top of page

Öykü- Hicret Birik- Kodes Palas'ın Esrarı

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Ranzalardan tekine kendimi atıp uzandığımda Sabahattin hâlâ o dalgamotor bakışlarıyla boşluğa bakıyordu. Girdiği deliğe efkârlanacağına içinde kaldığı boşlukta sersem gibi sallandığını fark etmesi uzun zaman alacak gibiydi. Neyse ki böyle dumanlı bir kafayla duvarlara çentik atacak hâli yoktu, peynir ekmek gibi yiyecekti günleri. Bana gelince, arada sırada başvurduğum bu köpek yuvasından hallice yere alışkındım, bir yerde ikinci evim sayılırdı. Kalkıp uyurgezer arkadaşımı-pek arkadaş sayılmasak da-kolundan tuttum, yanımdaki boş ranzaya oturttum. Üstündeki kalpakçı içliğini tanıyan birkaç kişi başıma çullandı. En önlerinde duran adam, cigara dumanından sararmış pos bıyıklarının altından çıkan bir homurtuyla, “Ne iş?” diye sorup Sabahattin’i göstererek göz kırptı. Burada tanış olmak gerekmezdi, herkes aynı yoldan geçmiş, aynı dört tekerle gelmişti buraya. Lâkin Sabahattin’in durumu farklıydı. Bizim geçtiğimiz yolları ancak bizi aramak için yürürdü. O gece de izime rastlamasa kendi asfalt yolundan evine gidecek, kim bilir belki şimdi karısının pişirdiği kapuskayı yiyip karnını kaşıyarak uyuyor olacaktı. Kader böyle bir şey işte, birbirine uzak iki ayrı yakada lodosa karşı savruluyorken tanrının eli bizi iliklemişti.

Etrafıma toplanan adamlar huzursuz pireler gibi hareketlenince uzandığım yerden dikelip ranzama oturdum, “Bir cigara verin de anlatayım, mevzu uzun,” dedim. Öndeki pos bıyıklı, elini gömleğinin cebine atıp kısa Maltepe paketini çıkardı, öne doğru salladığı paketten ucu dışarıya sarkan cigarayı çekip yaktım. “Evvela sen kimsin, onu söyle,” diye sordu adam.

“Adım Mikail, namı diğer Kedici,”

“Uzmanlığın nedir?” diyerek kahkaha attı,

“Aşırasyon, tırtıkizmin babası derler bizim civarda, ayıptır söylemesi gecenin karanlığında elim geceden siyah, gündüzün apakında Musa’nın elinden beyazdır,”

“Bu yanındaki Geştapu hayırdır?” deyip yine Sabahattin’i gösterdi. Sabahattin o sırada, eline nerden geçtiyse bir tebeşirle duvara bir şeyler çiziyordu. Çentik atma hususundaki ön fikrim yalan çıkmış olmalıydı.

“Dedim ya mevzu uzun, anlatacağım, önce başımdan savulun, bu ne böyle kaşıntı tozu gibi! Bırakın biraz nefes alayım,”

Adam aniden öfkelendi, etrafına dönüp ters bir hareket için diğerlerinin onayını arandığını fark ettiğim anda mevzuya daldım,

“Evvelki gece yeni bir işe girişmek üzere evimde hazırlanıyordum. Kokoz halimle gidebileceğim bir yer olmadığından süslenip püslendim, saçlarıma bıyıklarıma briyantinler süründüm. Mısır çarşısındaki toptancı Feyyaz’dan aldığım Parizyen çoraplardan bir tekini çıkardım. Siyah naylon çorabı, içine önce bir elimi ardından diğerini sokup esnetebildiğim kadar esnettim, gördüğünüz üzere benim saksı biraz büyük,”

“Feyyaz’ın çoraplar da çürük,”

“Aynen öyle kardeşim, velhasıl çorabı yeterince genişlettikten sonra tekrar toparlayıp lazım olur diye cebime koydum, yola koyuldum, Galata Kulesi’nin yanında açılan tarihi resimlerin sergilendiği alana gittim,  bilirsiniz, memlekette ne kadar fiyangolu, forslu adamlar varsa böyle yerlerde biterler. Bu adamların elbiseleri gibi cepleri de zengindir. Yüksek aşırasyon ilmimle birisini ham hum eder çıkarım diye düşünmüştüm. Ancak, resimlere bakarken bazılarının konuşmaları istemeden benim çanaklara çarpmaya başladı, mesele ilgimi çekince antenleri onlara çevirdim. Önünde durdukları bir resim hakkında konuşuyorlardı. Şimdi aklımdan uçup gitmiş, bilmem kaçıncı yüzyılda yapılmış ünlü bir Fransız ressamın çok pahalı bir eseriymiş.  Ulan dedim, başı kıçı bir kadın resmi, millet varsıllıktan sıyırmış, biz guruldayan midemizi susturmanın peşine düşelim. Neyse, resmin önünde durup inceledim. Esmer çingene bir kadın, dolgunca çizilmiş kalçalarının etrafına kırmızı bir entari sarmış, of anam of, Allahtan resim.”

“Daha üstleri de anlat!”

“Bacaklarını da!”

Baktım, önüme bir çay geldi, yanında susamlı lokum, pos bıyıklı Maltepe paketini elime uzattı. İyi iş dedim kendi kendime. Cebim delik düşmüşüm içeriye, böyle her akşam anlatacak bir hikâye bulsam damcıdan fazla malta parası toplarım. Çayımı yavaşça yudumlarken adamların keyiften ağızlarının suyunun aktığını görebiliyordum. Bunu fırsata çevirmeliydim.

“Aman!” dedim, “ağalar, çok yorgunum bu gece, bütün gün dolaştık durduk; karakol, hastane, adliye. Şimdi biraz dinleneyim, yarın akşam anlatırım yine, dedim ya mevzu uzun.”

O gece için yeterince yakıt yüklemiştim, fişekleri dolu, yataklarına girdiler. Keyfim yerine gelmişti, Sabahattin’e baktım, uzanmış, çizdiği duvarı seyrediyordu.

“Allah rahatlık versin Mecnun!” dedim, yatağıma girip bir sonraki gün anlatacaklarımı düşünerek derin bir uykuya daldım.

Sabah uyandığımda odayı kaçak çay kokusu sarmıştı.

“Aramızda karınca da var ha?” deyip güldüm,

“Karıncadan çok ne var kardeşim, koloni, koloni!” diye karşılık verdi geceki pos bıyıklı.

Ranzanın kenarına kurdukları çay ocağının yanındaki masayı donatmışlardı. Tulum peynirinden Kars gravyerine, eşek zeytininden çakır çilliye ne desen vardı. Sanki mahpusa değil tek odalı bir saraya düşmüştüm, etrafımda iki üç köçek de dans etseydi müebbet yatardım. Pos bıyıklı masanın yanındaki boş sandalyeyi gösterip çağırdı, gidip oturdum. Karnımın zilleri kırılana kadar yedim. Bir parça ekmeğin içine biraz peynir koyup üstüne bir dilim domates de ektikten sonra götürüp Sabahattin’e verdim. Yatağında yetim gibi sessizce kemirdi. Masaya geri dönerken,

“Cemşid’in suyu da olsa tamamdı,” dedim.

“Cemşid kim?” diye sordu pos bıyıklı,

“Persli bir aslan terbiyecisi, kürek kadar büyük ellerinin biriyle gördüğü aslanların ağzını kenetler diğer eliyle de hayvanların memelerinden süt sağarmış.”

“Hay seni üçkâğıtçı! Çaktım mevzuyu, aslan sütü diyorsun yani.”

“Diyorum, diyorum da hani?”

“Mevzunun devamını anlatacak mısın?”

“Mevzuya karşılık gaganı ıslatacağım diyorsun,”

“Eyvallah kardeşim, akşama anzarotun hazırdır,”

Akşam olunca bir şişe imam suyu dibimde bitmişti, keyfime diyecek yoktu doğrusu, ekmek elden çay koloniden günümü geçirmiştim. Pos bıyıklı bardağımı kapıp doldurdu, etrafıma toplaştılar.

“Nerede kalmıştım?” dedim.

“Çingenenin bacaklarında!”

“Kalçalarında!”

Baktım bu uçkur sevdalıları abidik gubidik bir şeye bağlamak istiyorlar hikâyeyi, böyle ortamda bu tür bir şey anlatmak riskliydi. Kendimden değil de Sabahattin’den korktum, sessiz sakin bir çocuktu. Bu cozutmuşların dikkatini başka yöne çekmeliydim, devam ettim.

“Bırakın çingenenin orasını burasını, resmi en ince ayrıntısına kadar inceledim. Serginin saat kaçta açılıp kapandığını, kaç gün süreceğini öğrendikten sonra oradan ayrılıp gece yarısına kadar sokaklarda fink attım. Gece saat ikiye doğru sergi salonunun önündeydim. Etraf sakindi, Galata Kule ’sinden başka şahit yoktu anlayacağınız. Sokakta gezinirken bir nalburiyeden aşırdığım levyeyle sergi binasının kapısına abandım. Bir iki ufak tıkırtıdan sonra kapı yavaşça açıldı. Cebimdeki çorap tekini alıp kafama geçirdim. Feyyaz’ın Allah belasını versin, burnum cart diye dışarıya fırladı. Neyse, yapacak bir şey yoktu, suratımın ortasında tenasül organı gibi sallanan burnumla salona girdim. Resmin asılı olduğu yeri bildiğimden, fazla oyalanmadan hemen önünde bitiverdim. O telaşla resmi tutmak isterken biraz hoyrat davranmış tuvalin köşesinde küçük bir delik açılmasına neden olmuştum. Resmin çerçevesinden ıvacıklar koşuşturmaya başladı. Tiksinip elimi çektim. Aslında hayvanları çok severim hatta mahallenin kedilerine sürekli süt verdiğimden sokağı daha dönmeden kokumu alır miyavlarlar. Övünmek gibi olmasın senelerdir sütü aynı marketten arakladığım halde bir kere bile yakalanmadım. Sonuçta hayır için yapıyorum ya, Allah böyle yardım ediyor,”

Başlarını sallayıp derin bir nefes aldılar,

“Elbette elbette, Allah her şeyi bilendir,”

“Elhamdülillah,”

“Allahuekber!”

“Suphanallah!”

Hikâyenin yönünü bir anda değiştirmiş ulvi bir tarafa çevirebilmiştim. Başladım bir menkıbe uydurmaya,

“Efendim, vakti zamanında üstü başı tertemiz otelci bir adam varmış, bu adam piyasada yaptığı ince zenaatla tanınır, ortamcılara dizelin en güzelini pazarlarmış. Her sabah cebi dolu bir biçimde evinin yolunu tutarken sokakta gördüğü dilencilere muhakkak bozukluk verir, işinin rast gitmesi için dua alırmış. Bir gün yine mesaisini tamamlayıp alnının teri daha kurumadan evinin yolunu tutarken bir kızcağız görmüş. Üstü başı pejmürde, saçı başı dağınık, görenin içini yakan bir hâl içindeymiş.- burada susup burnumu çekmeye ardından kısa bir süre hıçkırarak ağlamaya başladım- Otelci dayanamamış, kızcağızın dizinin dibine çökmüş, ‘Hayırdır evladım, meramını söyle de çare bulalım İnşallah,’ demiş. Kızcağız Anadolu’daki evinden beşik kerti yüzünden kaçtığını, kimi kimsesi olmadığını, böyle aç sefil günlerdir dolandığını anlatınca bizim otelcinin hassas yüreği cız etmiş, ‘Gel evladım sana bir iş, bir aş kapısı bulalım,’ demiş. Kızcağız otelciye öyle içten bir dua etmiş ki rivayet odur Allah bu adamı yaptığı şeylere rağmen affedip cennetle müjdelemiş,”

Etrafımdaki adamlar başlarına geçirdikleri dantelli takkelerle boyunlarını hafifçe yana eğmiş, sağa sola sallanıyorlardı,

“Bize de nasip et Ya Rab!”

“Amin!”

“Amin!”

“Amin!”

İçlerinden birisi bu vecd ile, “Allah!” diye bağırıp kendini yerlere attı, hu hu nidalarıyla bir süre çırpınıp durdu. Hızını alamadı, ranzasının altına gizlediği şişi alıp ağzının içinden yanağına batırarak diğer taraftan çıkardı. Sonra hepsi birden ayaklandılar, daire biçiminde etrafımı sarınıp göğüslerine yumruklar indire indire, hah, huh, hıh, sesleriyle dönmeye başladılar. Sinirim bozuldu,

“Oturun ulan!” dedim, çil yavrusu gibi dağıldılar. Yanakları kızarmış, burunlarının altındaki kıllar terlemiş mahcup mahcup bakıyorlardı.

“Devam et lütfen Mikail Hazretleri,” dedi pos bıyıklı,

“Geç oldu efendiler, vaktiyle yatalım ki sabah namazını eda edebilelim,” dedim, hep beraber huşu ile yatağımıza girdik. Sabahattin hâlâ duvara bir şeyler çiziyordu. Deli.

Ertesi gün kafam davul gibiydi, sarsılarak yataktan kalktım. Pos bıyıklı hemen acı bir kahve getirdi, üstüne suyumu da üç yudumda içtim, biraz kendime gelir gibi oldum. Herkeste yorgun bir hâl vardı. Gece demlenmiş başlardan duman tütüyordu. Pos bıyıklı karşımda oturmuş, Sabahattin’e işkilli bakışlarla bakıyordu.

“Bu akşam onu anlatacağım,” dedim, gözlerimi kısarak suratına baktım. Başını sallayıp kalktı, gece ayarını tutturamadığımız doz keyfimizi kaçırmıştı. Akşama doğru voltaya çıkardılar, serin hava dumanlarımızı dağıttı, iyi geldi. Keyiflenmeye başladık, hızlı hızlı adımlarken şakalaşıyor, birbirimize omuz atıp takılıyor, eğleniyorduk. Bir ara pos bıyıklı gelip boynumdan kavradı, güreşe durduk, yerde debelenip yuvarlanmaya, kahkahalarla gülmeye başladık.

“Havalandırma bitti, içeri!”

Akşam olunca oyundan eve dönen çocuklar gibi yorulmuş, terlemiştik, kıkırdayarak damımıza girdik. Oturup soluklanırken etrafıma dizildiler, ellerinde günebakan çiğdemleri.

“Gün görmeyin emi!” dedim.

“Görmüyoruz ya!” dediler.

“Ben şimdi size burada olanların dışında kimsenin göremeyeceği bir gün göstereceğim,”

Ayrıcalıklı hissedip gerindiler, hoşlarına gitti. İyi başladın, dedim kendi kendime, isteklendirme harikulade!

“Nerde kalmıştım?” diye sordum tekrar.

“Otelci hazretlerinde!”

“Geçin onu, daha önce, daha önce.”

“Süt verdiğin kedilerde!”

“Onu da geçin, daha önce.”

“Çerçevedeki ıvacıklarda.”

“Hah, durun burada, mahalleye giriş yaptınız!”

Oturdukları yerde sırtlarını birbirlerine yasladılar, perde açılmıştı, bendeniz Kavuklu Mikail, devam ettim hikâyemi anlatmaya.

“Dedim ya ıvacıkları görünce tiksinip elimi çektim, işte o anda, tuvalin üstünde açtığım deliğin arka tarafından parlak kahverengi bir tahtakurusu çıktı. Ayakkabımın tekini çıkarıp elime aldım, böceğin tuvalin üstünden zemine inmesini bekledim. Aşağıya iner inmez ayakkabımla vurup ezecektim. Ancak, böcek ilerledikçe büyüyordu, zemine bastığında on katına ulaşmıştı. Sonra gonglamaya benzer bir ses işittim, Sabahattin gelip kolumdan tuttu, demek ki ben içeriye daldığım anda peşime gölgesi düşmüş zalımın!”

“Vay köpek oğlu köpek!”

“Aynasını kırdığımın…”

“Şşşşt! Durun hele,  kimsenin göremeyeceği o güne yeni dalmaya başladık, dinleyin!”

Kızarmış suratlarını toparlayıp yüzüme diktiler. Anlatacaklarımın en heyecanlı yerinde kesecektim mevzuyu, sonraki güne yem bırakmalıydım.

“Az önce silah niyetine elime aldığım ayakkabımı usulca yere bıraktım, tabanını kırıp kuvvet verdim, kaçmaya başladım. Sabahattin olduğu yerde durmuş gibiydi, arkamdan hafif hafif salınarak geliyordu, hareketleri o kadar yavaştı ki sanırdınız adım atmıyor da iki ayağının üstünde sürünüyordu. Hızla yelkenlenirken dönüp adamın suratına baktım ki benim yürek Selânik. Aslında öyle çalı zeybeği değilimdir hani, tırsmaktan ölecek ne kadar kötü hâl var ise yaşamışımdır ama gelin görün ki şu ranzasında sessizce duvarı karalayan garibin oturma kasında ucu çengelli bir kuyruk belirmiş ardımdan sinsi sinsi geliyordu. Ayağımın altındaki yer kayganlaşmıştı, yalpalayarak koşarken yere kapaklandım. Düştüğüm yerde kocaman bir altı rakamı yazılıydı.”

Hepsi merakla yüzüme bakıyordu, burada kesmeliydim, uzun uzun esneyerek geriye doğru gerindim. Haydi, yatma zamanı, yarın ola hayrola.

“Bitirecek yer mi birader!”

“Tam da yeri, arkası yarın.”

Yatağıma uzanıp Sabahattin’e döndüm.

“Yeter ulan, hış hış hış, sürtme şu tebeşiri duvara!”

Sessizce yatağına uzandı, tebeşiri sakladığı avuçlarını yanağının altına koydu.

Öbür gün uyandığımda herkes başımda bekliyordu. Ayağa fırlayıp, “Noluyor ulan, teneşiri mi hakladım!” dedim. Ağızlarının kenarından salyalar akıtan itler gibi hırlıyorlardı. Sabaha kadar uyumayıp nöbet tutmuşlar meğerse. Ne yapıp ne ettiysem akşamı beklemeye ikna edemedim, mecbur hikâyemi anlatmaya devam ettim.

“Kocaman bir altı rakamının üstünde yere düşmüştüm en son, değil mi ağalar?”

“Hırrrrrr, hırrrrr, hırrrr,”

“Tamam, işte orada hemen ayaklanıp topuklamaya devam ettim lakin koştukça ileriye doğru bir çemberin yarıçapını çiziyordum. Baktım ki tam dibimde yedi yazıyor, sonra sekiz, dokuz… Başımı kaldırıp Sabahattin’e çevirdim, çengelli kuyruğuyla on ikide durmuştu, cepte paralar nanay, dön şinanay şinanay, Sabahattin’den kaçtıkça yine ona doğru gidiyordum. Biraz sonra meseleyi çaktım, bir saatin içinde hapsolmuştuk, ben ve şu gariban kaldırım kargası. Kendi bileğiyle benimkini birleştirdiği kelepçe, kadranın tam orta yerine mıhlanmıştı. Az önce resmin üzerinde dolaşan tahtakurusu kafama çıkmış hatır hutur suratımı kemiriyordu. Derken burun deliklerimden birine girdi, genzimde dolaşarak diğer delikten tekrar çıktı. Ben o anda kaşınıp aksırınca kadının biri gelip suratıma baktı. Kim olsa beğenirsiniz ağalar?”

Sabahattin yatağından inip diğerlerinin yanına geldi, pür dikkat yüzüme bakmaya başladı,

“O, değil mi?”

“O kim ulan,” dedi pos bıyıklı.

“O, tabii ya, resimdeki Macar çingene, suratıma bakıp gitti. Bir görseniz, mancarak gözleri menekşe saksısı, etli dudakları Şam’da kayısı. Sabahattin artık küçük adımlarla dahi ilerlemiyor, kadranın içinde yapışıp kalmış kadını seyrediyordu. Ben de onun yüzünden olduğum yerden kımıldayamıyordum, inme inmiş gibi titreyip duruyordum. Kadın, elinde tuttuğu iki tahta kaşığı birbirine vurarak dans etmeye başladı, beline düşmüş dalgalı saçları denizin donuna girmiş gibi sallanıyordu. İşte tam o anda ay yuvarlanıp pencereden içeriye girdi.”

Etrafımdakiler heyecandan nefesleri kesilmiş dinliyorlardı lakin anlatacak kudretim kalmamıştı.

“Aç ayı oynamaz ağalar, önce karnımızı doyuralım,” dedim. Masayı yine donattılar, çifte kavrulmuş tahin, dut pekmezi, yağın içinde yüzen yeşil çelebi… ne desen mevcut, Cemşid’in suyu dahi. Masanın etrafına oturup yemeye koyulduk. Birden demir kapının sesi duyuldu, dönüp baktık, bir gardiyan, elinde bir tebligat, bağırarak okumaya başladı,

“Kerem oğlu Mikail Mesel, Ali Selahattin oğlu Sabahattin Veli! Mahkeme, hakkınızda kontrollü serbestlik kararı vermiştir. Gece saat on ikide çıkışınız yapılacaktır, hazırlanıp bekleyin!”

Bu hiç işime gelmemişti. Bunca güzel ikramı dışarıda rüyamda görürdüm ancak. Fakat etrafıma bakınca işine gelmeyen tek kişi olmadığımı fark ettim. Her akşam anlattığım hikâyelere bağlanmış adamların da suratları düştü. Pos bıyıklı yanımda durup,

“Hadi Mikail kardeş, gece on ikiye çok var, bitir şu hikâyeyi,” dedi. Ne de olsa onca kahvesini, Maltepesini içmiştim, hatırı vardı. Eyvallah, deyip devam ettim,

“Ne demiştim, hah, Ay yuvarlanıp pencereden içeriye girdi. Kadının tencere dibi gibi yuvarlak suratını öpmeye başladı, al yanaklarında simli izler bırakıyordu. Sabahattin mest olmuştu, kadın dans ettikçe elleriyle dizlerine usul vuruyor, fısır fısır terennüm ediyordu. Ağın içindeki balık aşka gelip yükseldikçe Sabahattin’in bedenindeki kan ateşe dönüşüyordu, öyle ki ağalar karıncalar sırtlarında ateş taşıyorlardı zavallıcığa. Bunu gören tahtakurusu da kafamın üstünden inmişti, sırtına bir avuç kor almış Sabahattin’in göğsünden içeri kürekliyordu. Kadın, dansı bittikten sonra elindeki tahta kaşıklardan birisine koyduğu elma dilimini Sabahattin’in ağzına uzattı. Sabahattin elmayı yedikten sonra ağzını üniformasının yenlerine silip, ‘Yedirdin yandıranı, içir artık söndüreni!’ dedi.”

Bir baktım ki pos bıyıklı bizim Sabahattin’i tutmuş ağzına anzarotu boca ediyor. Herkesin gözleri sulu sulu, hıçkırarak ağlıyorlar. Böyle kerli ferli adamların ağlaması da daha bir acıklı oluyor hani.

“Çingene durur mu, hangi kadın kendi yaktığı ateşi söndürmek ister ağalar? Hele ki bu Macar, tam bir fındıkçı tavuk! Sabahattin’in karşısına geçip bülbül ağzını açtı, başladı uzun bir nağme okumaya. Nasıl bir ses var kadında anlatamam, hiçbir kerizan yetişemez bu ahenge, dersin müzik konservesi. Sesler ciğerinden sökün edip ses tellerine çarptıkça parçalanıyor, dinleyenin içini kanla dolduruyordu. Bu ahenkli titreşim evreni etkisi altına almış rüzgâr bile vibratoyla esmeye başlamıştı. Sabahattin, olduğu yerde bayılıp kaldı. Beni de bağlı olduğum koluyla yere kapaklandırdı. Tam on ikinin üstüne düşmüştük. Etrafımızda mavi kırmızı ışıklar parıldıyor, yedi sekiz aynasız ellerinde silahlarla başımızda duruyordu. Resim Sabahattin’in elindeydi, o anda, ‘Ulan!’ dedim, ‘ben de seni peşimden sürüklemezsem içeriye.’ İri tahtakurusu küçülmüş salonun bir köşesine büzüşmüştü. Hâkim sorunca sen mi çaldın o mu, diye? Ben de dedim, ‘Sayın Hâkimim, aşıramento onun elindeydi, şimdi size desem ki tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan, ikisi de doğru değil mi? Sorunuzun cevabını kendiniz bulun emi?”

Teker teker ayağa dikelip alkışlamaya başladılar. Karşılarına geçip eğilerek selam verdim, bana verilen sürenin sonuna gelmiştim. Sabahattin çiziktirip durduğu duvarın önündeydi. Hep beraber gidip baktık, tablodaki Macar gaco, sırtında sırtlan kürkü vardı. Saat on ikiyi vurdu, gardiyan seslendi, Sabahattin’le kapıya yöneldik. Döndüm ki damdakilere allahaısmarladık diyeyim, bir de ne göreyim, hepsi el ele tutuşmuş bir saatin kadranında fırıl fırıl dönmüyorlar mı?

Comentários


bottom of page