top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Gül- Endişe

“Anlaştık mı?”

“…”

“Yahu tut hele şu elimi.”

İsteksiz de olsa elini uzattı. Pazarlık yapmayı pek beceremezdi ama bu sefer işi sağlam tutmuştu. Yıllardır bindiği, her türlü kahrını çektiği arabasını satıyordu, kolay değil. İstediği fiyat olmamıştı ama bir şekilde işini görecek bir paraydı. Aslında kafasında kurduğu işler olsaydı bu arabayı yemin billah satmazdı. Ama mecburdu işte. Parasızlıktan değildi asla. Sadece satıp yerine başka bir model araba almalıydı. Mutlaka diğer arabaya ihtiyacı vardı. Daha genişti, daha az masraflıydı. Belki eski arabasının kliması yoktu, belki sağ ön camı zor açılıyordu ama olsundu. Dün gece bu sahne gözünün önüne gelmişti, bir dostunu sattığı için pişmanlık duyması gerekiyordu ama bir türlü pişman olamıyordu. Şu an pişman olmadığı için ileride pişman olacağını düşündü. Şimdiki pişmanlık için değil de sonra duyacağı pişmanlık içini sıktı. Ne yaparsa yapsın, üzülemiyordu. Noter binasının önündeki pazarlık bitmiş, hayırlı olsunlar havada uçuşuyordu. Parayı aldı eline, saydı. Önce Atatürkleri dizmekle uğraştı. Arabayı alanlar bu Atatürk’e saygı mı yoksa düzen hastalığı mı olduğunu düşünmeden sadece izliyorlardı. Paraların nerdeyse tamamı buruş buruştu. Bu arabayı ne yapacaklarını sorunca alıcı taraf mal satacağız demişti. Demek ki pazarcılık yapıyorlardı. Bunun üzerine, hayır dedi karşı taraf. Bundan sonra pazarcılık yapacağız. Şimdiye kadar ne yaptınız diye soracak gibi olmuştu ama bunun saçma olduğunu düşünüp vazgeçti. Arabasını alan adamlar ne iş yaptılarsa yapmışlar, artık pazarcılık yapacaklardı ya. Önemli olan arabasından sonra ne yaptıklarıydı. Öncesi için yapacak bir şey yoktu.

Atatürkler bir araya gelene kadar en az iki tane elliliği, beş tane yüzlüğü havaya kaldırıp bakmıştı. Bakmıştı ama gizli olan Atatürkleri çok iyi görememişti. Çünkü o gün hava kapalıydı. İşlerin aksi gideceği oradan belliydi. Yağmuru, çamuru sevmezdi. İlla güneş olacaktı. Güneşi görmeyince huzursuz oluyordu. Aslında paraların hepsini kontrol ederdi ama adamların yanında görgüsüz görünmek istememişti. Son bir yüzlük kalmıştı içini tedirgin eden. Ona da baksa işlem tamamdı. Notere gidip imzalar atılırdı. El değiştiren para göreceli bir büyüklüğe sahipti. Kimileri uzun uzun biriktirirdi bunu –tıpkı şu an alışveriş yapanlar gibi –kimilerinin ise bunu kazanması belki bir gün bile sürmezdi. Emin olamadığı yüzlüğü içerden çekip destenin başına koydu. Arabası gittiği için üzülmüş gibi yapıp noter binasının içine girdiler. Tuvalet için izin isteyip destedeki son yüzlüğe tuvaletin içindeki güçlü ışıkta baktı. “Hay Allah razı olsun devletten,” dedi. “Gündüz bile tuvalette ışık yakıyorlar.”

Uzun süren bir beklemeden sonra noterdeki işlemler bitmişti. Adamlardan rica edip kendisini en yakın bankaya götürmelerini rica etti. Şoför koltuğunda geldiği arabanın, camı açılmayan sağ tarafındaydı şimdi. İçinden düşündü, bu aracı satmakla hata mı etmişti acaba?

Bankada müthiş bir sıra vardı. Kapıdaki uzun boylu güvenlikten yardım isteyip sıra numarası aldı. Para yatırılacağı için bankanın kendisine öncelik vereceğini düşünmüştü ama beklediği gibi olmamıştı. Paranın miktarını güvenliğe söylemese belki de hemen alırlardı kendisini. Ancak elindeki fiş, en iyi tahminle bir saatten önce sıranın gelmeyeceğini söylüyordu. Şöyle bir etrafına bakındı. En yakın bankaya geldiği için bildiği bir çevre değildi. Kendi mahallesindeki bankaya gitmeyi düşündü. Dolmuşa, otobüse binse yürümesi gerekirdi. Orada da sıra varsa parayı yatıramazdı. Taksiye binip gitmeyi düşündü. Hem taksiye kirli olan yüzlüğü verebilirdi. Noterdeki beyaz ışığın altında baktığı için bir tek ona güvenemiyordu. Bu düşüncelerinden vazgeçerek bir şeyler yemeye karar verdi. Bankadan çıkıp sağa sola bakındı. Aksi gibi yakınlarda bir şey görünmüyordu. Hava gittikçe kararıyor, yağmurun geleceğini andıran serin bir lodos esiyordu. İçinden söylenmeye başladı. Adamlar niye havale yapmamıştı ki parayı? Bankada hesapları yokmuş. Ulan bu devirde bankada hesabı olmayan kaldı mı be?

İki tane tekel bayisine sorup sonunda küçük bir caddeye ulaştı. Caddede birkaç dönerci acıktıran kırmızı rengiyle dikkat çekmeye çalışıyordu. İkisini geçip sonraki dönercinin önünde durdu. Garson hemen atladı:

“Abi buyur, üst katta yerimiz var.”

Dönercinin önündeki horoz kıyafetli adamı geçip dükkânın içine doğru yürüdü. Garson arkadan bağırdı,

“Abimizle ilgilenin.”

İçerde bir sürü çalışan vardı. Kirli bir yer değildi ama içerisi aşırı sıcaktı. Döneri kesen ustayla bir anlığına göz göze geldiler. Usta kırmızı yüzüyle baktı. Ne o “Kolay gelsin,” ne de diğeri “Hoş geldiniz,” dedi. Usta kafasını çevirip döneri ince ince kesmeye koyuldu.

***

“Ne kadar borcum?”

“Yirmi lira abi.”

Kirli olan yüzlüğü uzattı. Adam parayı alıp evirdi çevirdi.

“Bozuk yok mu abi?”

Vardı.

“Yok be ustam.”

Adam parayı isteksizce de olsa kasaya koydu. Üstüne daha kirli bir yirmi lira, bir onluk ve gıcır gıcır bir elli lira verdi. Gıcır gıcır olan ellilik hoşuna gitmişti.

“Yahu sen ne arıyorsun burda?”

Arkasını döndü. Baktı. Alt komşusu Murat’tı.

“Sorma. Bir alım satım işlemi vardı da.”

“Oldu mu bari?”

“Oldu evet.”

“Tamam, ben bir döner yiyeceğim. Beraber döneriz mahalleye. Olmaz mı?”

Bal gibi de olurdu.

“Sen yemeğini yiyene kadar ben bir bankaya uğrasam?”

“Yok yahu burası kalabalık olur, bizim mahalledekine gideriz.”

“Sıram gelmiştir Murat abi.”

“E iyi madem canım. Sen bilirsin. Bak gel, ben burdayım.”

Hızlı bir şekilde dükkândan çıktı. Dönerciden aldığı paraları destenin içine ekleme şansı olmamıştı. Bankada hallederim, diye düşündü. Yağmur artık çiselemiyor, yağıyordu.

Koşa koşa bankaya gitti. Sıra hâlâ gelmemişti ama çok da fazla kalmamıştı. Biraz beklemeyi düşündü. Nasıl olsa Murat abi o zamana ancak yemeğini yerdi. Sekiz yüz doksan sekiz, sekiz yüz doksan dokuz, dokuz yüz. Dokuz yüzüncü numarayı bir türlü geçememişti bankolardaki bilgi panosu. Kafasını sağa yatırıp dokuz yüzüncü müşteriyi görmeye çalıştı. Dokuz yüzüncü müşteri ayakta duruyordu. Kafasını biraz daha sağa yatırınca yanındaki hamile kadın rahatsız oldu. Onun geldiğini görmemişti bile. Hemen toparlandı. Buradaki meseleden vazgeçip mahalleye dönme zamanı gelmişti. Elindeki dokuz yüz yirmi numaralı fişi yanındaki hamile kadına uzatmayı düşündü. Onun elindeki fişi göremiyordu ama muhtemelen ondan sonra gelmişti. Bir an fişi gördü. Onun sırası dokuz yüz beşti. Üzerinde düşüneceği bir konu olmadığı için ayağa kalktı. Başka sıra numarasını verebileceği toplumdaki acınan kişileri aradı gözleri. Yaşlı, engelli bir birey bulamadı. Sonra fişi cebine koyup geldiği yoldan koşturarak dönerci dükkânına geri döndü.

“Ustam burada biri oturuyordu?”

“Burada mı?”

“Tam burada.”

“Abi o gitti.”

“Nereye gitti?”

“Bilmiyorum ki abi, bir şey demedi.”

Murat abinin nereye gitmiş olabileceğini düşündüğü için garsonun alay ettiğini anlayamamıştı. Yağmur şiddetli bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Bu parayı evde tutamazdı. Tutsa bile uyuyamazdı. Hızlıca aşağı indi. Koşarak bankaya tekrar gittiğinde soluk soluğa kalmıştı. Bankaya girdiği an dokuz yüz beş numaralı sıranın yandığını, hamile kadının elini beline koyarak salına salına bankoya doğru yürüdüğünü gördü. İçinden tamam, dedi. Nasıl olsa sıra bana gelecek. Beklemeye başladı. Sıra numaraları hızlı bir şekilde yanıyordu ve çabucak dokuz yüz yirmiye gelmişti. Şansım dönüyor galiba, dedi. Numaranın yandığı bankoya yürüdü.

“Para yatıracaktım.”

“Tabi beyefendi. Fişi görebilir miyim?”

“Evet, cebimdeydi.”

Cebinde fiş yoktu.

O sırada yağmur artmış, sokaklarda su birikintileri kanalizasyona doğru hızlı bir şekilde akıyordu.

***

“İstanbul’un havasına güven olmaz.” Bu söz aklına geldi birden. Sanki önemli bir sözmüş gibi defalarca tekrar etti bir taksi bulmaya çalışırken. Taksiler her yağmurlu havada olduğu gibi yolcu seçiyordu. Sonunda el ettiği ön tarafı kazalı bir taksi durdu. Arabanın nasıl bu şekilde trafikte gittiğini anlamaya çalıştı bir süre. Sonra saçmaladığını düşünüp bu fikrinden vazgeçti. Mahalledeki bankaya ulaştığı zaman taksiye kirli yirmi lirayı ve daha az kirli olan on lirayı uzattı. Taksici paraları havaya kaldırıp Atatürkleri kontrol etti. Bu işlemi sadece bugün en az on defa görmüştü. Bankadan içeri girmeye çalıştığında kapının kapalı olduğunu gördü. Saatine baktı. 16.57 Güvenlik görevlisi,

“Yeni müşteri almıyoruz,” dedi.

Dışarda deli gibi yağmur yağıyordu. Gök gürültüleri eşliğinde güvenliğe durumunu anlattı. Güvenlik içerden gelen sıcak havanın da etkisiyle pamuk gibi bir adam olmuştu. Buna rağmen yine de cevabı,

“Hayır,” oldu. “Bugün işlem yapamazsınız. Ancak pazartesi günü gelebilirsiniz.”

“E ama yarın? Yarın resmi tatil beyefendi.” Ne resmi? Heyecandan konuşamıyordu bile. Gök gürültüsüne benzer bir kalp çarpıntısı başlamıştı.

“Beyefendi, yarın 23 Nisan.”

“Ne yapacağız peki?”

“Dedim ya beyefendi. En erken pazartesi günü.”

Güvenlik görevlisi çok sakindi. Buz gibi olan bu nisan gününde hiç dışarı çıkmamış, numaratörden sıra fişi basmak dışında bir işlem yapmamış olduğu belliydi. Ama bu yumuşak adam yine de içeri girilmesine müsaade etmiyordu. Bankaların ne kadar ciddi kurumlar olduğunu düşündü bir an. Sonra eve gitti.

***

Parayı evde nereye saklayacağını düşündü uzun bir süre. Yatağın altı, dolaptaki eski ceketlerden birisinin cebi, çocuğun odasındaki yamuk abajurun içi… Hiçbirini beğenmedi. En son yastığın içine doldurmayı düşündü. Yağmur o gece sabaha kadar yağdı.

***

O gece sürekli kâbuslar görerek uyandı. Birisinde güvenlik parayı çalıyordu, diğerinde elindeki para yağmurda elinden uçup kanalizasyona kaçıyordu. Her gördüğü kâbus ise gök gürültüsüyle son buluyordu. En sonunda uyuyamayacağını anlayıp televizyonun karşısına geçti. Sabaha karşı uyumuş olmalıydı. Bir zaman sonra uyandı. Uyandığında yağmur dinmemiş ama fırtına bitmişti. Hava çok soğuk gibi görünmesine rağmen inceden yağmur çiseliyordu. Bu hava işte, bahar havası böyle olur, dedi içinden. Karısı kahvaltı hazırlamış, iki çocuğu da evin içinde koşturuyordu. Aniden kalkarak yatak odasına doğru koşarak gitti. Çocuklar korktu. Karısı telaşla mutfaktan geldi. Yatağın üzerinde yastık yoktu. Gözlerine inanamadı. Yatağı kaldırdı, çarşafı yırtarcasına sıyırdı. Karısının koluna girmesiyle kendine geldi.

“Yahu delirdin mi?”

“Nerde yastıklar nerde? Çabuk söyle!”

“Yıkadım ayol. Çok kirliydi hepsi.”

Bir anda beyninden vurulmuşa döndü.

“Yahu dur. Ne oluyor sana? Bunları mı soruyorsun?”

Bunları dediği dünkü arabasının yerine aldığı paralardı.

“Evet, dedi. Bunları soruyorum.”

Paraları karısının elinden almadı. Televizyonun karşısındaki koltuğa geçip tekrar uyumaya çalıştı.


İbrahim Gül

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page