Kıvrıla kıvrıla akan nehir boyunca, nehrin hızı yönünde, meydana kadar yürüdü. Eski Çarşıya yöneldi. Kemerli girişinde hafıza-i beşer nisyan ile maluldür yazan kapıdan iç avluya çıktı, asırlık çınarın dibine serpiştirilmiş masalardan birine oturdu. Çay istedi. Gözü önündeki masayı boşaltan kadınlarda, bıraktığı sigaranın yerine koyduğu telefonu çıkardı.
Çocuklarının teşvikiyle bu hesabı açtı açalı kulağının arkasında bir papatyayla, doğruca ona gülümseyen profil fotoğrafı yakasına asılıp kalmıştı. Selvi Tunaboylu. Bu kadında ona tanıdık gelen bir şey vardı. Kimdi? İçine damladı damlayacak, aklına düştü düşecek ya da diline geliverecek umuduyla beklemiş, belleğini havalandırmış, fakülteden tanıdığı kızları isimleriyle olmasa da simalarıyla anımsamış ama resimdeki kadının kim olduğunu çözememişti. Daire içindeki o yüzde ona tanıdık gelen şey her neyse, sanki kuyruğundan hasbelkader yakaladığı bir kuştu da gevşek tutuğundan patırtılı seslerle arkasında hastalıklı bir merak bırakarak uzaklaşıyordu. Öylesine emindi ki kadının yüzünde bir yeri tanıdığına. Satış yaptığı biri miydi?
Örümcek ağları sarkan çatı katında, toza bulanmış eski eşyaların arasına atılmış dosyalar rutubet yüzünden küflenmiş, lekeler içinde kalmıştı. Hepsini dikkatle taradığı halde merakını giderecek herhangi bir ize rastlamadı. Çöpe gidecek dosyaları bir kutuya ayırırken, karısının hatıra defterini buldu. İlk tanıştıklarında Sungur’un ona yazdığı şiirler de vardı içinde. Belki oğlu aracılığıyla… Gerçi ninesinden kalan antika kupayı muhtemelen karısı yürütmüştü ama. Her şeyin hızla değişerek önemini ve anlamını yitirdiği dünyada geçmişi hatırlamaya ne gerek varsa!.. Ninesi ölünceye kadar düzenli ziyaretine giden tek torunu Sungur’du. Doksanlık ninesi çocukluk anılarından halının altına süpürdüklerini anlatırdı. Sungur’un tanımadığı birinden, “Allah o Ali’nin belasını versin” diye, söz etmişti. “Neden?” demişti, Sungur. “Şeyini çıkarır bacağıma sürterdi, ağlardım ben, durmadan ağlardım. Büyüktü o, dinlemezdi beni. Anama söyledim, uydurma, Ali yapmaz öyle şey,” dedi. Sungur, on altı yaşlarındaydı. Ninesinin saçmaladığından emin, sizin Ali adında bir yakınınız var mı diye sormuştu babasına. Bir zamanlar vardı, uzun yıllar önce, annesinin, genç yaşında, avlanırken bir kaza kurşununa kurban giden kuzeniydi. Karısının defterini çöpe gidecek dosyaların arasına savurdu. Arasın dursun! Dişli feminist avukatı, başka kadınlar diye dayatınca bir ev ve hatırı sayılır nakitle onu terk eden karısı. Onunla tanıştığında, onun, yüksek özgüvene sahip olduğunu düşünmüş bundan çok hoşlanmıştı. Ne var ki ondan ayrılmak istemesi de bu yüzünden olmuştu. Bu, her şey benim çizdiğim yörüngelerde ve bildiğim mecralarda cereyan etmelidir; gerisi lafügüzaftır hikâyedir saplantısıydı. Yanlışını göstermeye, onu hizaya getirmeye çalışmıştı. Fakat Sungurun gösterdiği yanlışlar onun doğrularıydı. Çok uğraşmış hatta kimi zaman dirhemini it yese kudurur laflar etmişti. Ama kadın asla üstüne mal etmemiş, ağlamamıştı. Üstelik boşanırken şartlarını kabul ettirmişti. Bugün bile düşündüğünde karısında gördüğü şeyin irade mi özgüven mi inatçılık mı olduğu konusunda kararsızdı. Çekişmeli evlilik hayatında birkaç müşteriyle maceraları olmuştu tabii. Aklına geldiğinde sinirlerini ıslak yosun gibi kayganlaştıran elemanı vardı bir de. Aynı yatağı paylaşmaya başlayınca kendisini patroniçe sanmıştı. Hanımefendi sürekli panoda durması gereken anahtarları unutur, çantasında taşıdığı pet şişe parçasıyla müşterilerin önünde hırsız ustalığıyla açıverirdi gösterilecek evlerin kapıları.
Selvi Tunaboylu’yu nereden tanıyordu? Onu arkadaş olarak ekledi. Boş bulunup pastayı tırtıkladığında karısı aniden eline vurmuş gibi, kenar süslerine bayıldığı Kur’an’ı açtığında ninesinden azar işitmiş gibi tuhaf bir suçluluk duygusuyla çarçabuk geri aldı isteğini. Kadının içinde bulunduğunu gurupların beğen butonuna bastı. Bulabildiği ip uçlarıyla ortak arkadaşlar edindi ki bunların arasında hiç hoşlanmadığı tanınmış kişiler de vardı.
Selvi Tunaboylu’nun renkli zaman tüneli önüne serilmişti, adımlayabiliyordu. Birkaç eski fotoğrafa ulaştığında zihninde aniden çakıveren şimşek, gözbebeklerini büyüttü, kaşlarını havalandırdı, ağzını bir karış açtı. “Hadi canım!..” diye bağırdı. Günlerdir sadece kuyruğuna dokunabildiği kuş avuçlarının arasındaydı… O kansız, cansız kız, bu kadın mıydı? Gözlük camlarını temizledi. Ulaştığı fotoğrafları bir miyop edasıyla incelemeye koyuldu. Oydu! Bu gerçeğe ulaşınca afalladı, şaşırdı ve bu şaşkınlığın altında ezildi. Yabancısı olduğu karanlık bir ormandaydı ve yönünü kaybetmişti. Neler kaçırmıştı! Habersiz, selamsız! Bunca yıl aynı şehirde!.. Peki ama nasıl kopmuşlardı?
Mahalle baskısı sebebiyle postanenin tuhaf isimli hizmeti aracılığıyla haberleşirlerdi. Neydi? Aniden yüzeye çıkıveren bu bilgi kırıntısına da şaştı. Zihninin oyunu mu? Post bilmem ne!.. Diline geldiği şekliyle yazdı, tuşa bastı. Google doğrusunu verdi: postrestant. Demek ki doğruydu. Kıpır kıpır oldu. Gizli saklı buluşmalar, mektuplara yazdığı hasret kokan şiirler, hepsi gerçekti. Geçen onlarca yıl... Kaba bir hesapla kırk yıl. Her şey bir sis yorganının altında kalmıştı. Ne var ki şu sosyal medya sayfasında gördüğü fotoğraflar karşısında, kendini bok gibi hissediyordu. Sanki bir yarışta yenilmiş, sanki çok istediği bir şeyi asla geri alamayacak şekilde kaybetmiş. O saz benizli kızın nesini sevmişti. Saz benizli, cılız, ezik ve sivilceliydi. Onun daha atak olmasını isterdi. Bunu ona söylemişti. Oysa fotoğraflardaki kadın nasıl da canlı ve şen, ne yaptığını bilen, kendine güvenli görünüyordu. Kim inanırdı?.. Belleğinin katları güneşli yağmurlar tadında yeni bir anı sundu Sungur’a. Bir ayrılık sonrası öğlen saatinde kızın karşısına dikilivermişti. Büyük bir mağazada çalışıyordu. Paraya kıymış bir restorana yemeğe götürmüştü. Kendisi tabağındakileri silip süpürürken o tek lokma yememişti. Neden yemediğini sormuştu. Seni görmek, doygunluk verdi, demişti. Kızın tabağındakileri de yemişti. Sonra onu öptüğü yaz gecesi... Kız savunmasız, kaskatı kalakalmıştı. Yumuşak ve sıcaktı dudakları yine de öylece kıpırtısız durması suçluluk hissettirmiş, özür dilemişti. O da hayır, hayır özür dilemene gerek yok, demişti. Sonra bir daha öpmüş müydü? Hatırlamıyordu.
Selvi’nin zaman tüneli, Sungur’u, kirlenmemiş anıların etkisiyle içine çektikçe çeken, renklerine karşın puslu, sonsuz uzunlukta sarmal bir boşluktu. Ortak arkadaşları gittikçe çoğalıyordu. Gecelerini, elinde rakı kadehi, Selvi’nin paylaştığı fotoğrafların altına yapılan yorumları okuyarak geçiriyordu. Kadının toplumsal olaylar karşısında verdiği tepkilere yapılan yorumlara yetiştirdiği, baskın ve incelikli cevaplara hayran kalıyor, onları defalarca okuyordu. Bir zamanlar onun siyasi görüşünün belirlenmesindeki rolünü düşünerek kendine pay çıkarıyordu. Kız, Zümrüdüanka kuşuna dönüşmüştü! Hayretler içinde kalıyor, Selvi daha da devleşiyordu gözünde. Peki, ama ikisi neden kopmuşlardı?..
Selvi’nin evinin balkonundan görünen manzaraya atıfta bulunduğu fotoğrafta Şehir Hastanesi bütün haşmetiyle parlamaktaydı. Öyle ki sanki bu hastane fotoğrafı, simler, pullar ve türlü renklerle bezenmiş Sungur’a 'gel gel' diyen bir davet mektubuydu. Burası nehrin, uzaklardan kıvrım kıvrım gelip şehir merkezine sinsice sokulup şöyle bir değiverdikten sonra kaçtığı yere yakın, müzelerin ve antik çarşıların yoğunlaştığı bölgeydi. Selvi’nin paylaşımlarından her ayın ilk çarşambasında arkadaşlarıyla düzenli olarak oradaki park-kafede buluştuğunu keşfetti. Coşkusu büyüktü. Üstelik bahar gelmişti.
Tiril tiril giyindi. Yeni aldığı güneş gözlüğünü evde unuttuğunu fark etti, duraktan döndü. Otobüste karşısında oturan iki kadından güzel olanı Selvi’ye ne çok benziyordu. Yol boyunca Selvi’yle neden ayrıldıklarını hatırlamaya çalıştı, başaramadı.
Saat üçü çeyrek geçe çimlerin arasındaki antik mozaik taklitleriyle kaplı yoldan binaya girdi. Salon tenhaydı. Loş köşede bir kızla oğlan sadece. Sesi kısılmış radyoda Minik Serçe, Bir gün daha yaşandı ve bitti. Küçük sevinçleri ve küçük kederleriyle diyordu. Uç uça eklenmiş masaları işaret etti garsona.
“Şunlar rezerve mi?”
“Evet, efendim.”
“O zaman ben arkadaki masayı alayım. Çalışmam gerek umarım çok kalabalık olmaz.”
“Endişe etmeyin, isterseniz kitaplığın bulunduğu köşeye...”
“Hayır, şurası uygun.”
“Duble çay ve internet şifresi lütfen,” dedi, yürüdü. Uzamış masalara sırtını dönerek oturdu. Bilgisayarını açtı. Gazeteler sayfasına girdi ama kulağını arkaya atmayı unutmadı. Hareket, ayak sesleri, sandalye gıcırtılarıyla başladı. Merhabalar, nasılsın canımlar, özledim vallahiler uçuştu. Kadro tamamlanmamıştı, siparişler sonra verilecekti. Hasta anneler, fizik tedaviler dillendirilirken, telefon trafiği de sürdü. Aysuncum, Belmacım, Seldacım, Firdevscim, Birsencim, Leylacım, Candancım’dan sonra nihayet Sungur’un beklediği an, yürek çarpıntılarıyla geldi. Selvicim. Siparişler verildi. Sabah yürüyüşleri ve yoga seanslarından sonra mevzu ‘Aysuncumuzun sıkıntısı var!’a geldi.
Lavaboya gitmeliydi. Kapısı salondan kafes paravanla ayrılmış lavaboya, usulca yürüdü. Kafesin arkasında dikildi. Kadınlar selfi çekiyorlardı. Selvi’yi, permalı kızıl saçlarıyla ayırdı. Masada Sungur’un sırtını görecek biçimde ama onun kim olduğunu bilmeden oturmuştu. Bunu düşünmek canını sıktı. Sahi neden kopmuşlardı? Birkaç damla işedi. Ellerini sabunlayıp çıktı. Selvi’den yana bakmadan yürüdü. Kadınların masasına servis başlamıştı. Sungur da pizza istedi.
Uğultunun arasında buğulu sesli kadın, boğazında düğümlenen hıçkırık olayım diyordu.
“Garson Bey, topluca bir fotoğrafımızı alır mısınız?”
Selvi olabilir miydi? O sırada pizzası geldi. Yemeğini yerken kulağı kirişteydi. Kadınlar şevk içinde daldan dala atlayarak şakıyan kuşlar benzeri mevzuyu birbirinin ağzından kapıyor, çiğniyor sonra başkasına devrediyordu. Tarih Kurumundan emekliye ayrılan bir koca yad edildi. Sungur, arkasında çınlayan kimisi dik, kimisi baygın, kimisi aceleci, kimisi kalın seslerden hangisinin Selvi’ye ait olduğunu anlayamıyordu. Pizzasını bitirdi. Doktorunun midesini genişletebileceğini söylemiş olduğunu, soda söyledikten sonra hatırladı. Kadınlar da yemeklerini bitirmişti. Selfi yapıp Selvi’yi kadraja alabilirdi, fakat yanında oturan kadın yüzünden başaramadı, sadece sol omzu ve saçlarının bir kısmı.
“Aysuncumuzu dinleyelim arkadaşlar!” dedi, kalın sesli olan, “az çok biliyorsunuz durumu. Ben bir süredir üniversite aşkımla görüşüyorum. Eşinden ayrılmış. Ailem buna şiddetle karşı çıkıyor. Ya o ya biz diyorlar.”
Sungur pür dikkat kesildi. Başlayan uğultuyu dik ses, “Sırayla konuşalım lütfen,” diye bastırdı.
“İzninizle arkadaşlar! Kısa konuşacağım çünkü erken ayrılmak zorundayım,” dedi, bir ses. Sungur, geriye dönüp bakmak için güçlü bir istek duydu, ama yapmadı.
“Bana sorarsanız exten next olmaz!.. Aysuncum sen harika bir kadınsın. Bence ailene kulak vermelisin.”
Benliğinde olumlu duygular yaratan sesin, keskin yargısından hayal kırıklığı duydu. Masadan yükselen, “Selvi’ye katılıyorum, çok haklı,” diyenleri duyduğunda ise yüksek bir yerden hızla yere çarpılmıştı. Demek böyle düşünüyordu! Toplantıdan erken ayrılacağım demişti, peşine mi takılmalıydı?
“Selvicim önyargı bu,” dedi, biri, “evet, bu konuda. Üniversite okumaya gittiği şehirden, şiirler döşediği, ucu yanık mektuplar yollayan biri vardı. Aşktan öte, benim için kalp ağrısıydı. Sonra koptuk. Neden mi? Çünkü ben ağır bir hastalık geçirdim. Arkadaşımla karşılaşmışlar, tesadüfen. Ondan bulaşıcı bir hastalığa yakalandığımı, hastanede yattığımı öğrenmiş. Toz oldu, aramadı beni! Şimdi bu odun çıkagelse onu yeniden hayatıma alır mıyım?”
Terliyordu. Fileli ayakkabılarından yayılan, kötü kokuyu duyuyordu. Tek düşündüğü oradan bir an önce uzaklaşmaktı. Toparladı, kasaya yürüdü. Damarlarından kanı, kemiklerinden ilikleri çekilmişti. O kofluğun içine av kazasına kurban giden Ali düşüverdi. Canım ne alakası vardı şimdi? Selvi, Sungur’un da sırtıyla dahil olduğu fotoğraflar yüklemişti. Peki ama onu kasada ve kafeden çıkarken gösteren fotoğraflar neyin nesiydi?
İlkay Yılmaz
Comments