14 Kasım
“Adın nedir?”
“Duhl.”
“Son arzunu söyle!”
“Cellatım Hebal olsun ve boynuma geçirilecek urganı o düğümlesin.”
Sabahın kör saatlerinde, soğuk zindanından alınıp ayaklarına bağlanmış zincirlerle infaz bölgesine götürüldü. İnfaz alanının girişindeki dar koridorun duvarına dayanarak bekleyen Duhl, elleriyle duvardaki taşlara dokundu. Bir taşın keskinliğini hissetti. İşaret parmağını var gücüyle bastırdı. İncecik bir kesik oluştu. Parmağını ağzına götürüp kanını emdi. Sonra çıplak ayaklarını yere sürttü. Ayaklarının altında ezilen kum tanelerini hissetti. Yavaşça yukarıya süzülen toz kokusunu burnuna çekti. Beş defa üst üste öksürdü. Boğazına gelen balgamın ekşimsi tadı ağzındaki paslı kanla birleşti. Karanlığa uyum sağlayan gözleriyle koridora baktı. Alt tarafı yirmi metrekare olan bu ince uzun ve boş koridorun her köşesini inceledi. İncelerken başını çevirebildiği kadar çevirdi. Vücudunu eğebildiği kadar eğdi. Sonra boynundan başlayarak sırasıyla omuzlarının, sırtının, belinin, kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kaslarını hareket ettirdi. Ellerini yüzüne götürdü. Parmaklarını siyah ve seyrek sakallarının içinde gezdirdi. O sırada infaz alanının kapısı açıldı. İki kişi, sırtlarında uzun namlulu silahlarıyla karanlıkta kurşun asker oyuncağını anımsatıyorlardı. Duhl’un yanına gelip kollarından tuttular. Duhl tepki vermedi. Askerlerin sıktığı dolgun kaslarını şişirdi. Darağacının altında durdular. Hebal bağladığı urganı Duhl’un boynuna geçirdi. Komutanın baş işaretiyle sandalyeye bir tekme savurdu. Duhl, ipte yirmi saniye kadar çırpındı. Aniden açılan düğümle birlikte yere düştü. Hareket etmiyordu.
17 Kasım
Hebal, sorgu odasında sandalyede oturmuş sağ elinin başparmağını sol avcunun içinde sıkıyordu. Sol elinde duyumsadığı boğumlu sert kemik kendisinin değilmiş gibiydi.
“Duhl’u daha önce tanıyor muydun?”
“Evet efendim, aynı köyde büyüdük.”
“Parmağındaki sakatlıktan haberi var mıydı?”
“Sakatlandığım sırada yanımdaydı.”
“Nasıl sakatlandığını anlat.”
“Çocuktuk henüz, karşı köyün çocuklarıyla kavgaya girmiştik.”
“Neden kavga ediyordunuz?”
“Nedenini hatırlamıyorum.”
“Sonra ne oldu?”
“Karşı çocuklara bir taş fırlattım, o sırada oradan geçen askeri birliğin komutanı Abdulcabbar ‘ın kafasına isabet etti. Kafasını tutup acıyla bağırdı. Sonra koşarak yanıma geldi. Öfkeden hırlayarak…”
“Nasıl bir ifade bu! Nasıl hırlıyordu dersin bir komutan için.”
“Affedersiniz, haklısınız.”
“Sözlerine dikkat ederek devam et!”
“Tamam efendim. Hangi elimle attığımı sordu. Sağ elimi uzattım. Parmağımı var gücüyle çevirdi. Sonra da…”
“Tamam, her neyse, bu bilgi gerekli değil.”
“Siz sordunuz diye…”
“Duhl bundan haberliydi yani.”
“Evet efendim.”
“Bu göreve nasıl alındın? Sağlık raporu istemediler mi?”
“Raporu veren doktor da bizimle aynı köydendi.”
“Çete misiniz siz? Bu nasıl iş böyle?”
“Yok efendim, doktor olmak için çok çalıştı zamanında.”
“Sonra da sen gibilere sahte rapor düzenledi.”
“Efendim yapılan yazılı sınavı kazanmıştım, bu görev benim hakkımdı.”
“Kırık bir parmakla bu işi yapamazsın!”
“Bu benim tercihim değil, yani kırık bir parmak.”
“Hep diyorum, bu işleri verirken insanların şeceresine bakmak lazım diye. Son kez soruyorum Duhl ile anlaştınız mı?”
“Hayır efendim, yemin ederim mahkûmun o olduğunu bile bilmiyordum.”
19 Kasım
Seddiqa hanım revirde yatağın yanında durmuş titreyen elleriyle Duhl’un boynundaki yaraları temizliyordu.
“Arash, kurbanı kestirdin mi?”
“Dün söyledim, kasap Reza halledecek.”
“Gecikmesin sakın. Son anda oğlumuzu bağışladı, çok şükür.”
“Seddiqa olanlara inanamıyorum hâlâ. Yani… Yine de idam ederler diye düşünmüştüm.”
“Ben de anlamadım ne oldu da vazgeçtiler, öğrenebildin mi?”
“Avukat Fuat beye sordum, idam için mahkûmun sağlıklı olması lüzumluymuş.”
“Oğlumu ne hale getirdiler, bazen düşünüyorum da…”
“Düşünme, yaşıyor işte, öyle ya da böyle.”
11 Kasım
İçliğini çıkarıp yere serdi. İçine birkaç kitap koydu. Sonra atletini iki zıt köşeden tutup bağladı. Bunları infazdan sonra annesine vermeleri için gardiyana uzattı. İnfazı gerçekleşen mahkûmun üstündeki elbiseleri de ailesine teslim edilirdi. Annesini düşündü. Küçük bir olasılıkla Hebal daha öncekilere eş değer bir düğüm atamazsa ve infaz gerçekleşirse ne olacak diye aklından geçirdi. Annesini çağırıp eşyalarını vereceklerdi. Annesi küf kokulu bir kolinin içinde oğlunu arayacaktı. Öldüğü sırada üstünde olan gömleğini tutup son çırpınışlarının izlerine bakacaktı. Sonra kırışmış bu kumaş parçasında kalan ter kokusunu koklayacak, oğlunun yitirdiği gövdesini yoklayacaktı. Pantolonundaki diz izlerini öpecek, ağlayacak, kemerini ellerine saracaktı. Her şeyi her seferinde koklamaya devam edecekti. Boş kalan ayakkabılara çoraplara yanağını dayayacaktı. Pantolonunun arka cebinde ara sıra terden ıslanan cüzdanındaki yıpranmış birkaç vesikalık fotoğrafa bakacaktı buğulu gözleriyle. Eski alışverişlerden kalma bir fişi görecek ve “Sekiz ay önce tıraş köpüğü almış yavrum,” diye acıyla inleyecekti. Sonra atletteki düğümü çözecek, kitapları tek tek çıkaracaktı. Genel Topoloji, Topolojik Düğümler, Metrik Uzaylar ve birkaç sosyoloji kitabı. Hepsine sayfa sayfa bakacak, oğlunun parmak izlerini arayacaktı. Oğlunun bunca şeyde varken hiçbir yerde olmadığını anlayınca ağlamaktan yorulmuş bedenini dışarıya atacak, toprağı koklayacak, toprağa sarılacak, toprakla konuşacaktı. Başını iki yana salladı. Bu küçük olasılığı düşünmeyecekti. Eline aldığı tahta bloktaki düğümü çözmeye başladı.
16 Ekim
Taş döşemelerden gelen ayak seslerine demir tasa çarpan kaşığın sesi eşlik ediyordu. Dışarıda hava güneşliyse tam tepeye çıktığı zamanlar olmalıydı. Zamanı hesaplamak için günlük rutinleri anlamlandırmak her mahkûmun kaderi olmalıydı.
“78, 79, 80, 81, şimdi, dedi Duhl.”
Kapıdaki kilide takılan anahtar şangırdarken ve demir kapı inleyen bir hayvan gibi gıcırdayarak açılırken Duhl yere parmaklarıyla bir şeyler çiziyordu. Başını kaldırmadı. Önüne uzatılan tepsiye göz ucuyla baktı. Geriye doğru atılan adım sesleri, kapı gıcırtısı ve anahtar şangırtısından sonra Duhl tekrar saymaya başladı.
“1, 2 ... 80,81.”
Yavaşça tepsiyi kendine doğru çekti. Tepsideki kâğıda sarılı ekmeği çıkarırken içinde tahta bir blok gördü. Blokun üstünde küçük bir urganın düğümlendiği minyatür bir darağacı vardı. Eline alıp inceledi. Blokun altına bantlanmış bir kâğıt parçası eline değdi. Altını çevirip baktı, mektuba benziyordu. Etrafa bakınıp kâğıdı çıkardı.
Duhl kardeşim, böyle karşılaşmak ne kadar acı… Sekiz yıldır bu zindanda onlarca insanı infaz ettim. Mahkumların gözlerini görmeyince öldürme duygusunu çabuk unutuyordum. Hiçbirisini infazdan önce de tanımadım, kim olduklarıyla ilgili hiçbir şey öğrenmek istemedim. Geçen hafta annem şehir pazarında dolaşırken Seddiqa teyzeyi görmüş. Perişan bir haldeydi, dedi. Senin durumunu anlatmış anneme. Uşkar şehrinin en kötü zindanında olduğunu söylemiş. Burada. Annem olanları anlattığı günden beri ellerimde kurtulamadığım bir kan kokusuyla yaşıyorum. Kim olduğunu öğrenemediğim babaların, annelerin, kardeşlerin, sevgililerin kanı bu. Ve bu kokuya seninki de karışırsa katlanacak gücüm kalmayacak. Seni öldürmelerine izin vermeyeceğim. Gönderdiğim bloktaki düğüme çalış lütfen. Akademide okuduğun sıralarda bana hep eş değer düğüm attığımı söylüyordun. Sağ elimdeki başparmağım havası boşaltılmış bir balon gibi hâlâ. Anlayacağın düğüm atma konusunda hiçbir şeyim değişmedi. Bu yüzden bugüne kadar kimsenin urganını düğümlemedim. Sana son arzunu soracaklar düğümü benim atmamı iste. Adımı verme sakın. Ortada bekleyen cellat de. Üç kişi görevli olacağız, ben ortalarında duracağım. Bana güven. Hatırlatmam gereken bir ayrıntı var. Büyük olasılıkla omuriliğin zedelenecek. Felç kalacaksın. Kararını verirsen son isteğini söylersin. Benim elimden bu kadarı gelir. İyi düşün lütfen, yaşamın güzel sularında yüzemesen bile izleme şansın devam edecek.
25 Kasım
Seddiqa hanım eve geçince zindan görevlisinin verdiği koliyi açtı. Duhl’un kirli kıyafetlerini bir kenara koydu. Atletine sarılı kitapları çıkardı. Kitapların arasından yırtık bir sayfa yere düştü. Duhl’un el yazısıyla yazılmış bir mektuptu bu.
Eski dostum Hebal, sana eski dostum diyorum çünkü yüreğini meşru kıldığın cinayetlerle kirlettiğin günden sonrasını dostluğumuza dahil etmiyorum. Ben, güneşin en temiz ve parlak doğduğu köyümüzde nehirde birlikte taş sektirdiğim, eski yün çoraplarla yaptığımız toplarla oyun oynadığım Hebal’i on sekiz yıl evvelde bıraktım. Bu mektubu ona yazıyorum. Affetmesi gereken bir insanın yüküyle ezilen aziz dostum Hebal, yardıma ihtiyacın olduğunu biliyorum. Boynuma geçirilecek olan urganın düğümünü atacak celladın adını vereceğim. Böylelikle on sekiz yıl evvel attığın düğümü gevşetmiş olacağım. Ellerini kan kokusuna bulandırarak sana sahip çıktığını söyleyenlere inanma sakın. En büyük özgürlük kimseyi sahip bellememektir. Benim sadece kıyısından izleyeceğim bu hayatın güzel sularında savrularak ama özgürce yüzeceğin günleri görmeyi diliyorum. Hoşça kal…
Seddiqa hanım burnunu çekerek gözlerindeki yaşı sildi. Mektubu duvara gömülü küçük tahta dolaba koydu. Kehribar taşından tespihini alıp küçük adımlarla Duhl’un yanına gitti.
Hicret Birik
Comments