Cemil ile Suret bu dünyada mutlu olmak için yeterli sebebi olan nadir insanlardandı. Kendi dünyalarında ellerinden gelenin fazlasını yapmış, dünyaya getirdikleri evlatlarının dördünü de ekmeğe eriştirmiş, dahası ikisinin mürüvvetini de görmüşlerdi. Dedik ya kendi dünyalarında yaşıyorlardı ama gelin görün ki feleğin çarkı öğle dönmüyordu. Felek bu…
Dünya hep tütiye gibi olsun ister insan, pespembe. Azıcık mora çalan çiçeğin ortasında, altın sarısı bir yürek. Kokunun bir rengi ya da şekli olsa yine tütiye dersiniz. Her yerde olmaz diye biliyorum. Daha çok yüksek yaylalarda. Sert rüzgârların karşısında narin bedeniyle salınırken yaydığı koku size dünyada cenneti yaşatır. Kutsal kitapların bir türlü tarif edemediği cennet, aslında tütiye çayırlarıdır. Çoban lalesi de vardır ama onun hali başkadır. Suret, gözünü her kapadığında çocuklarını tütiye çayırında düşlerdi. Bilirdi ki o çayırda hiçbir canlı asla incinmez. Tütiyeler mayıs ayında açar, ta ağustosun sonuna kadar tazelenir dururlar. Ağustosun on beşinden sonra kokuları çekilir ancak görkemleri yerindedir.
Suret’in yüreğinin acıdığı zamanlar da işte bu son on beş gündür. İçini bir alev sarar, nefesi daralır, yüreği sıkışır, eve dama sığmaz. Alır başını gider, ya bir çamın gölgesine ya bir kayanın kovuğuna sığınır. Vakit tamam olur eylül girip tütiyeler birden kuruyunca, o da hiçbir şey olmamış gibi evine dönerdi.
İnsan yüreği ilginçtir. Dışardan bakınca koca bir kas yığınıdır. İçini yarsanız bir avuç kandan başka bir şey göremezsiniz. O zaman nasıl olur da her türlü duyguyu yürekte yaşarız, bu da bir muammadır.
Cemil, Suret’in tütiyeyi sevdiğini bildiğinden yazdan topladığı tütiyeleri kâğıt arasında kurutur, dolapların içine saklardı. Kara kışın ortasında hiç beklemediği bir yerden bir demet kuru tütiye eline gelince, Suret de tütiye gibi tazelenir, coşardı.
Şimdi mevsim kıştı. Cemil sabah erkenden evden çıkmış, işlerini toparlayıp gelene kadar öğlen olmuştu. Açlıktan karnı dalına yapışmıştı. Dışarıda yemeğe verecek parası olmadığından değil, kıyamadığından yememişti. Kahvede haberleri izleyince olmayan iştahı da kapanmıştı. Tipiye aldırmadan eve yetişmek için hızlı hızlı yürüdü. Bahçe kapısından girdiğinde soluklanıp yakalarında biriken karı silkeledi. “Hadi hayırlısı,” diyerek eve yöneldi.
Issızlığın ve uzaklığın ortasında yağan kar, kendi yalnızlığının yasıyla her yeri kaplamıştı. Kentin çamurlu sokaklarında, hala kar altında kalmamış bir kaç parça yiyecek artığı bulmaya çalışan sahipsiz köpekler dışında kimsecikler yoktu. Kenar mahallelerdeki yoksul evlerinin bacalarından çıkan cılız dumanlar, bir metre yükselmeden sahiplerinin çaresizliği gibi dağılıyordu. Ara sokaklardan meydana doğru ilerledikçe Baltık tarzı kahverengi taş binalar, bürokrasinin kibri ve karın soğukluğunu çehrelerine yerleştirmiş, kentin geri kalanından ayrı duruyorlardı.
Yüksek çevirme duvarların arkasındaki odunlukta bir araya gelmiş dört erkek, soğuktan korunmak için ellerini ovuştururken bir taraftan da yaralı öğrencinin üniversite hastanesine nakli için sıkıyönetim komutanlığından nasıl izin alacaklarını konuşuyorlardı. İnce uzun boylu olan, çaresizlikle ayağının dibinde duran kömür kovasını tekmeledi.
“Daha çocuk yahu, bu nasıl bir kin, göz göre göre öldürecekler. Hastanenin ambulansı boş yatıyor. Masrafı neyse ödeyelim.” Ağzından çıkan nefes, yağan kar tanelerine kavuşunca buz damlacıklarına dönüşüp yere düşüyordu. Diğerleri çaresizlikle ayaklarının altındaki karı bastırmakla meşguldüler. Az önce konuşan,
“Aslında bir çaresi var ama,” dedi.
“Aması ne abi, söylesene,” dedi parkasını içinde kaybolmuş olan. İnce uzun boylu olan,
“Çalıştığım kurumun ambulansını alacağız. Siz eve gidin çocuğun başında durun, merak etmesin, onu buradan çıkaracağız,” diyerek çevirmenin kanatlı kapısına yöneldi.
Ambulans buz tutmuş yolda zikzaklar çizerek şehrin son ışıklarını arkada bırakırken, başka bir çevirmenin içindeki taş binanın sıcak odasında oturmuş dört kişi, kendilerine anlatılan planı, çaylarını yudumlayarak dinliyorlardı.
Aylardır kar altında gözleri kamaşan şehir; egzoz, palet ve balyoz sesine uyandı. Gece SSK ambulansı çalınarak aranan yaralı bir öğrenci kaçırılmış, sabah erken saatlerde silahlı dört kişi SSK binasını basıp kasada bulunan memur maaşlarını alarak kaçmışlardı.
Sürekli yağan kardan dolayı kapalı olan ara sokaklar askeri kamyonlarla, zırhlı polis araçlarının şehir içi mesaisi sayesinde yürünecek hale geldi. Kamyonlar ve zırhlı araçlar çekildiğinde geride kırık kapılar arkasında dağılmış evler, sönmüş ocaklar kalmıştı. Yirmi dört saat içinde şehir eski sessizliğine kavuştu ama şimdi hava her zamankinden daha soğuktu.
Ambulansla götürülen öğrenci, yakındaki büyük şehrin üniversite hastanesine ulaşmıştı. Ancak, ambulansı kaçıran biri, SSK’da çalışan üç kişi, aynı zamanda soygunu yapmaktan tutuklanmış, sıkıyönetim komutanlığı nezaretine götürülmüşlerdi.
Kerim’in boğazından üç gündür tek lokma geçmemişti. Sorguya girenlerin hepsi tek bir şey soruyorlardı.
“Parayı kime verdiniz?”
İlk başta anlamadı. Ne parası olduğunu bilmiyordu, o yüzden sorgucuların ne sorduğunu anlamak için işkence arasında kendi aralarındaki konuşmaları anlamaya çalıştı. Birileri bir yeri soymuştu ve suçu onun üstlenmesini istiyorlardı. “Klasik numara,” dedi, içinden gülerek. Sonra dayanamayıp kahkahayı bastı. Bunların derdi kaçırılan ambulans değildi. Onu bir soygunla ilişkilendirmeye çalışıyorlardı. Hastaneye yatırılan çocuğu hatırladı. Acil kapısından sedyeye alınırken elini tutmuş, “Teşekkür ederim abi,” demişti. Çocuğun elinin sıcaklığı, sesindeki samimiyet aklına geldikçe nezarethaneden uzaklaşıp tütiyeli çayırlar içinde, kelebekler peşinde koşuyordu.
Sorgucular kahkahayı duyunca önce kendi aralarında, “Acaba delirdi mi,” diye kısa bir konuşma yaptıktan sonra işkencenin dozunu artırdılar. “Ulan pezevenk biz kaçın kurasıyız, deli numarası yapıp yırtacağını mı zannettin,” deyip tüm becerilerini sergilediler. Öyle ki ters askıda elektriği fazla kaçırınca ağzından çıkan köpükler onları dahi korkuttu.
Kar yağmıyor adeta gökten dökülüyordu. Yollar tamamen kapanmış, sadece bir insanın yürüyeceği yolaklar kalmıştı. Yer yer insan boyunu aşan kar yığınları tek katlı evlerin damlarını kaplamıştı. Toprak damların alçak tümsekleri, soba bacalarının isli çıkıntılarıyla büyük bir mezarlık gibi görünüyordu.
Suret, soğuk duvarın taşlarına sırtını vermiş yolun başından çıkacak herhangi bir karaltıyı görebilme umuduyla bekledi. “Bu adam nereye kayboldu? İki lokma zıkkımlanıp işimize bakacaktık, onu da zehir etmek için elinden geleni yaptı,” diye söylendi. Evden çıkarken sobayı tutuşturmuş, semaveri suyla doldurmuştu. Kaynayan su bakır semaverden taşıp döküm sobanın üstünde birkaç defa zıpladıktan sonra buharlaşıp kayboluyordu. İçeri girdi. Mavi çinko çaydanlığa iki tutam çay atıp semaverin musluğunu açtı. Bir taraftan da kapının aralığından sokağı gözlüyordu. Bahçe kapısının açılıp kapandığını duyunca tel dolaptan kahvaltılıkları aceleyle çıkarıp masaya koydu. Sobanın fırınında ısıttığı ekmekleri belinden çıkardığı önlüğüne sarıp masanın kenarına bıraktı. Kocası kapıdan girince öfkesini kusmak için gözlerini eşiğe dikmişti ki adamın kirece kesmiş yüzünü görünce yutkundu. Cemil sessizce geçip sedire oturdu. Şapkasını çıkarıp dizine geçirirken öyle derin bir of çekti ki gözlerinden çıkan ateşi gördüğüne yemin edebilirdi.
“Ne oldu bey? Allah’ını seversen söyle, çocukların başından bir şey var değil mi?” Bir taraftan soruyor bir taraftan da adamın yakasına sarılmış sarsıyordu.
Karısının sarsmaları bitecek gibi değildi. Cemil en sonunda dayanamadı, kadının iki kolunu yakaladı, zorla yanına oturttu. “Dur da dinle ama dellenme. Anarşitler Kerim’in dairesini basmış, kasadaki paraları almışlar. Kahvede televizyondan dinledim. Şükür Kerim’de bir şey yok. Anladın mı? Ohoo, ben kime söylüyorum. Hanım, hanım!” Suret kocasını dinlerken bayılmıştı.
Kerim içeri alındığının haftasını doldurmuştu. Aslında günleri saydığı falan yoktu. Sorgucular kendi aralarında konuşurken duymuştu.
“Eşşoğlusu bir haftadır dam dolusu dayak yedi. Elektriği ayrı, copu ayrı, gıkı çıkmadı.” “Bunlar zaten böyle oluyor amirim,” dedi sorguculardan güdük olanı.
“Teşkilattan alıyorlar parayı, eşşek sudan gelinceye kadar döv gıkları çıkmaz.”
Ömrünü siyasi şubede geçiren komiser, acemi memurun saçmalamalarına dayanamayarak,
“Sen parayla ne kadarına dayanırsın Kamil,” diyerek tersledi. Kerim’i askıdan indirerek soğuk betonu üzerine bıraktılar. Kendinde değildi. Komiser yanındaki polise dönerek,
“Kamil bize iki çay getir,” dedi.
Polis,
“Komiserim ben çay içmem,” deyince.
“Lavuk sana demedim, bize dedim,” diyerek öfkesini iyice belli etti. Memur dışarı çıkınca dizlerinin üzerine çöküp Kerim’in kulağına eğilerek,
“Oğlum bak, beni daha fazla uğraştırma sen kabul etsen de etmesen de bu suçu sana yazacaklar. Gel, yol yakınken kabul et. Hiç olmazsa sakat kalma.
”Kerim uzaklardan gelen sesin sisler içindeki sahibini görmek için kendini zorladı.
“Baba,” diye seslendi. Sislerin içinde babası karlara bata çıka ona doğru koşuyor. Ancak bir türlü yanına gelemiyordu. Yanına yaklaştıkça kar birden tipiye dönüyor, babası kayboluyordu. Açılıp kapanan bir kapının çarpmasıyla ses bir daha kulaklarında çalındı. “Hadi oğlum, kabul et artık.” Ses bu sefer annesine benzedi. Sıcak bir bardak çayı yavaş yavaş dudaklarına götürüp usul usul içiriyordu. Dudaklarına değen sıcak çay bir anda bütün kaslarının boşalmasına sebep oldu. Bağırsağında bir haftadır kalmış dışkı, kanlı bir sıvıyla beraber bacaklarına sıvandı. Nedense annesinin görüntüsü kayboldu, tanımadığı bir elin kokusu bardağı bir daha ama hınçla ağzına dayadı. Ağzına dolan sıcak sıvıyı yutmakta zorlandı. Ağzında dolandırdı, yutmaya çalıştı, birazını yuttu, birazı dudaklarının kenarında dışarı süzüldü. Elin sahibini hatırladı. Tütün tabakası kokan komiserdi. Bilinci yavaş yavaş açılmıştı. Nerede olduğunu hatırladı. Komiser bardağın dibindeki son yudumu da ağzına boşaltıp ayağa kalktı. Acemi polis,
“Komiserim iyilikten anlamaz bu pezevenkler, bırak da anasını sikeyim bunun,” diyerek Kerim’e doğru hamle yaptı. Komiser acemi sorgucunun yakasından tutup dışarı çıkardı.
“Oğlum ne yapmaya çalışıyorsun. Adam çözülmek üzere, üstüne gidersen kendini kapatır. Sende bir hafta daha bu soğukta ebeninkini görürsün. Manyaklaşma siktir git, biraz yukarıda uyu,” diyerek yardımcısını kovdu.
Bir zamanlar vatan şairinin sürgün edildiği kentte, yeniliğe dair gösterilecek tek bina eğitim enstitüsü binasıydı. Binanın bodrumlarından yükselen sesler, Çar Nikola için yapılmış kışlık sarayın duvarlarına çarparak, buz tutmuş çaya ulaşıyordu. Üç katlı binanın kazan dairesinden atılan yanmamış kömürler, yüreği üşüyen kenti ısıtmakta zorlanıyordu. Atlı kızakların Baltık tarzı binaların sıralandığı geniş yollarda tek bir yolcu bulamadan akşam ettiği günlerde, kentle birlikte zamanda donmuştu.
Cemil trenden inince çevresini şöyle bir kolaçan etti. Saat öğleden sonra üç olmasına rağmen erken inen akşam karanlığı kenti esir almıştı. Sokak lambalarının cılız ışıkları yağan karın içinde veremli hastanın kesik öksürüğü gibi arada bir fark ediliyordu. Nereye gideceğini bilemez halde boş boş bakındı. Yanına yaklaşan kızakçının koluna dokunmasıyla irkildi.
“Amca nereye gideceksen?”
Azeri kızakçı yaşlı adamın kolunu bir daha sarsarak,
“Emice diyirem, nereye gideceksen?” Cemil kızakçıya ters ters bakıp kolunu kurtardıktan sonra,
“Beni Yeşil Palas’a götür,” dedi. Başı sıkışan köylülerle taşra avukatlarının buluştuğu iki katlı bir oteldi. Kızakçı adresi alınca Cemil’in çantasını kızağa atıp yerine oturdu. Adam yakın köylerden değildi. Yeşil Palas’a gidiyorsa kesin bir derdi var, diye düşünüp biraz kurcalamak istedi.
“Emice başka bir yere götüreyim seni. Yeşil Palas pistir. Sen efendilere benzirsin.” Cemil duymazdan geldi. Kızakçı ısrar edince, “Evladım keyfimden mi gidiyorum. Ben de biliyorum oranın nem be nem bir yer olduğunu ama…” Amadan sonrası gelmedi.
Suret elinde bir demet kuru tütiye sırtını duvara dayamış gözünü karla kaplı bahçeye dikmiş öylece bekledi. “Keriiim, Keriiim!” Ağzından başka bir şey duyulmuyordu. Radyoda her sabah yedi haberlerinden sonra sıkıyönetim komutanlığınca arananların isimleri anons ediliyordu. Önceleri çok önemsemezdi oysa şimdi Kerim’den bir haber var mı diye, bıraksalar radyonun içine girecekti. O gün de Kerim’in adı arananlar arasında yoktu. Sevindi,
“Demek ki Kerim işine devam ediyor. Öyleyse bu adam neden gitti. Bu karda kışta onu bir başına bu damın deliğinde bırakıp ne cehenneme gitti.” Öfkesi kabardıkça kabardı. Bir ara durup, “Yooo, koskoca adam deli değil ya, bir şey yoksa neden apar topar gitsin?” Bir türlü neye inanacağına karar veremedi.
Elindeki tütiyeleri incitmemek için yavaşça tülbendinin arasına sarıp koynundan içeri soktu. “Cemil güzel haber getirecek,” dedi kendi kendine. “Keriim Keriiim!” İçinden gelen çığlığı durduramıyordu.
Eğitim Enstitüsü binasına yanaşan ambulans içeriden sedye ile çıkarılan birini acı acı siren çalarak şehir hastanesine götürdü. Cemil sabah erkenden uyandı. Tanımadığı şehirde nereye gideceğini bilemez bir halde çarşıyı baştan başa geçti. Ayazda yürümek kendine getirmişti.
“Öyle ya bu çocuğun çalıştığı dairede illa ki ne olduğunu bilen vardır,” diyerek SSK binasını sordu. İki sokak ötedeki tek katlı yığma binayı bulması zor olmadı. Şapkasını eline alıp kapıdaki görevliye ürkerek yaklaştı. “Oğlum, müdür beyle görüşecektim,” dedi. Görevli, yaşlı adamın ne dediğini anlayamamıştı. Çünkü yaşlı adam konuşmak istiyordu ama sesi bir türlü çıkmıyordu. Cemil bekçinin cevap vermemesine kızdı. “Oğlum,” diye bağırdı. Ancak bekçi gene cevap vermedi. Bekçi dayanamadı, elinden tutup kulübenin içine soktu. “Amca buyur otur,” diyerek sandalyeyi altına verdi. Cemil o anda fark etti ki sesi çıkmıyordu. Cebinden çıkardığı mendille gözlerini kuruladı. Görevli bir bardak çay verdi. Bardağı bir türlü tutamadı. Sesi titreyerek, “Oğlum ben Kerim’in babasıyım. Ondan bir haber alamadık. Müdür Bey’e soracaktım, içeride mi,” diye yalvarır bir sesle sordu. Görevli Cemil’in derdini anlamıştı. Kulübenin penceresinden etrafı kontrol ettikten sonra, “Aman amca, sen buralarda oyalanma, seninle kimse konuşmaz. Senin işin burada olmaz, sen direk sıkıyönetim komutanlığına git. Oraya gitmeden de Yeşil Palas'ta Avukat Köse Necmi’yi bul. İnşallah senin işini halleder.”
Cemil ne yapacağını bilemez bir halde otele geri döndü. Derileri dökülmüş, yayları çıkmış koltuklardan birine kendini bıraktı. Şimdi kime gidecekti, ne yapacaktı. Danışmada duran kâtip, yaşlı adamın çaresizliğini görünce ellerini ovuşturdu. “Köse’ye iş çıktı, eh artık biz de yolumuzu buluruz,” diyerek bir bardak tatlı çayı Cemil’in önündeki sehpaya bıraktı. Cemil önüne konan çaya baktı, kâtibi süzdü, İçi kabardı. Çayı almak için şöyle bir uzandı vazgeçti.
“Oğlum,” dedi duyulur duyulmaz bir sesle, “Köse Bey varmış otelde. Avukat. Burada mıdır?”
Kâtip yaşlı adamın ağzında çıkan sözcükleri anlamak için biraz daha yaklaştı.
“Köse diyorum, oğlum. Avukatmış.” Kâtip, Köse ismini duyunca,
“Ha,” dedi, “neden sordun amca? Adı Necmi Bey’dir.”
“İşim var onunla. Oğlumu sıkıyönetime almışlar. O bilirmiş dediler.” Kâtip biraz daha kurcaladı.
“Oğlun ne yapmış ki amca?” Cemil, “Hiç,” dedi, “Hiçbir şey. SSK’da memur. Anarşitler kasayı soymuş, onu almışlar. Vallahi suçu yok.” Cemil sanki mahkemede hâkime anlatıyordu. Kâtip SSK lafını duyunca ayağa kalktı. Etrafı kontrol etti, Cemil’in kolundan tutup arkadaki odaya götürdü.
“Amca senin oğlun kim?”
“Kerim,” dedi Cemil, “Oğlumun adı Kerim.” Kâtip eliyle Cemil’in ağzını kapattı. “Tamam amca, sen bura dur,” deyip kapıyı kapattı. Otelin kapısını da kilitleyip çıktı. Yarım saat sonra yanında otuzlu yaşlarda alnı açık tıknaz biriyle çıkageldi.
“Mahmut Abi bu amca Kerim Abi’nin babası.” Adam Cemil’in elini yakaladı, öpüp başına koydu. Cemil gelen delikanlının sıcaklığından mıdır, yoksa çaresizlikten kaynaklı yorgunluktan mıdır bilinmez, kendini saldı.
Suret, terli koynundaki tütiyelerin kokusunu aldıkça kendini toparlıyordu. Bahçedeki akasya ağacına konan bir saksağan vakitsizce ötmeye başlayınca telaşla bir parça ekmeği alıp dışarı koştu. Karla kaplı bahçede unutulmuş gibi duran akasyanın dalında öten saksağan, Suret’i görünce şamatayı artırdı. Karın üzerine düşen ekmek parçalarından birini daha havadayken kapıp hızla uzaklaştı. Suret, “Hayır haber kuşum, hayır haber,” diye arkasından bağırdı. Ekmek atarken yakasından sarkan tütiyelerden bir kaçını farkında olmadan karların üzerine düşürdü. Kapıyı kapatırken, “Hayır haber kuşum,” diye tekrarladı. Duvardaki saat biri gösteriyordu. Büyük ajans başlamıştır, diyerek radyoyu açtı. Haberleri öylesine dinledi. Haberler bitince sıkıyönetim duyuruları okunmaya başladı. İki numaralı bildiriden sonra ev dönmeye başladı. Tavan, duvarlar üstüne üstüne geldi. Sobaya düşmemek için kendini odanın eşiğine bıraktı.
Şehri kuşatan tepelerden en yükseğine kurulu kale, arkasındaki vadide sakladığı sırrını karşısındaki ovaya yayılmış şehirden saklamak için her zamankinden daha heybetli duruyordu. Çar için yapılmış millet bahçesi şimdilerde askeri bölge ilan edilmiş, tel örgüyle çevrili alandaki yer altı depoları sıkıyönetimin sorgu odalarına dönüştürülmüştü. Kerim, Eğitim Enstitüsünün bodrumundaki sorgudan sonra buraya getirildi. Adı artık radyo ilanlarında firari olarak geçiyordu.
Avukat Mahmut’la Cemil bir haftalık aramadan sonra Kerim’in kalenin ardına götürüldüğünü öğrendiler. Ancak resmi olarak kimse kabul etmiyordu. Birkaç defa önlerine çıkan tanımadıkları insanlar tarafından firari birini sordukları için tehdit edilmişlerdi. Mahmut, “Merak etme Cemil Amca demek ki doğru yoldayız. Öyle ya da böyle kabul ettireceğiz,” diyerek yüreğini ferah tutmasını istiyordu.
Kerim gözaltına alınalı neredeyse birinci ayını doldurmuştu. İşkencelerden vücudunda morarmadık yer, dayaktan ayaklarında patlamayan deri kalmamıştı. Artık ne sorulanları ne de soranları anlamak için çaba harcıyordu. Kale ardına getirildiğinde sorgucular değişmişti. Bunu uyguladıkları işkenceden anlamıştı. Adamlar daha teknik çalışıyorlar, acı eğişine dikkat edip bayılmasına izin vermiyorlardı. Birinci haftanın sonunda sedye ile dışarı çıkardılar. Karlara vuran güneş ışınlarının yansımasıyla uyandı. Havanın sıcak mı yoksa soğuk mu olduğunu hissetmedi. Yatırıldığı sedyeden kayarak karların üzerine uzandı. Kar o kadar sıcaktı ki annesine sarılır gibi karlara sarıldı. Sobada ısıtılmış sıcak ekmek ile deri peyniri kokusu aldı. Yüzüne yayılan gülümseme, vücudundaki gerilimle iyice artıp öylece kalakaldı. Alnında biriken iki damla ter tomurcuklanıp dondu.
Cemil, iki haftadır kendisiyle gezen avukata kimin nesidir diye soramamıştı. Bir ara fırsat bulup,
“Oğlum sen kimsin neden bana bu kadar yardımcı oluyorsun,” diye sordu. Mahmut, “Amca
Kerim Bey’i şehirde herkes severdi. O kasa falan soymadı. Yaralı bir öğrenciyi ölümden kurtardı. O bizim yoldaşımızdır. Kasayı soyanlar İstanbul’da cezaevinden kaçırılan birini sınırdan geçirmek için parayı kullandılar. Adamı asker kılığında çıkarmışlar. Dün gecede buradan sınırı geçirdiler. Bunu örtbas etmek içinde Kerim’i kurban seçtiler.” Cemil, oğlunu neden bulamadığını şimdi anlamıştı.
Sedyenin başında bekleyen askerlerden biri Kerim’in yüzündeki değişikliği fark ederek, “Komutanım,” diye bağırarak yerde yatan adamı gösterdi. Komutan Kerim’in üzerine eğilerek nabzını kontrol etti, nefesini duymak için yanağını ağzına yaklaştırdı. Yerde yatan adamın vücudu hızla soğumuştu. İki asker sedyenin üzerinde battaniyeyi alarak yerde yatan cansız bedeni sarmalayıp içeri taşıdılar.
Suret’in kapısının ardına kadar dayalı olduğunu gören komşuları karla kaplı bahçeden içeri girdiklerinde birkaç dal kuru tütiyenin sadece ucu görünüyordu. Kadınlar içeride olanları anlamak için eve doluştular. Arkalarından gelen beş altı yaşlarında bir çocuk karlara saplanmış tütiyeleri görünce soğuğa aldırmadan oturdu. Tütiye demetini morarmış parmaklarının arasına sıkıştırıp kıpkırmızı yanaklarına sürdü. Büyüklerinden duyduğu tekerlemeyi yarım yamalak tekrar etti.
“Tütiye tütiyeee seni verdim ütüyee, kekire kekireee seni verdim Bekir’e”
Oynadığı oyun hoşuna gitmişti.
İdris Erdoğdu
Comments