmemiş miydi acaba? Keşke gelmese miydi? Gelsindi ona ihtiyacım vardı.
Gelmedi. Yoktu ortalıkta. Sınıfındaki birkaç arkadaşına sordum, görmediklerini söylediler. Acaba dönmemiş miydi memleketinden. Derslerim vardı, ihmal edemezdim, sınıfta olmalıydım. Bedenim sınıfta, ruhum ondaydı. Niye gelmemişti ki! Özlemiştim onu. Uzun düz saçlarını, ismimi anarken titreyen sesini, ince uzun parmaklarını, örme kalın kazaklarını, bana bakan buğulu gözlerini. O olmayınca okulun da bir anlamı yoktu, derslerin kitapların, amaçların. Kendimi yapayalnız hissediyordum. Tatile girmeden önce bu kadar yoğun değildi hislerim. Değil miydi? Emin değilim. Araya giren süre depreştirmişti her şeyi. Buluşunca ne olacaktı, hasret giderince.
Ah bu sorular. Cevaplarını bildiğim, yüzleşmekten korktuğum sorular. Hayatımızın gidişatına dair sorduğumuz soruların cevaplarını sadece biz biliriz, biliriz ama benliğimizle yüzleşmekten korktuğumuz için cevaplarını saklar ve bilmezden geliriz. Bu işin nereye varacağını kestirebiliyordum ama kapıldığım hislerden kendimi alamadığım, almak istemediğim için oyunu devam ettiriyordum.
Dersten çıktıktan sonra kendimi büfenin önünde buldum. Çayımı aldım, bir banka oturarak geleni geçeni izlemeye başladım. Kış güneşi parlıyor, yüzüme vuruyordu. Tadını çıkarıyordum. Bir yandan da üşüyordum, üşümem güneşin ışığından yararlanmama engel olmamalıydı. Mevsim ne olursa olsun hava açık olmalı, güneş parlamalıydı. Tanıdık yüzlerle selamlaşıyor, bekliyordum. Bir an dalmışım. Ailemi geride bırakıp geldiğimi, okulumu, geleceğimi ve beklentilerimi düşünüyordum. Önümde birisinin beklediğini fark ettim, hareket etmiyordu. Başımı kaldırdım, gözlerinin içi gülüyordu. İşte geldim, ne duruyorsun kalkıp sarılsana diyordu.
Ayağa kalktım, boynuma sarıldı, bırakmadı. Utanıyordum, gelip geçenler bakıyordu bize, alışkın değildim böyle şeylere. Ne çok özlemişti beni. Ellerimden tuttu, gözlerimin içine bakarak iyi ki yanındayım dedi. Ben de dedim, diyebildim. Otobüsü bozulmuştu, yolda kalmışlardı, onları getirecek başka bir otobüs beklemişlerdi. Üşümüştü, yorgundu, aslında okula gelecek gücü yoktu ama beni göresi gelmişti, çok özlemişti. İşte buradaydı, anlatsaydım ya her şeyi. Neyi anlayacaktım ki her şey bildiği gibiydi. Dinlenmiştim, ailemle hasret gidermiş ve dönmüştüm, derslerle cebelleşmeye hazırdım. O da öyle yapmıştı ama aile kısmını sormamalıydım araları limoniydi her zamanki gibi. Aman canım boş vermeliydim.
Üşümüştük çay içtikten sonra içeriye okuma salonunda geçtik. İki kişilik masada karşı karşıya oturduk. Bir gariplik vardı hareketlerinde, eskisi gibi değildi, anlatmıyordu, beni izliyordu baygın baygın. Sormamı istiyordu, söylememi bekliyordu. Neyi sorup neyi söyleyecektim ki. Neşesinin eskisi gibi olmadığını gördüm ama yorgunluğuna, uykusuzluğuna bağladım sebebini. Benim heyecanlı olmadığımı düşündüğünü söyleme gereği duydu. Heyecanlıydım tabii yeni bir dönem başlıyordu, yeni dersler, hocalar, önü bahar. Öyle değil canım ona dair düşündüklerimdi kastettiği. Ne düşünecektim ki, arkadaşlığımız, ilişkimiz mi! Ne ilişkisi! Biz birbirimizi anlayan, dinleyen, samimi, dost insanlardık. Öyle değil miydi? Öyleydi tabii de, sadece bu kadar mıydı? Başka bir şey yok muydu aramızda. Bizi birbirimize daha da yakınlaştıracak şeyler. Bilmem ne gibi şeylerdi bunlar. Bugün anlayışsızlığım üzerimdeydi. Anlayışsızlık mı, hadi canım sen de. Benim gibi biri, anlayışsız. Neyse lafı uzatmamalıydık, onu anlamak istemiyordum. Yarın görüşürdük ama bu dediklerimi akşam düşünmeliydim, iyi bir giriş olmamıştı bu.
Okuldan çıktım, otobüs durağına geçip beklemeye başladım. Otobüslerden biri gelip diğeri gidiyor, arka arkaya ulanıyorlardı. Semtimin otobüsünü aramıyordum, ön camlardaki tabelalara bakmıyordum, sadece bekliyordum. Etrafımdaki hareketlilik beni etkilemiyordu, hâlbuki işlek bir duraktı burası. Soğuk da tesir etmiyordu artık. Onu gördüğümde heyecanlıydım ama kısa sürede heyecanımı yitirdiğimi hissetmiştim.
Lanet olası eve geldim. Her zamanki gibi serindi, kalorifere elledim, ılıktı. Buzdolabından kahvaltılık yiyecekler çıkardım, çay demledim, eski bir gazetenin pazar ekine göz gezdirerek akşam kahvaltısı yaptım. Koltuğa oturdum, ayaklarımı kanepeye uzattım, çayımı almayı ihmal etmedim tabii. Sol tarafımdaki o çekilmez, arsız ağrı yavaşça geldi ve yerine oturdu. Tamam işte yine başlıyoruz, o muhteşem ağrımız teşrif ettiler, hem de ne teşrif. Artık kolay kolay gitmezler, uykuda rahat bırakmazlar, ilaca bana mısın demezler. Küçük kitaplığımdan bir roman alarak okumaya başladım. Gözlerim satırlarda geziniyordu, ne anlattığını anlamıyordum kitabın. Ağrı şiddetini biraz artırarak orta şiddette ve katlanması tecrübeli kimselere mahsus bir seviyeye geldi. Kalkıp ağrı kesicilerden rastgele bir tane aldım, çayla yuttum. Karşı duvara takıldı gözüm, öylesine. Her daim karşımıza çıkan duvarlar değil midir? Onları aşmak gerek sabırla. Yoksa bakar dururuz boş boş. Bir müddet sonra göz kapaklarım ağırlaştı, vücudum gevşedi, uykunun karşı konulmaz davetine icabet ettim.
Okulun hemen yakınındaki parktayız, hava buz gibi. Parkın küçük havuzu buz tutmuş, insanın içini titreten bir görüntü. Etrafta tek tük ağaçlar var, kışa göğüs gerecek, bahara merhaba diyecek. Şehrin göbeğindeki küçük tabiat parçacığı yapmacık duruyor, kerhen oluşturmuşlar sanki, göstermelik. Geçiş yeri, baharda bile burada durup dinlenen insan bulmak zor. Güvercinler etrafta uçuşup yem atacak birilerini bekliyorlar. Parktan geçen insanlar bir an önce durağa ya da banliyö trenine yetişme telaşındalar. Bir banka oturmuşuz, bu soğukta niye buradayız bilmiyorum. Bu buluşmayı kim teklif etti belli değil. Birbirimize bakıyoruz, belli ki söyleyecek sözümüz var ama lafa ilk kim girecek, birbirimizden bekliyoruz.
“Açık konuşacağım, seninle olmak, birlikte zaman geçirmek, seni dinlemek, sana hayranlıkla bakmak benim çok hoşuma gidiyor. Tabii bunun bir sonu yok. Neye evrileceğini bilmediğim bir garip ilişki. Senden bir beklentim yok, senin de benden bir beklentin yok, içini dökmen için dinleyici olarak seçtiğin biriyim ben. Bazen çok bencil olduğunu düşünüyorum. Bana içini açıyor, dertlerini anlatarak rahatlıyorsun. Ya ben, beni düşündün mü hiç. Ben ne yapacağım, beni kim dinleyecek, benim hislerim yok mu, kime açılacağım. Beklentilerim yok mu? Sen karşındaki insanı kâğıttan mı sanıyorsun. Sana meylim olabileceği aklından geçmedi mi hiç. Kadın ile erkek pekâlâ arkadaş olabilir, arkadaş da kalabilir ama başka türlü şeyler de gelişebilir, bunu düşünmüş olmalıydın.”
“Ama ben böyle bakmadım aramızdaki ilişkiye. Anlattıklarımın başka bir insanla ilgili olduğunu biliyordun. Bilerek dinledin beni. Sana ümit vermedim, o türlü bakmadım. Seninle zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Birbirimizi dinliyoruz, anlıyoruz da üstelik. Yetmez mi?”
“Biliyorum ama ben karşı cinsim bunu nasıl göz ardı ettin. Sana karşı içimde bir şeyler beslediğimi anlamalıydın. Anlamadın çünkü beni önemsemedim. Senin için sadece sadık bir dinleyiciydim ben. Artık değilim.”
Duraksadı. Hemen cevap vermedi. Ağzını açtı, gözleri buğulandı, göz bebekleri titredi. Söyleyecek şeyleri vardı ama söyleyemedi. Yutkundu, boğazında düğümlendi sözcükler. Soğuktan donmuş gibiydi, yüzü beyazlaştı, yavaş yavaş görüntüsü silindi, sislerin içinde tamamen kayboldu.
Hasan Hüseyin Akkaş
Comentarios