Nuh Nebi’den kalma, duvara paslı çiviyle tutturulmuş, kenarları kararmış aynadan baktığım kırış kırış yüz, beyazlaşmış saçlar ve çukura kaçmış gözlerin sahibi ben miyim? Her sabah hatırlamak için bakıyorum.
Ellerinde patlaklar, katmerleşmiş nasırlarla, kanında çağıldayan ırmak taşıyan delikanlının ben olmadığına kendimi ikna etmek için bakıyorum. Aklım karışıyor. Çocukluğuma koşuyorum, kafamın üstünde bir tepsi simit ve gölgemden korkar gibi paçalarımı vura vura koşuyorum. Sabahın erken saatlerinde annem kaldırır, karanlıklar içinde köşedeki Settar amcanın fırınına giderdim. Tanıdık olmam hasebiyle simitleri sermayesiz verirdi. Simitleri satınca parasını verirdim. Simit satmaya gelen kimseye bu kıyağı yapmazdı. Parasını ve emeğini çalıp bir daha fırına uğramayan bir sürü insan anlatırdı. Tepsiye simitleri dizerken nasihatler verirdi. Tepsinin tabanına tüm simitleri serdikten sonra üste kat çıkardı. Yan yana dizilmiş ve iştah açan simitleri görenler mutlaka alırdı. Bana sokakta nasıl bağırmam gerektiğine kadar anlatırdı.
“Bak Cihan, sabah sabah insanlar sinirli olur, kimi yarı uykuludur. O yüzden rahatsız etmeden bağırmayacaksın. Biraz daha davet eden bir ses. Simiidoo! Anladın mı? Bak. Simiidoo!”
Bıyıklarının arasından sızan hava boşluğundan sigara kokusunu hissediyordum. Sesi, fırının buğulanmış camlarına değip geliyordu. Başımın üstündeki ağırlığa alışmam zaman aldı. Yine de bağırmaktan utanıyordum. Hele ki okuduğum ve bırakmak zorunda kaldığım Fevzi Çakmak İlkokulu’nun önünden geçerken… Teneffüslerde elimdeki tepsiyi taş duvarın görünmeyen kısmında tutup tanıdık yüzler arıyordum. Hayal kuruyordum. Siyah önlüklü çocukların arasında neşeyle koşturmak varken sokaklarda simit satıyordum. O utanç hiç bitmedi, ömrüm okumamış olmanın burukluğuyla geçti.
Amelelik yaptım, odun pazarında hamallık… Altına girdiğim yük ağır gelince her defasında bırakıyordum. Askere gidene kadar bir şekilde evi geçindirdim, ufak kardeşimi okula yazdıracak parayı da kazandım. Askere gitme vakti geldi. Gidip Settar amcadan bile helallik istedim, mahallenin esnafından ve yıllarca biriktirdiğim tüm dost efrattan helallik isteyip gittim. Otobüse bindirirken annemin yüzünü hiç unutmam, gözyaşının debisini bile biliyordum. Babam ölünce bu kadar ağlamamıştır.
On beş ayı gün saya saya bitirdiğimde yeni bir telaş başladı. Evlendirme telaşı. Konu komşu ve akrabalara haber salındı, helal süt emmiş kız aramaları başladı. Ama hâlâ düzenli bir işim yoktu, aynı zamanda iş arayışım da sürüyordu. Eskiden köşede bakkalı olan Murat’ı gördüm. Sarıldık, görür görmez, “Zayıflamışsın,” deyince askerden geldiğimi söyledim. “Ne iş yapıyorsun? Daha doğrusu çalışıyor musun?” dedi, durumumu anlattım. O, çarşının göbeğinde bir tezgâhı olduğunu ve mevsimine göre eşya sattığını söyledi. Kış olduğu için şemsiye iyi kazandırıyormuş. Birlikte çalışmayı teklif etti. Sabahtan öğleye ya da öğleden akşama kadar dönüşümlü çalışmak ve diğer işlerine de yetişmek istiyormuş. Elinde başka işler de varmış.
“Tamam,” dedim ve şemsiyeci Cihan oldum. Yağmurun yağması için köylüler gibi yağmur duasına çıkmayı bile düşündüm. Çünkü yağdıkça kaldırıma dizdiğim şemsiyeler kapış kapış satılıyordu. Satıldıkça para biriktiriyordum ve evlenip annemin vasiyetini yerine getirmek istiyordum. Bir erkek çocuğuna rahmetli babamın adını vermek… Ramazan’ın bahtına her gün Allah’a dua edip Mikail ile arkadaş oluyordum.
Birkaç yıl içinde evlenecek kadar para biriktirdim. Köydeki dayımlardan anneme kalan tarlayı satınca evlenecektim. Uzaktan akrabamız bir kızı annem çok methediyordu. Gidip görünce hoşlandım. Evlenme kaideleri ve gelenek görenekler başladı hemen. İsteme, düğün, çeyiz… Annemle birlikte aynı evin içinde bir odaya gelin geldi. Birkaç gün sonra evde kalmaya alışkın olmadığım için annem kızsa da evden çıktım. Yine tezgâha uğradım. Sonraki gün işe tekrar başladım. Yıllarca o işi yaptım. En sonunda Murat tezgâhı bana devretti. Tüm kazanç artık benim ve doğmamış Ramazan’ın geleceği içindi.
Ramazan hep hayali olarak kaldı. Hiç gelmediyse de biriktirdiğim paralar hâlâ bankada duruyor. Çeşit çeşit şemsiyeler satmaya devam ettim böylece; moda olan şemsiyeler, uçları baston gibi tahtadan şemsiyeler, çadır gibi iki kişilik şemsiyeler. Yağmur damlalarını gösteren şeffaf şemsiyelerden bile sattım. Romantik olduklarını düşündükleri için yağmurun altında şemsiyesiz gezen yeni aşıkları anlamakta zorlandım. Kimisine hediye ettim. Karşı dükkânda çalışmaya gelen konfeksiyoncu kızlardan biriyle yine aynı atölyede çalışan Kerem’e hediye ettim. Arkadaşlık etmeye başladılar. Sonra evlendiler, beni düğünlerine davet ettiler. Hatta nikah şahidi yapmak istediler. “Akrabalardan birini bulun,” deyip kırmadan reddettim. Çocukları oldu, adımı vermişler. Oturup o gece hanımla ağladık. Neyse ki bazı işlere onun aklı benimkinden daha çok eriyor. Çeyrek alıp hediye olarak götürdük. Bebeklerini elime tutuşturdular, yavru kedi kadar. O kadar yabancı ki dünyaya. Gözleri ve kulakları daha açılmamış ve annesini kokusundan anca tanıyor. Ramazan, ah Ramazan…
Annemin son nefesinde yanında hanım varmış, görmedim. “Koricağ olmuş oğlum,” deyip dururdu. Ziyaretlere giderdi. Döngel Baba, Hacı Kirif, Düzgün Baba, Sultan Memduh, Hıdır Abdal Türbesi… Çevredeki tüm türbeleri, ziyaretgahları gezip durdu. Hep inandı. Benim umudum artık kalmamıştı.
Ramazan için biriktirdiğim paranın bir kısmıyla annemin mezarını yaptırdım. Hayrına yemek yaptırıp mahalleli ve yoksulları çağırdım. Kırkı çıkınca ekmek dağıttım. Şemsiyelerin parası suyunu çekti ve artık kimse şu külahlı gocuklar çıktığından beri eskisi gibi şemsiye almıyor. Bildiğin rahip elbisesi gibi, adını bile doğru düzgün söyleyemiyorum. Kapşon deniliyor galiba, işte onların yüzünden artık şemsiye satmaktan vazgeçtim. Biçimsiz modayı keşfeden kişinin boğazındadır ellerim.
Her zamanki köşemde, pasajdan aldıklarımla günü geçirmeye ve ömrümüzü bitirmeye çalışıyoruz. Bazen cüzdan gibi kartlıklardan satıyorum. Genelde onlarda gidiyor, bazen de içine su konup üflenince hayvan sesi çıkaran şu çocuk oyuncaklarından. Esnafla aram oldukça iyi, beni yıllardır tanıyanlar var. Gençler pek tanımaz, telefon kontörü satan karşıdaki dükkânda çalışan Emre var. Çay ısmarlıyor. Arada gülüp muhabbet ediyoruz. Geçenlerde rüyasından bahsetti. Ben en son hangi rüyayı gördüm diye düşünürken, “Ne düşünüyorsun ağbi,” dedi. Rüyamda en son bir şemsiye gördüğümü anlattım. İnternetten baktı hemen, yüksek sesle okurken elindeki bardağı da arada sallıyor. Çay döküldü dökülecek.
“Rüyada şemsiye görmek iyi şeylere işaret eder. İnsanın çevresinden destek ve güç alacağına, zenginliğe ve bol kazanca delalettir. Kişi rüyasında yağmurlu bir havada elinde şemsiyeyle yürüyorsa, tek başına altından kalkamayacağı bir işten dolayı birinden destek göreceği anlamına gelir. Elde tutulan şemsiye, kişiye görünen yol ve dar günlerde yanında olacak samimi bir insanı işaret eder. Ve bu sadık insan en zor günlerde, en kötü anlarda koşup gelecektir,” dedi.
“Ben bu vakitten sonra gelecek zenginliğin,” deyince kahkaha attı.
“Öyle deme, belki torunlara kalır,” dedi.
İbrahim Tekpınar
コメント