top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Savar- Sabır Makinesi

Zamanda yolculuk hayal değil, yapıyorsunuz zaten.

Vuhuuu…

Rüzgârın, motorun, tekerleklerin ve asfalta gömülü taşların gürültüsü bu. Evi ana yollara yakın olanları bıktıran ses. Çağın melodisi… Kimi daha yüksek perdeden, kimi daha hızlı, kimi aheste…

Sadece bir ses değil bu: Beni sarsan, işimi zorlaştıran, hızımı kesen bir hava boşluğu aynı zamanda.

Sözde hepimiz yoldayız. Ben de onlar da... Şu vuhu’su varla yok arası pahalı otomobillere kurulmuş makam sahipleri de karada yüzen balinalara benzeyen otobüsleri dolduranlar da canından bezmiş gibi giden kamyon şoförleri de… Yanılıyorlar. Onlar, kapalı kutuların içinde yumuşak koltuklara gömülmüşler. Yolda olan benim: Bisikletli.

Vuhuuu…

“Şuna bak şuna. Başka derdin mi yok senin? Çevir babam çevir. Bunlar çıktı bir de başımıza. Medeniyet düşmanı bunlar! Araba icat edileli neredeyse iki yüz yıl olmuş hâlâ bisiklet tepesindeler. Dünya turuna çıkan enayiler bile var. Bin arabana git nereye gideceksen. İlla iki tekerse derdin motora bin. Ne anlarlar böyle saatlerce çırpınmaktan. Bu devirde ulaşıma bu kadar enerji harcamak aptallıktır.”

Yokuşlar dostumuzdur, rüzgâr düşmanımız. Hiç ardımızdan ittirmez. Ne yana dönsen karşıdan vurur. Hızını düşürür, yükünü arttırır, canından bezdirir. Sık sık düşünürsün, ben ne yapıyorum, diye. Sonra bir yokuş çıkar karşına, rüzgârın hükmü geçmez olur. Doğru dişliyi bulur, ağır ağır çıkarsın. O sırada yanından kornaya asılarak hızlı bir vuhu geçer. Bilirsin senle eğlendiğini. Seni deli, kendini akıllı bulduğunu anlarsın. Olsun, dersin. Her yokuşun bir inişi vardır. Ne kadar dik, ne kadar uzun olsa da sonunda biter. Nefesin daha rahat çıkar can kafesinden. Bir yudum su içersin. Ardını döner bakarsın. Geride anlamsız bir boşluk görürsün.

Vuhuuu…

“Ulan aferin be! Ne güzel, ta buralara gelmiş adam bisikletle. Mis gibi hava, sürekli hareket... Demir gibi olur insan demir gibi. Biz de mi alsak birer bisiklet hanım, ne dersin? Ha?

Geçti mi bizden? Doğru, yıllar var ki binmedim. Ama unutulmazmış bisiklete binmesi. Şöyle birkaç metre gidiverdi mi hatırlar vücut. Hem böyle şehirden şehre gidecek değiliz ya. Sahile gider geliriz, pazara gideriz, kırlara çıkarız.

Ne dedin? Kolumu bacağımı kırarım! Bu yaşta kemikler kaynamaz! Yatalak olurum! Tamam tamam, senle hayal kurulmaz. Şu gencin bisikletine heves ettik bizi hemen yatağa bağladın.”

Hiçbir zaman kazanamayacakları bir hayat yarışında olduklarını bilmezler. Şu birkaç saatlik yolculukta solladıkları beş on taşıtla avunurlar. Daha fazlasını geride bırakabilmek için yıllarca para biriktirip, dünya kadar borca girip hep daha yeni, daha kuvvetli bir araba sahibi olmanın hayalini kurarlar. Hâlbuki gidecekleri şehre vardıkları an büyü bozulur. Daha ilk trafik lambasında durunca, yanından hızla geçiverdikleri o külüstürler birer birer yetişir arkalarından.

Şehirdeki hayat yarışıysa çoktan kaybedilmiştir zaten. Varlıklılar, hırsızlar, torpilliler, arkası olanlar, vergi kaçıranlar bir günde, bir hamlede geçip gitmişlerdir onları. Bir ihale, bir imtiyaz, bir istisna, bir rüşvet hop, bitti. Sana ne kaldı? Çalışmak. Saatlerce, günlerce çalışmak, mesai doldurmak. Daha iyisini üretmek için, daha kalitelisini ortaya koyabilmek için çırpınmak. Sabahlara kadar masa başında kalmak, daha iyisini yazmak, daha güzelini çizmek, daha çok soru çözmek… Halının en renklisini dokumak, en sağlam kundurayı dikmek, duvarın en doğrusunu örmek, sınavdan en yüksek puanı almak… Daha dürüst bir memur, daha çalışkan bir işçi, en çok satış yapan tezgâhtar, en iyi müşteri tavlayan temsilci olmak… Senden istenen bu! Yaşamak için hız değil, sabır gerektiren bu işlerle uğraşmak zorundasın. Unutma!

Vuhuuu…

“Dayı, nevaleyi akşamdan ayarladık. Depoyu da bizim moruklar doldurdu. Alo! Alo! Ha, ne diyordum? Müziği de açtık son ses…

Dur, dur. Ne gördüm şimdi! Malın biri bu sıcakta bisikletle… Dur şunun ödünü patlatayım.

Gardaaaşş!

Alo! Ha ha ha! Dayı, tam yanından geçerken boşa alıp gazı kökledim. Ha ha ha! Benim aslan parçası bi kükredi. Duydun değil mi? Neredeyse düşüyordu inek.”

Anam beni bırakıp gittiğinde daha babamın kırkı bile çıkmamışmış. Ben, iki yaşında bebe, nenemle kalakalmışım. Senesine varmadan o da ölünce amcam büyütmüş beni.

Köydeydik o zamanlar. Tavuklar vardı evin ardındaki kümeste. Ev, kuru bir dereye komşu, biçimsiz bir yarın kenarındaydı. Ahali çöplerini dökerdi oraya. Tavuklar, insan ayağının basamayacağı bayırlarda eşelenir, şaşırtıcı bir gayretle çırpınarak aşağı yuvarlanmadan yukarı çıkmayı başarırlardı.

Yengem değilse de amcam iyi biriydi. Konuşkan sayılmazdı. Kimi zaman ağlamaya yatkın gözlerle süzerdi beni. İyi biri olduğunu en çok o zaman anlardım. Ama uzun sürmezdi bu hali. Hep bir işi olurdu. Kazmayı küreği sırtlanıp bağa bahçeye yollanırdı.

Çocukları yoktu. Yengem hep öfkeliydi. Sebebi ben miydim, amcam mıydı yoksa yaşadığı hayat mıydı bilmem. Beni sabahtan kapı dışarı ederdi. Bazen ekmek kazanından bir parça yufka verirdi elime. Çoğu zaman açtım. Yengem gibi olmayan, iyi kadınlar da vardı köyde. Onlar bir şeyler verirlerdi. Bir avuç kuru üzüm, elma, salçalı ekmek gibi şeyler. Tavukların sağda solda unutulmuş yumurtalarını bulurdum. Ucundan çatlatır bir yudumda içime çekerdim. Birinde içtiğim yumurta bozuk çıktı. Akşama kadar durup durup kustum.

Sonra yengem iyi biri oldu. Ben biraz boylanmıştım o zaman. Kümesin damına tırmanıp evin penceresine çıkabiliyordum. Amcam sabah tarlaya gidince yahut geceleri su çevirmeye çıkınca elime yağlı ekmekler tutuşturup beni dışarı yolluyordu. Yağın üstüne şeker ekelediği bile olurdu. Sevinirdim. O da mutluydu. Pencereden kahkahalarını duyardım. Arada sırada belli belirsiz bir adam öksürüğü çalınırdı kulağıma.

Zaten çoğa varmadı. Amcam, yengemi babasıgile gönderdi. Giderken daha da öfkeliydi. Sana mı kaldım sünepe herif, diye bağırdı durdu.

Biz de kalmadık köyde. Amcam her şeyi sattı. Şehre gelip, bir binaya kapıcı durduk.

Bu kadar dinlenme yeter. Daha çok yolumuz var. Haydi bakalım.

Vuhuuu…

Hey yavrum hey! Şimdi şuna, gel seni istediğin yere götüreyim, desem kabul etmez. Hâlbuki koca kamyon, bisikletini atarız yukarı, laflayarak gideriz. Ama hayır! İlla tıngır tıngır gidecek. Güneş tepesinden vuracak, ter bilmem neresinden akacak, sipor yapacak beyim! Peh! Turp sıkayım senin aklına. Çevir çevir! Bir iki, bir iki…

İnsanlar aldanıyor. Anne, karnındaki bebeğin büyümesini saat saat hisseder. Ağaçlar santim santim uzar. Su, damlalarla birikir. Duvar, tuğla tuğla, kerpiç kerpiç yükselir. Kuş, yuvasını çöp çöp çatar. Kitap; kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa biter.

Hayatta hiçbir şey saatte yüz kilometre hızla olmaz. Hepsi de kalbimizin sesine, güneşin gölgeleri yürütmesine, saatin saniyeleri vurmasına, kötü günlerin tükenip iyi günlerin gelmesine benzer.

Biz, yolları hayatın ritminde bitiririz.

Vuhuuu…

Şekerim şiştim vallahi. Şurada biraz dinlenelim. Yok mu çay içecek bir yer? Saatlerdir durmadın.

A,a! Deli mi bu ayol! Biz şurada püfür püfür arabada sıkılıyoruz yoldan. Ayaklarım kocaman oldu kız. Bacakları yorulmaz mı bunların? Geçen sene Çeşme yolunda gördüm böyle iki tane. Ta bilmem nereden gelmiş, dil bilmez yol bilmez iki deli. Acıdık da durduk su filan verdik.

Yanımızda da bir şey yok ki! Vaktinde durup mola vermedik tabii. İpten kazıktan boşalmış gibi gidiyoruz kaç saattir.

Kime diyorum ayol ben! İlk gördüğün tesiste dur, yoksa atarım kendimi arabadan vallahi!

Yol yorgunluğu denen şey eskide kaldı. Yayan yapıldak yollara düşüldüğü, at sırtında ya da gıcırdayan bir arabanın üstünde günlerce gidildiği zamanlarda… Bir kutunun içinde üç saat, beş saat, on saat gitmek yormaz insanı. Olsa olsa sersemlik verir biraz.

Hızla giden bir arabanın camından onlarca ilçe, yüzlerce köy, binlerce ev, insan, ağaç, köpek, elektrik direği, dönümlerce ekin, ovalar, dağlar geçer. Hızla mekânın içinden akar insan. Bir nevi zaman yolculuğu yapar. Yol bittiğinde hissettiği, yorgunluk değil, birkaç saat sürecek sersemliktir.

Yolda bizler yoruluruz. Gözlerimiz, gördüklerimiz karşısında şaşırmaz. Kenardaki işaret taşlarını, levhaları, tepeleri, direkleri tek tek görürüz. Leylek yuvaları, süzülen kartallar, kaçışan sincaplar, tarla süren traktörler, tarım işçileri, onların eğreti çadırları önünde salya sümük ağlaşan çocukları, akan bir çeşme, gölgede pinekleyen ihtiyar… Hepsi birer birer geçer önümüzden. Yorulan bacaklarımızdır. Kasılıp gevşeyen baldırlarımız, tutulan belimiz, uyuşan oturağımız, güneşten kavrulan kollarımızdır.

Yollardan pedal pedal geçer, metre metre ilerleriz. Hayatın kendisi gibi…

Vuhuuu…

O mu? Bizim mahallenin delikanlısıdır. Zararsız, iyi bir çocuk. Amcası köylümüz olurdu rahmetli. Kapıcılık ederdi. Bunun çay ocağı var pazarın orada. Esnafa çay verir. Sonra geçer ocağın arkasına okur da okur. Sanırsın derin hoca. Tavanlara kadar kitap yığılı dükkânda. Bir köşede de geceleri kıvrılıp yatar.

Bisiklet mi? Bir de o iş var. Saatlerce siler temizler, bakım yapar. Her yere bisikletle gider. Haftada on beşte bir kendini böyle yollara vurur. Ocağın kapısını çeker gider. Çoluk çocuk yok. Kazandığım bana yeter, der. Böyle kendi kendine konuşa konuşa buradan batar öbür şehirden çıkar. Oradan vurur buradan çıkar.

Dedim ya, zararsız. Mecnunun biri…


İbrahim Savar

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page