Diş fırçamın kılları yıpranmış yarın çıkıp yenisini alsam iyi olacak, diye düşündü. Küflenmiş tavan derisini atıyor, banyoya rutubet kokusu yayılıyordu. Kenarları paslanmış aynaya bakıp dağınık ve kirli saçlarını kaşıdı. Tırnaklarının arasında bir şeyler birikti, aldırmadı. Dili damağına yapışmıştı, mutfağa yöneldi. Tezgâhtaki tabağın üstünde meyve sinekleri uçuşuyor, yanıp yanıp sönen ampul, darağacında boynu kırılmış bir mahkûm gibi sallanıyordu. Dolaptan bir bardak çıkardı, su doldurdu, içti. Bu akşam içtiği beşinci bardak suydu, demek oluyordu ki en az üç defa uyanıp çişe gidecekti. Bardağı tezgâha koyarken düşürdü, kırık camlar bardakta kalmış suyla birlikte yere dağıldı. Oflayıp puflayarak topladı, çöpe attı.
Sinirleri bozulmuştu, balkona çıkıp sigarasını yaktı. Üflediği duman gecenin sisine karışırken gözlerini kamaştıran farları ile bir araba durdu binanın önünde. Vedat mıydı inen? Evet, evet oydu. Nasıl da genç, yakışıklıydı. Kenan’a benziyordu. Yatakta horuldayan Hazım’ı düşündü. Canı sıkıldı, sigarasını balkondan fırlatıp içeri girdi. Yatak odasına gidip pijamasını giyindi, lastiği gevşemiş donunu yukarı doğru çekti. Çoraplarını çıkarttı, tabanındaki çatlaklar bunu da yırtmıştı. ‘’Eh,’’ dedi kendi kendine, iç içe geçirip yuvarladı, fırlattı. Gıcırdayan yatağa uzanıp ağrıyan sırtını Hazım’a döndü. Dışarıdan tozu dumana katıp savuran bir rüzgâr sesi geliyordu.
….
Sabah erkenden kapı sesiyle uyandı, gidip delikten baktı, Vedat’tı gelen.
“Bir dakika bekler misin?” diye seslendi.
Koşup banyoya girdi, dünkü rutubetten eser kalmamış, banyoyu bir lavanta kokusu sarmıştı. Aynanın önündeki tarağı alıp saçlarını topladı. Yatak odasına gitti, sırt ağrısı geçmişti, kendini çok iyi hissediyordu. Pencereden içeriye sabah güneşi dolmuş, uzun bir kışın ardından sonunda bahar gelmişti. Kenan’ın ilk sahnesini anımsadı, sene 1994, prömiyer. Sait Faik’i oynuyordu Kenan. Solgun siyah tişörtü ve bol kesimli pantolonuyla sahnede belirmişti.
“Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan Hişt! dedi”
Nasıl da heyecanlanmıştı izlerken, midesinde kelebekten ziyade dünyadaki bütün börtü böcekler, kuşlar uçuşuyor, yaşadığı heyecan nefesini kesiyordu.
"Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki, hişt hişt diyen.’’
Dresuarın çekmecesinden kırmızı rujunu çıkarıp sürdü, aynadan yüzüne baktı. Alnının ortasındaki çizgiler gitmiş gibiydi. Sarkan yanakları toparlanmış, solgun bakışları parıldıyordu. Kenan’ın, içine işleyen yeşil gözlerini düşündü, ne güzel bakıyordu.
“Onun da rengi çağla bademi; ağzı, dişleri, kulakları, boynu ne güzel...”
Üstündeki eski pijamayı çıkarıp omuz dekolteli siyah tişörtünü ve mavi kotunu giyindi. Parfümünden boynuna iki kere sıktı, taze çiçek kokuları yayıldı odaya. Hazım uyanıp görseydi kırkından sonra azmakla suçlardı, haksız da sayılmazdı diye geçirdi içinden. Ağzı yana doğru çapkınca eğrilerek gülümsedi, kendi kendine aldırmaz bir tavırla omuzlarını silkti.
"İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma ‘hişt hişt’ diyen bir divane olayım ben aldırmayacağım."
Vedat kapıda bekliyordu hâlâ, şimdi kapıyı açacaktı, sarılıp öpüşeceklerdi. Nazmiye Hanım duysa rezil ederdi alimallah. Gencecik bekâr oğlunu kart Hülya taciz etmiş olacaktı. Kara bir korkuya kapıldı birden, bunca zaman Hazım’a ihanet etmemiş, sadakatli bir eş olmuştu. Şimdi birileri duysa insan içine çıkamazdı. Bir de boyunca çocukları vardı. Nasıl bakardı yüzüne. Durdu bir an düşündü ve hemen ardından ‘amaaan’ dedi kendi kendine. Kulak asmayacaktı korkularına. Odadan hoplaya zıplaya çıktı, bir çırpıda kapının yanına gitti.
“İyisi mi ben kendim ‘hişt hişt’ derim.’’
Kapıyı açıp Vedat’ın kollarına atladı. Bir anda başı dönmeye başladı, sevinçten mi heyecandan mı bilemedi ama git gide daha fazla dönüyor Vedat’ın kollarına tutunmuş ayakta durmaya çalışıyordu. Şaşkın şaşkın Hülya’ya bakan Vedat’ın yüzü değişmeye başladı. Minicik bir bebek, sivilceli bir ergen, erişkin bir adam, zavallı bir yaşlı. Küçüldü, tuhaflaştı, çirkinleşti, toza dönüştü.
"Papazın oğlu çirkin, aptal, otuz birli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasındaydım. Bana ‘hişt hişt’ diyen mutlak bir kuştu. Hişt, hişt, hişt, hişt…"
Gözleri isteksizce zar zor açıldı. Hazım bir yandan sarsıyor bir yandan, “Hişt hişt!” deyip duruyordu. Allah belasını versin geçip giden zamanın diye küfür etti içinden. Dağılmış yorganı tutup başına çekti, ağladı. Dün geceki deli rüzgârın yerini ağır ağır yağan kar almıştı.
Hicret Birik
Comments