İnkâr ettiğini gördüm. Ölümü. Ellerinde titrek bir bez parçası, tozunu almak ve son kez içinde dolanmak için geldiği evin holünde, yarım saatten beridir hiçbir şey yapmadan durup salon kapısına bakarken buldum onu. Durmasından anladım aslında, inkâr ettiğini.
Ölümü, yapay bir soğuklukla karşılayanlara hep imrenmişimdir. Bir nesneyi kaybetmeye benzemiyor sonuçta ya da bir eşyanın eksilmesine. Her gün çocuk odasının köşesinde duran bir vazonun kırılması, beni çok endişelendirmişti, terleyerek koştuğum ev içi futbol maçında. Annemin vazoyu görmesini istememiştim. Saklamıştım onu. Vazoyu. Bulamayacağını düşünerek saklamıştım. Kırık parçaları gırgır ile temizlemeye, geride en ufak bir iz bırakmadan yaşamın olağan sürekliliğine ayak uydurmaya çalışmıştım. Bir akışın içindeyken daha güvenli hissediyordu insan kendini. Birçoklarımızın düzen aşığı olmaları da bundandı bana göre. Neyse ki ilk birkaç hafta sorunsuz olarak atlatmıştım, bu gizleme durumunu. Annem, sıklıkla o çocuk odasına uğrasa da detaya pek takılmamıştı, en azından ben öyle sanmıştım. Bir gün, uyanır uyanmaz çocuk odasına gitmişti. Kimsenin kalmadığı, artık içinde çocuk yaşamayan o odaya. Yan odada, yatağımın içinde uyuyor gibi yaparken duymuştum sesini. Yani ilk denk geldiğim inkarın sözcüğe dönüştüğü o sesi. Yani, “hayır olamaz!”
Sonrasında nedense eksildiği yerleri daha sonra tümlemeye çalışmak, daha da eksiltiyormuş insanı. Bunu fark etmiştim işte. Her gün olağan bir şekilde o odanın köşesinde duran vazonun eksildiğini belki de bir anda düşünmüştü yani. Odaya gelmiştir mesela. Durmuştur ve aynı sıradanlıkla bakmıştır. Her zamanki gibi. Bir acelesi olmadan. Bir yere yetişme gayesinde bulunmadan. Odayı çevrelemiştir gözleriyle. Dolanmıştır sonra, her köşede. Durmuştur sonra ve işte bam! Bir anda fark etmiştir. Yerde birkaç haftalık bir toz kırıntısından değil de her zamanki dediğimiz o duygunun hissettirdiğinden fark etmiştir bunu. Düzenden. Olağandan. Akıştan. Süreğen olan şeyden. Vazonun gitmesine değil, eksilmesine üzülmüştür. Yani her zamanki dediğimiz o durumun artık her zamanki olmamasından.
İşte bu da ona benzedi, o ana yani. Salon kapısının önünde yeşil bir bezle durmanın nedense başka da mantıklı açıklaması gelmedi aklıma. Ki gelse de henüz birkaç hafta önce kaybettiğimiz teyzemin ardından bunu anlatmak, elinde bezle duran kuzenim için bir anlam ifade etmeyecekti sanırım. Fakat yine de içimi huzursuz eden o duyguyla kalmak istemedim. Onu, içinde dönüp durduğu girdabın kollarına bırakacak olmak, acımasızca geldi bir an.
“Şule!” dedim, biraz da sıcaklık iliştirdiğim sesimi duyurabilecek tona ayarladıktan sonra. Karşılık vermedi önce. Elindeki bezin de hareketsizce durması, o bezin de salon kapısına doğru fırlayacağını düşündürdü. Aynı şeyi istiyor olabilirdi canım kuzenim, o bezle aynı şeyi. O salona girip de son defa sehpaları silmek, vedalaşmadan evvel televizyonda güzel bir diziye başlamak -bitmesin diye, gidilmesin diye- kim bilir, belki de ikisinin -kuzenimin ve o yeşil bezin- hayaliydi.
“Şule!” dedim yeniden. Sesimi duyurmak için birkaç adım atmam gerekti o an. Dibine kadar sokulup da avazım çıkana dek bağırmanın bir an mantıklı gelmesinden sıyrılarak attım ilk adımı. Kaçarak duygularımdan, holde durup bir şeyleri anlatma zorluğundan uzaklaşarak attım o adımı. Halen hareketsizdi o. Ne dönüp bakmıştı yüzüme ne de sesime karşılık vermişti. Dakikalarca salonun kapısına baktı. Durdu. Baktı. Durdu. Oraya bakıp durdu.
Bir şey yapmam gerektiği hissinin ufak ufak içimde dağılmasını duyumsadım önce. Ona müdahale etmemin mecburi olmadığını düşündüm, hemen arkasından. Sanki buradan, bu kapıdan, bu bulunduğum konumdan çıkıp gitsem daha iyi olacakmış gibi geldi. Bir anlığına.
Arkamı döndüm, kapıya doğru bir adım attım. O an arkamda bir hareketlenme işittim. Döndüğümde kapıyı açmış, salona girmiş buldum onu. Arkasından girmek için ufak adımlarla yanaştım kapıya. İçeri girmek için son bir adım atacakken kesif bir koku çarptı yüzüme. Nedense o vazonun kırıldığı andaki gibi bir duygu gelip yerleşmişti içime. Durdum, soluklandım. Derin derin.
Kuzenime baktım. O ise orta boy sehpanın üzerine fırlattığı beze bakıyor, hiçbir şey yapmadan öylece duruyordu. Koşmak geçti içimden. Ona sarılmak geçti içimden. Gidip her şeyin düzeleceğini söylemek geçti içimden. Bu köşeli odaların her şeyi olağan gösterdiğini söylemek geçti içimden. Çocukluğun, anneler öldükten sonra da devam ettiğini ama bu yaranın kuruyabileceği ihtimalinin de olacağını söylemek geçti içimden. Durdum, içimden geçirdiğim bu yalanları düşündüm bir süre. Anne ve babalarımızın öldükten sonra, üzerimizden silinen o çocukluk rollerini düşündüm. İçimde bir yumru filizlendi, boğazımda bir acıma. Bir bakıma yaşıyorum diye geçirdim içimden. Yutkunsam geçecekmiş gibi geldi. Öylece durdum ben de. Kapıda. Yutkunsam geçecek gibi.
Kuzenim -onu neden ismiyle anlatmayıp da bana aitmiş gibi ondan bahsettiğimi bilmiyorum, sanırım herkes gibi bir şeylerin merkezindeydim ve böylece iyelik yaşamımı daha biricik hale getiriyordum- orta sehpanın tepesine dikili, bense kapıda. Benzer duygular mı yaşıyorduk bilmiyorum ama ortak bir olayın bizi yendiğine emindim. Hiçbir şey sormadan, hiçbir şey söylemeden, hiçbir şey istemesini beklemeden çıktım oradan. Bir anlık dalgınlaştım. Bir yerden ayrılmanın derin hüznünü hissettim, ılık ılık.
Kendimi nereye atmalıyım, diye düşündüm. İçimde yıllardan beri eksikliğine hissettiğim o duyguyu yeniden hissetmeye başladığımı fark ettim. Annem geldi aklıma bir an, “Ah yaşasa!” diye iç geçirdim. Havada sert bir rüzgâr, yüzümü bir ıslaklık yalar gibi oldu.
Binadan uzaklaşamaya başlamıştım. Ufak adımlarla gidiyordum, bir anda karar değiştirip de eve dönecek olmanın tedirginliğini -veya tereddüdünü- yaşayan birinin dönebilme ihtimalinin olması gibi, ben de geri dönebilirdim. Koşarak dönebilirdim. Bir anda çıkabilirdim merdivenleri. Nefes nefese çalabilirdim kapıyı. Küçük tıklatmalarla çalınırdı başta, sonra sinirlenip yumruklayabilirdim. Şule, kalk gidiyoruz diyebilirdim. O salonun kapısına bakmaktan solan yüzünü katla da gidelim, diyebilirdim. Ama demedim. Ama demedim. Ama demedim.
Döndüm, sokağın apartmanı görebilecek son köşesinden. Daireye baktım, salona baktım, karanlığa baktım, göz önüme gelen teyzeme baktım, yitirdiğim anneme ve annemi hatırlatan her şeye baktım. Uzun uzun baktım. Bir acelem yokmuş gibi. Bir yere yetişmeyecekmişim gibi. Bir yerden ayrılmamışım gibi. Perdelerin üstünde gördüm Şule’yi, daha doğrusu gölgesini, camın dibindeki sehpalıkların orada olmalıydı muhtemelen. Halen orada olmalıydı muhtemelen.
Bıraktığım gibi olmalıydı. Halen orada. Ya da teyzemin onu bıraktığı gibi olmalıydı. Hâlâ orada.
Çektim yüzümü oradan. Önümde upuzun bir karanlık vardı. İçine adımladım o karanlığın, bir yere varacak olanlar gibi hissetmeye ne zaman başlardım acaba, diye düşünerek. Ardımda Şule ve geçmiş; annemden yapılma bir hayatın ağırlığına yenilmenin hüznüyle soktum ellerimi ceplerime. Kesif bir koku, metal bir tat dolandı genzimde. Hırıltı çıkarasım geldi bir an. Vazgeçtim.
Bir şeyleri inkâr etmek geçti içimden. Belki edersin bir gün, dedim kendime. Güldüm. Adımlarım hızlandı.
İ. Usame Yördem
Comments