Hayalî, kendisine gösterilen sahneye gidip, perdeyi ve peş tahtasının üstündekileri kontrol etti. Tef, nâreke, biri kırmızı biri beyaz ışık yayan iki fener, oynatma çubukları, fırdöndü ve tasvirler. Her şey yerli yerindeydi. Perdeye bir göstermelik koydu, başının iki tarafından uzayan boynuzlarıyla Zülkarneyn’in resmiydi bu. Arka tarafa doğru silikleşmeye başlıyordu resim, ikiye bölünmüş gibi çizilen göstermelikte Zülkarneyn’in bir tarafındaki mekân ile silikleşmeye başladığı tarafındaki mekân farklı resmedilmişti, bast-ı zaman tayy-ı mekân hali içerisinde olduğu anlaşılıyordu.
Oyun saat on ikide başlayacaktı, yaklaşık kırk beş dakika sürecek gösteri için seyirciler yavaş yavaş gelip koltuklarına oturdular. Hayalî bir yudum su içti. Arkasındaki görevlilere tamam işareti verdi. Işıklar söndü. Sesini tizleştirerek uzun bir mâni okudu, bu arada seyirciler perdeye yansıtılan göstermeliği izlemekteydiler. Mâniyi bitirince nârekeyi zırıldatıp, tefi velveleye verdi. Feneri söndürüp karanlığa bürünen sahnenin arkasındaki Hacivat’ı oynatma çubuğundan tuttu, ancak yanlışlıkla kolunun çarptığı hayal ağacına bağlı Çelebi’yi, tasvirin oynatılacağı bölüm oyunun sonuna denk geldiği halde fark etmeden perdeye sabitlemişti. Ses görevlisi düğmeye bastı, sahneye ezan sesi yayıldı ve Hayalî feneri yaktı. Perdede sabitlenmiş duran Çelebi ezan sesini duyunca derin uykusundan uyanıp hopladı, o anki şaşkınlığından “Şefaat Ya Resulullah,” diyeceğine yanlışlıkla, “Seyahat ya Resulullah,” deyince, dayrezenin şıkır şıkır çaldığı tef sesiyle perdenin üstüne doğru uçuşmaya başladı. Kanat gibi salladığı kollarında mecali tükenince yavaş hareketlerle hızını azaltarak aşağıya indi. Dayrezenin tef sesi susmuş yerini klaksonlar, vapur düdükleri, bağırtılar almıştı. Etrafına bakınan Çelebi, perdede daha önce görmediği bu dekor karşısında şaşkına döndü. Elini sırtına atıp oynatma çubuğunu aradı, bulamadı. İki eliyle sırtını yukarıdan aşağıya yokladı, başını çevirip arkasını görmeye çalıştı. Kaldırım kenarında park halindeki dolmuşta oturan şoförün dikkatini çekti, şoför arabadan inip yanına gitti, “Hayırdır birader, bir şey mi var çamaşırında?” diye sordu.
“Yok efendim, oynatma çubuğumu arıyorum.”
“Başka tarafta olmasın o,” deyip pis pis gülen şoföre, sıska esmer bir muavin, “Tamamdır Kaptan,” diye seslenip dolmuşun yanına iki defa sertçe vurdu. Şoför dönüp Çelebi’ye baktı, “Kadıköy’e, geleceksen ayakta alırım seni,” dedi.
Çelebi ne yaptığını bilmeden dolmuşa binip şoförün gösterdiği yerde durdu. Motorun çalışmasıyla çıkan sesten ürküp geriye kaykılınca şoför kolundan itip, “Aynayı kapatma,” dedi.
Çelebi dolmuşun içindeki insan yığınına baktı. Karşısındaki koltukta iki kadın oturmuştu. Orta yaşlardaki kadınlardan birisi iriceydi, diğeri zayıf ve göz altları yorgunluktan morarmıştı. Zayıf olanı elini uzatıp, “Bana da bassana kardeş,” dedi.
Çelebi’nin yanakları kızardı, “Hay Allah hanımefendi, zatıâlinizi tanımam bile.”
“Tanımasan ne olur, bir yerlerin mi incinir?”
“Tövbe Estağfurullah.”
“Bassana kardeşim! Orda durmuş, kapatmış bir de.”
“Efendim, orta yerde açsa mıydım? Nasıl bir oyun bu böyle?” deyip kafasını yukarı kaldırıp hayalîden medet diledi, elini tekrar sırtına atıp çubukları arandı. Vites koluna çarpınca şoför sinirlendi, “Ne yapıyon kardeşim?”
“Çubuk, çubuk!”
“Hay senin çubuğuna, oynaşma!”
Ayakta duran adamlardan biri bağırmaya başladı, “Yaslanma len!”
Homurtular duyuldu. Öndeki kadın Çelebi’nin bacağından ittirip akbili bastı. Terslenerek suratına öfledi. Yerine geçtikten sonra yanındakine döndü, “Manyak mıdır nedir?” dedi.
“Bir de kibar ha haspam.” Gülüştüler. Şoför, müzik çaların düğmesine bastı, ince bir bağlama sesi doldu içeriye, arada darbuka ve tef eşlik ediyordu. Çelebi, Karagöz’ü arandı, şimdi gelse, “Ya Hakk!” dese, diye geçirdi içinden. Birden, içinden geçirdiği sesi ilk defa duyduğunu fark etti, oysa şimdiye dek sadece konuşurdu, Hayalî ne isterse onu söyler onu yapardı. Bu ses tuhaftı, kendi kendisine bir şeyler söylemek acayip geldi, sonra kendince bir neticeye vardı.
“Buldum!” dedi. Şoför, dikiz aynasından arkadaki yolculara bakarak işaret parmağını kendi kafasına doğru tutup dairesel bir hareket yaptı.
“Neyi buldun birader?”
“Çubuğu.”
Şoför dolmuş motorunun sesine benzeyen bir kahkaha atıp, “Sormaya korkuyorum, neredeymiş?” dedi.
“Kafamın içinde, bir şeyler söyleyip duruyor.”
Şoför yazıklanarak başını sağa sola salladı, sonra arkaya dönüp, “Arka taraftan vermeyen kalmasın!” dedi.
Akbilleri, sırayla öndekilere uzattılar, Çelebi’yi yana kaydırıp cihaza bastılar. Şoför bir sigara yaktı, kolunu açık camdan dışarıya sarkıttı, içeriye duman kokusu doldu, Çelebi’nin suratına üfleyip, “Sen vermeyecen mi?” dedi.
“Neyi efendim?”
“Dolmuş ücretini.”
“Ne dolmuş efendim? Anlamadım.”
“Karagöz’den fırlamış gibisin birader.”
“Hay aklınızla bin yaşayın, aynen öyle efendim.”
Şoför gülmeye başladı, sigara dumanı gözlerini yaşartmıştı, “Son durak!” diye bağırdı, dolmuşun içindeki insanlar kapıya taraf yığıldılar. Çelebi kalabalığa baktı, onlarla hareket etmesi gerektiğini düşündü. Sonuçta herkesin oynatma çubukları aynı kişinin elinde olmalıydı, kukla mantığına göre problemin çözümü bu biçimdeydi, kendisiyle gurur duyarak kalabalığın arasına karıştı.
Hicret Birik
Comments