Baldırıma saplanan acıyla uyandım. Sırtım ter içindeydi. Bir müddet nerede olduğumu idrak edemedim. Gözlerimi açınca odamın tavanı, kapatınca Faik amcanın koruluğu beliriyordu önümde. Doğruldum. Soluklandım. Başucumdaki bardağa uzandım. Boştu. Baldırımdaki acı sızıya evrilmiş uyku ile uyanıklık arasındaki bedenimi yokluyordu.
Okuldan yeni dönmüştüm. Üstümü başımı daha yoldayken çıkarmaya başlayıp bahçe kapısını araladığım gibi bisikletin başına koşmuştum. Annem ocaklığın başındaydı. Babamın gelişine hazır olsun istediği bazlamaları unlu avuçlarında döndürüp saça atıyordu. Arada bir tülbentini ardına atıp bana bakıyordu. Biraz sonra saçtan yeni düşmüş bazlamalardan birini bölmüş, yağlamış yanıma gelecek, “Baban ezana anca gelir, açlığını bastırsın oğlum,” diyecekti, biliyordum. Dönüşte de yol boyu ardımda bıraktığım çantayı, önlüğü, yakalığı toplayacaktı. Bir yandan zincirle cebelleşip diğer yandan anneme bakıyordum. “Eğer annem yerinden kalkmadan zinciri yerine geçirirsem bu haftaki ‘on bilyesine bisiklet yarışı’nı ben kazanacağım.” diye fısıldıyordum. Daha cümlemi beşinci kez başa alamamıştım ki annem doğruldu. Omzum düştü. Zincir elimden kaydı kayacak. Bir mucizeye ihtiyacım vardı. Uğurum yabana gitmemeliydi. Annem yaklaşıyordu, ben karşı dağa yaklaşan güneşe bakıyordum. Annem yaklaşıyordu, ben erik ağacının çarpık dallarına bakıyordum. Annem yaklaşıyordu, ben geçen gün hurdalıktan sürüyüp çıkardığım tahta parçalarına bakıyordum. Annem yaklaşıyordu, ben unlanmış basma eteğine bakıyordum. Annem yaklaşıyordu, ben… Annemin ayakları durdu. Kulak kabarttı. Bahçe kapısı tekmeleniyordu. Fırsat bu fırsat, deyip zinciri yere fırlattığım gibi kapıya koştum. Kapının ardındaki Yavuz’du.
“Uğramadın okuldan sonra.” dedi, kaşları çatık. Boynuna atladım.
“N’oluyor lan?” deyip ittirdi.
“Yemin olsun mucizemsin be Yavuz,” diye bir daha sarıldım boynuna.
“Tamam, yetti, gel hadi, ezan okunmadan bakıp gelelim,” diye tersledi. Ses etmedim. Nihayetinde beni bu haftanın bisiklet şampiyonu yapacaktı, bilmese de duyduğunda gülse de “Amma tuhaf adetlerin var Hilmi hee...” dese de. On bilyeyi elime dökerken içten içe hasetlenecekti de biliyordum.
Yorganı üzerimden sıyırdım. Pijama bedenime yapışmıştı. Karanlıkta lambanın tuşunu yoklamaya başladım. Topak lamba tavanda patlayınca yatağımın etrafındaki dallar, yapraklar yok oluverdi. Odamdaydım. Terliklerimi arandım etrafta. Bulamadım. Baldırımı yokladım pijamamın üstünden, elime bir yara izi gelir gibi oldu ama umursamadım. Başucumdaki boş bardağı alıp mutfağa doğru sürüdüm ayaklarımı.
“Faik amca bu saatlerde kestiriyor. Sütçü İzzet düdüğünü öttürmeden de uyanmıyor. Kaçtır denedim, bana mısın, demedi uykusu. Önce şöyle bir turlarız bahçeyi sonra da tahta kapıdan koruya sızarız.”
“Yavuz, eminsin di mi? O ansiklopedide gördüğümüzün aynısı.”
“Eminim oğlum, kaç kere baktık senle o resimlere, hepsi na şuramda çizili.”
“Başımıza bir şey gelmez di mi lan? Bak ezan okunmadan çıkalım ama babam beni evde görsün.”
“Ulan Hilmi daha babanı atlatamıyon, onca kıtayı keşfedip nasıl macera avlayacaksın acaba?”
“Ne alakası var oğlum, hele şu koruyu bir keşfedelim de.”
Mutfağa bir uğultu doluyordu. Meğer üst pencere açık kalmış. Karşı balkonların ölgün ışıkları birleşip dolabın önünü aydınlatıyordu. O aydınlık da duvara sürten erik dallarına zemin hazırlıyordu. Dallar sanki önce bir ırmağa dönüşüyor, oradan bir kertenkeleye varıyor sonra iki gövdenin sarılan kolları gibi birleşiyorlardı. Işığı açmak istemedim. El yordamıyla masayı ardından da litrelik şişeyi buldum. Doldurdum bardağı. Mutfak masası kalabalıktı. Elimin tersiyle yer açtım bardağa. Kendimi de yönü dönmüş sandalyeye bıraktım. Birleşen kollar bu kez bir tren yoluna dönüşüyordu önümde. İzlemeye koyuldum.
Koru da koruydu hani. Yeşilin her tonu toprağın her katmanı taşın her türlüsü gelişi güzel serpilmişti etrafa. Burayı keşfettiğimiz ilk gün geldi aklımıza, birbirimize dönüp tek kelime etmeden sırıttık. Yavuz önden gidiyordu, ben de hemen arkasından adımlarını izliyordum. Bir kaya parçasının önünde durduk. “Hazır mısın?” diye fısıldadı. Başımı salladım. Pantolonu ile külotu arasına sıkıştırdığı çomağı çıkardı. Ben nefesimi tutmuş onu izliyordum. Çomağı yavaşta kayanın altına soktu. Bir avuç toprak aşağıya çöktü. Sonra daha hızlı deşti kayanın altını. Geriye adım attı. Biraz bekledik. Kendimizi dinledik. Gözlerimizi çöküntüye diktik. Kıpırtı yoktu. Yavuz yeniden yaklaştı kayaya. Çomağı hızlı hızlı sokmaya başladı. Toprak aşındı, çomak aşındı ama yine bir kıpırtı yoktu. Çaresiz, bana döndü. “Çıkmayacak herhalde,” dedim. Yanıtlamadı Yavuz. Gözlerini çöküntüye dikti “Bekleyelim hele,” dedi.
Suyu yudumlarken genleşen mobilyaların sesini dinliyordum. Saat kaçtı hiç bakmamıştım. Apartmandan belli belirsiz sesler geliyordu. Diğer dairelerin içlerini düşündüm. Şu an kimin ne halde olduğunu hayal etmeye çalıştım. Tek tek dolaştım daireleri zihnimde. Kapılarını çaldım, odaları gezdim, geri geldim; daireme, mutfağıma, masama, sandalyeme. Annem “Düşünceden kaçılmaz oğlum,” derdi. “Düşünce en hafif yükündür yaşamdaki. Sırtına yük olmayan tek mülkün.” Kaçmadım. Bunca zaman sonra gördüğüm rüyayı hayra da yormadım, suya da anlatmadım. Kalktım odaların ışıklarını açtım.
“Benim bacaklarım ağrımaya başladı Yavuz.”
“Mızmızlanma oğlum, az daha bekleyelim hele.”
“Bak hava da kararıyor. Sütçü İzzet ne zaman öttürüyordu düdüğünü?”
“Var daha.”
“Koruda yakalanırsak yemin olsun Faik amca, hırsızlık ediyordu bunlar, diye atar bizi babamın önüne.”
“Meraklanma.”
“Bacaklarım çok ağrıdı ama.”
“Çömel azıcık. Dinlendir. Otur taşlardan birinin üstüne işte.”
Yer yarıldı da içine girdi sanki yılların defteri. Bulamıyordum. Onca yaşanmışlığın adresi, numarası ilk kez lazım olmuştu, bulamıyordum. Bu saatte kimse de aranmaz, sorulacak kişi bulunmazdı ki. Sabahı beklemek de bana dert olurdu. Köşedeki kadife koltuğa yığıldım. Baldırımı yokladım. Yara izi duruyordu sanki hâlâ. Elimi çektim. Görmeye cesaretim yoktu. Gözlerimi raflarda oyaladım. Gün gün, raf raf dizdiğim kitapların arasında üç beş deftere ulaştım da o deftere bir türlü ulaşamadım. Saat çınladı. Hangi saatin başı olduğunu görmek istemedim. Bakmadım. “Bekleyeyim hele,” dedim. “Az bir gözüm alışsın bir daha bakarım.”
Baldırıma saplanan acı ile sıçradım yerimden. Yavuz da irkildi. Arkasına dönmesi ile yaygarayı basması bir oldu. Derimi, gözeneğimi, etimi, damarımı, kanımı hissettim baldırımda. “Isırıyor lan, sokuyor oğlum, Hilmi yılan seni sokuyor.” Dönemedim ardıma. Sanki hareketlerim yavaşladı. Taş arandım. Ne yapacağımı bilmediğim bir taş arandım. “Taş bul Yavuz, taş bul, vur Yavuz,” dedim ya da dedim sandım. Sonrası sanki dalgaya bırakılmış bir beden. Yavaş yavaş yere düşen bir beden. Yavuz bağırıyor, tepiniyor, ağlıyor ama bir taş bulmuyordu. Sırtımın üstüne düştüm. Toprak yumuşak. Soğuk bir deri sıyrıldı kolumun altından. Yavuz bağırıyor, tepiniyor, ağlıyor, kaçıyor ama bir taş bulmuyordu. Yavuz’un tabanları uzaklaştı önümden. Yavuz, bir taş bulmuyordu.
Üşüyerek uyandım. Koltukta uyuyakalmışım. Etraf ışımıştı. Işıklar açık kalmıştı. Dilim damağım kurumuştu. Saat çınlamaya başladı yine. Bu kez döndüm baktım. Ondu. Gece bitmiş, rüya geçmiş, kuşluk kaçmış, sokaklar kalabalıklaşmış, defteri unutmuştum. Elim baldırıma gitti. Bu kez yara izim yok gibiydi. Yine de açıp bakmaya cesaret edemedim. Kalktım açık bıraktığım ışıkları kapattım.
Yedi gündür odamdan dışarı çıkmadım. Babam öfkeli, annem kaygılıydı. Doktor, bir şeyciği yok, dese de kapım ha bire açıktı. Nefes alışverişlerim kontrol altındaydı. Benimse gözüm hep bahçe kapısındaydı. Yedi gündür odamdan dışarı çıkmadım ve Yavuz gelmedi. Bugün ‘on bilyesine bisiklet yarışı’ vardı. Acaba yaptılar mı? Ben yokum diye ertelemiştir belki Yavuz. En son tabanlarını gördüm Yavuz’un, yüzünü unuttum. Faik amca o gün korulukta beni öylece yerde bulunca ambulansı aramış. Babam daha bahçe kapısından yeni girmiş ki annem çığlığı basmış ambulansın ışıklarını görünce. Haberi duyan Yavuz’un babası Yavuz’u tokatlamış. Annesi annemden özür dilemeye gelmiş ama babam kapıdan kovmuş. Yavuz da her sabah okula giderken bahçe kapımızın önüne bir taş koymuş. Yedi gündür odamdan dışarı çıkmadım. Doktor, bir hafta daha evden çıkmasın sonra ayaklanır, demiş ama haftaya Yavuzlar yaylaya göçecekler. Güz gelince dönerler mi bilmem. Yedi gündür odamdan dışarı çıkmadım ve Yavuz gelmedi. Ya hiç gelmezse?
Tam kahvaltının başına oturdum, telefon çalmaya başladı. Duymazdan geldim. Sustu. Ekmeği böldüm, yumurtaya daldırdım, ses yeniden yükseldi. Merak mı ettim öfkelendim mi bilmem, bir hışımla kalktım sandalyeden. Ben odaya varana kadar belki yine susar diye ağırdan aldım ancak yetiştim. Kaldırdım ahizeyi. Karşıdaki oğlumdu.
“Baba, merak ettim geç açınca.”
“Kahvaltı ediyord…”
“Baba hazırlan seni almaya geliyorum.”
“Hayırdır oğlum?”
“Yavuz amca, baba… Bu sabah kaybetmişiz.”
Annem “Düşünceden kaçılmaz oğlum.” derdi. “Düşünce en hafif yükündür yaşamdaki. Sırtına yük olmayan tek mülkün.” Kaçmadım. Bunca zaman sonra gördüğüm rüyayı hayra da yormadım, suya da anlatmadım. Oturdum Yavuz’a ağladım.
Hatice Tosun
Comments