top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İnan Palancı- Kızıl Ejder

"İnsanın büyük bir iş tasarlamasıyla o işi yapması arasında geçen zaman ne denli üzücüdür! İnsan ne boş korkulara kapılır ne kararsızlıklar geçirir! Elbette, ortaya hayatını koymuş. Yok, daha fazla bir şey, şerefini koymuş."

Schiller


Tarih öncesi zamanlarda tanrıya ulaşma, günümüzde ise ona meydan okuma güdüsü ile inşa edilen, bir kule gibi yükselen apartmanın son katında bulunan dairemden tuhaf bir huzur içinde yerküreye doğru inerken Goethe'nin yazınında olduğu gibi kış, ihtiyar bir adam misali uzak dağlara çekilmiş, doğaya hâkim olmaya başlayan baharı izlemeye başlamıştı. O Hannibal’ın Roma ordularının askeri kapasitesini test etmek için yaptığı saldırılar gibi soğuk hava kütlelerini kaçamak sağanaklar hâlinde yeşillenen kırlara gönderirken bahar kendinden emin bir şekilde istihkâmını güçlendirmeye devam ediyordu. Binlerce defa tekrarlanan, sonsuz sayıda ölüme ve doğuma şahit olan tüm bu döngü kendi içinde devam ederken ben, tuhaf bir kibir içinde yedi kuleden oluşan sitenin bahçesine çıkmış, gökyüzünü izlemeye başlamıştım.

Aile hekimi olarak çalıştığım yere götürecek aracın gelmesine on dakika vardı, şairin dediği gibi hava insanı mahvedecek kadar güzeldi. Kaldırım taşları arasında zarif bir kabadayı edasıyla uzun otlar yükseliyor, ıslak çimen kokusu havaya karışıyor, bir biçim alma çabası içinde yoğun bir çiçek kokusu sitenin çevresinde dönmeye devam ediyordu. Bu kesif koku havayı döllerken toprağı dölleyen yağmur ve rüzgâr gibi kıvrımlı bir Çin ejderine dönüşüp kendi devinimini tamamladığı sırada ben de çevreye yayılan, suratıma çarpan koku zerrecikleri ile bir hoş oluyordum. Binaların arasından kokulu kalın bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla gelen erguvanımsı bu ejder beni sırtına alıp kulelerin üzerinde yükselmeye başladı.

Gök kubbede bakmayı unuttuğumuz kuşların, bulutların arasında ilerlerken dünyanın sonuna doğru, ufuk çizgisinin hemen önünde beliren karlı tepelerle birlikte geometrinin sınırları içinde hapsedilmiş kahverengi, yeşil, mor tarlaları, kılcal damarlar gibi bu tarlaları beslemeye çalışan çelimsiz Dicle Nehrini izledim. Bu kadim nehrin etkisi altında, asıl Diyarbakır’ı koruyup kollayan surlar ve kalkan balığı şeklinde bu surlara tuhaf bir kederle bakan Kırklar Dağı, Hevsel Bahçeleri ile göz göze geldim. Erguvan Ejder, yedi bloklu sitenin bahçesine beni geri bırakırken üşüyen, ürperen bedenimle Calvino romanlarındaki hız ve ritim üzerine düşünmeye karar verdim. Sonra Diyarbakır-Mardin yolunda kiralık bir aracın içinde çalıştığım yere doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada Roma döneminden kaldığını tahmin ettiğim eski bir köprüyü, uzaktan bu köprüye bakan küçük bir dereyi, sağlı sollu küçük tepeleri geride bıraktım.

İltihabi dokunun bir boşluğa açılması gibi antik şehirlere açılan bu yolda ilerlerken o günkü programım üzerine de düşündüm. Uzak Karacadağ köylerinde birinci basamakta yapılması gereken rutin işleri beraber çalıştığım hemşire arkadaşımla yerine getirmem gerekiyordu. On yıldır Aile Hekimliği sisteminin içindeydim, samimi olmam gerekirse yaptığım işi hiç ama hiç sevmiyordum. Yaşarken ve bu işi icra ederken sürekli bir tekrarın içinde gibiydim. Nasıl anlatayım. Soluk alıp vermeyi bilinçli bir biçimde yaparken oluşan duyguya benziyordu hissettiklerim. Ne yazık ki ölümü zincire vuran Sisifos'un kırışmış yüzünde o insansal güveni de artık göremiyordum. Bu duygu durumuna nasıl geldiğimi bir başka yazıya bırakarak anlatımıza devam edelim.

Şoförüm Mustafa’nın kıvrak hamleleri sonrası içinde bulunduğum araç çalıştığım Aile Sağlığı Merkezinin önünde park ettiğinde insanlar pencerelerin ardından okyanusa açılan bir boşluğa bakarcasına yola bakmaya devam ediyorlardı. Hiçbir yere açılamadan bir iç sıkıntısının içinde sıkışıp kalan bu insanlar okyanusa hasret yola bakmaya devam ederken ben de merkezimizin güler yüzle açılan kapısından içeri girdim. Tıbbi Sekreterlerimiz Anıl ve Mehmet Nur ile birlikte bizi hep büyük bir sabır içinde karşılayan Neval Hanımın şen konuşmaları arasında doktor ve hemşire arkadaşlarımla selamlaşıp ikinci katta bulunan odama çekildim. Tıpkı tok bir Müren balığı gibi bitmesini hiç istemediğim bu çekilmelerim yine iş konusunda hep benim yerime düşünen, üstelik bu düşünme işini benden çok daha iyi yapan hemşirem Büşra Hanım’ın çın çın sesi ile sona erdi. Mobil hizmette kullanacağımız aşılarla sarf malzemeleri araca yerleştirilmiş, yola çıkma zamanımız gelmişti.

Ben, hemşirem, şoförüm, Mithras Tapınağı, Zerzevan Kalesi ve içinde onlarca insan iskeleti bulunan karanlık, derin, ıssız kuyuların sessiz çığlıkları arasında yola koyulduğumuzda, hastalarımız merkezimizin bir mağara ağzını andıran, sürekli açılıp kapanan kapısından içeri girip çıkmaya, tüm sağlık çalışanı arkadaşlarımız da onlara hizmet vermeye devam ediyorlardı. Karacadağ bölgesi, annem ile küçük kardeşim hariç hiç kimsenin okumadığı ilk kitabımda da belirttiğim gibi, Diyarbakır ile Urfa arasında bulunan epeyce geniş bir yaşam alanı idi. Hayatın durduğu bu alanda kadınların ve çocukların Shyamalan filmindeki zamandan daha ileri bir dönemde yaşadıklarının yegâne kanıtı ise izledikleri televizyon kanalları idi. Kadınların içine çekilerek, erkeklerin ise yakın şehirlerin kıyılarında gezinerek yaşadıkları bu bölgede insanların tavırlarını şöyle açıklayabiliriz. Bu insanlar önceki nesillere duydukları derin sevgi ve özlemle, kentlilere benzemek istemedikleri için, kolektif bir bilinç içinde zamanı yetmiş yıl öncesinde durdurup, orada kalmaya karar vermişlerdi. Teneke Trampet kitabındaki hiç büyümek istemeyen kahramanın bu başarısını onlar, büyük bir topluluk olarak becermişlerdi. Fantastik filmlerden çıkıp gelen uzun, kalın, kürklü giysileri, hiç kırılmayan güçlü, esnek, renkli bastonları, benim de küçük bir servet ödeyerek sahip olduğum, kadınlarla erkeklerin ortak kullandıkları işlemeli erguvan, mor, eflatun örtüleri ile değişime meydan okuyan bu insanların duruşlarını hep derin bir saygıyla karşılardım. Çünkü Yılmaz Erdoğan filmlerindeki keskin geçişler gibi, o küçük derenin kenarında beliren ağaçlı yolu geçip farklı bir zamana açılan bu mekâna her geldiğimde aynı şaşkınlığı yaşardım. Bu şaşkınlıkla gelincik tarhları ile süslü rengârenk tarlaları, tarlalarda yükselen volkanik bazalt taşlarını, sarı beyaz çiçekler ile süslü küçük mezarlıkları geride bırakırdım. Karacadağ’ın uzak gözetiminde ilk istasyonu kuracağımız köye giriş yapmadan hemen önce, kısa bir an, zamanı durduran Vezüv Yanardağı ve Pompei Antik Kenti üzerine düşünürdüm. Sonra Sartre ve Faulkner romanlarındaki zaman ile birlikte Esaretin Bedeli filminde son derece dikkatli bir şekilde kendini asan çapraz bacaklı yaşlı kahramanın değişim repliği üzerine düşünen birçok farklı benle birlikte köy camisinin bahçesinden içeri girerdim. İçinde zarif bir çınar ağacı da bulunan bu bahçede alışkın adımlarla cami merdivenlerini tırmanırken, şoförüm Mustafa elektrik prizi olan duvar kenarına mavi iki plastik sandalye ile bilgisayarımı yerleştirir, Büşra hemşire ise sessizce önündeki yeni doğan listesini incelerdi. Tüm bunlar hep aynı şekilde tekrar ederdi. Ali Şeriati’ye göre ilk burjuva taslaklar olan çerçilerin metalik sesine karışan sesimle, birlikte hazırlık yapmaları için cami hoparlöründen aşısı yapılacak çocukların listesini okurdum. Bazen de ülkemizde tüm overlokçular ile birlikte mola yerlerinde sabit olduğunu düşündüğüm o kadın sesine karışan sesimin ardı sıra, sessizce Kabil’in neden Habil’i öldürdüğü üzerine düşünürdüm. Zamanla genişleyerek meralara yayılan bu köyde hemşirem ve şoförüm araç ile evlerin yolunu tutarken ölü serçe yavruları gördüğüm yuvaya bakar, sandalyeme oturur, yine sessizce, “İlk anda insan bu kadar umutsuzsa nasıl uyumlu olabilirdi, umudu nasıl bulabilirdi,” diye mırıldanırdım.

Bir koruma güdüsü ve şaşırma hâli içinde Habil’in hemen önüne “neden” kelimesini koymamı salık veren iç sesimin etkisi altında boşluğa bakarken köy kadınları ilaç yazdırmak için yanıma gelirlerdi. Havada kaybolan konuşmamın ardı sıra oluşan yoğun suskunlukta bu kadınların şikâyetleri ile birlikte hasta çocukların sırtlarını dinler, cami bahçesinde yükselen çınar ağacından bana bakan küçük serçenin gölgesi ile göz göze gelirdim. Bazen de Karacadağ sakinlerinin Zozan dedikleri dağlarda kalan kar kütlelerinden yayılan soğuk hava dalgasını, ölü serçelerin sararttığı ruhumla birlikte zamanın öncesine açılmamıza imkân tanıyan Hasankeyf ve Göbeklitepe üzerine düşünürdüm. Medeniyetin başlangıcı olan bu coğrafyada insanlar Göbeklitepe'yi muhtemelen korumak gibi bir güdünün etkisi altında toprak altında bırakırken biz nasıl bir içgüdünün etkisi altında Hasankeyf’i sular altında bıraktık. Boğulan Hasankeyf’in uzak ve kederli gözetiminde hep aynı nezaketle gelip geçen araçlara, insanlara selam veren Mustafa, ikinci köye geçme vaktimizin geldiğini söyleyince yine araçtaki yerimi alır, hemen sağ tarafımızda bulunan toprak tandırın işareti ile yola koyulurdum.

Köy kadınlarının birlikte kullandıkları, üstünde yumurta sarısı olan kalın, sıcacık ekmekleri ekibime ikram ettikleri bu tandırın ikinci köye açılan iki geniş koluna bakınca Ankara'da geçirdiğim o belirsiz zaman dilimi üzerine düşünmeye karar verirdim. Uzak bahçelerde zamanla kararan heykeller gibi bir köprüyü geçer, bu soğuk şehrin ıssız sokaklarında dolaşmaya başlardım.

Hekimliğe ilk başladığım yıllarda yakın bir ilimizde bir kaza sonrası akaryakıt tankeri patlamış, onlarca yanık vakası oluşmuş ve sağlık bakanlığı farklı hastanelerde yeni yanık üniteleri açmaya karar vermişti. Eğitimler Ankara GATA yanık ünitesinde yapılacak, bulunduğum şehirden giden ekipte ben de bulunacaktım. Tüm hayatı hep farklı kör ceplerde sonlanan bu satırların yazarı için durum yine de umutsuzluk içinde bir umut gibi görünmüştü. Bir başka benle birlikte Ankara yollarına revan oldum.

Yalnızlık denen duyguyu öğrencilik yıllarında kavramsallaştıran, değerini ise İstanbul'da Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde çalışırken kaldığı tek kişilik otel odasında daha bir derinden kavrayan bu satırların yazarı, önce tek kalacağı eşyalı bir apartman dairesi kiralayıp yanık ünitesinde altı ay sürecek zorlu mesaisine başlamıştı. Büyük bir haz içinde tek başıma kaldığım ikinci kattaki buz gibi apartman dairesinden çıkar, Ankara ayazında karı ve rüzgârı yara yara ilerler, GATA’ da bağımsız bir yapı içinde hizmet veren yanık ünitesindeki mesaime başlardım. Kantininde, duvar arkası yemekhanelerinde farklı yaşamlara açılan rengarenk yollar gördüğüm bu ünitede hastane ile hapishaneler arasında kurulan mimari ortaklık, felsefi bütünlük üzerine düşünürdüm. Bazen de, zemini gibi duvarları da deri misali yarı saydam bir zar tarafından kaplanan, içinde bir iç bahçesi bulunan bu mekânda ameliyathane kıyafetleri ile dolaşırken, evet, size garip gelecek belki ama Stanford Hapishane Deneyi üzerine düşünürdüm. Tandıra ya da süt kazanına düşen çocukların, tiner, kolonya, çakmak ve elektrik kaynaklı kazalarda yanan erkeklerin, kadınların arasında gezinirken yanık ünitelerinin kendine has o kokusuyla birlikte insanın insan üzerinde tahakküm kurduğu tüm sistemler üzerine de düşünürdüm. Ünitenin sterilizasyonu için kullanılan malzemeler ile birlikte yanan deriye karışan antibiyotik, alkol, batikon gibi maddelerden havasız havaya karışan bu kesif kokunun etkisi altında delici bakışları sırtımda hissederdim.

İşte tüm bu uzak bakışların etkisi altında rotası olmayan bir hayalet gemi gibi ünitenin koridorlarında gezinirken Doğu Karadeniz'de ahşap bir evde bir yangın çıkmış, çocuklarını son anda kurtaran Kerem Ali vücudunda oluşan geniş yanık dokusu ile kliniğimize getirilmişti. Dokuzlar kuralı ile hesapladığımız yüzde elli üzeri, ikinci yer yer üçüncü derece yanıkları olan hastamızın ilk göze çarpan özelliği mevcut durumu son derece olgun bir şekilde karşılıyor olmasıydı. Nasıl anlatayım, sanki vücudunun yarısı yanan o değil de bizdik, Kerem Ali de bize moral vermek için orada bulunuyordu. Ölümünü de aynı sükûnet içerisinde karşılayacak Kerem Ali’nin bize getirildiği sırada olumlu sayılabilecek tek şey bir inhalasyon yanığının olmaması idi. Yani akciğerleri ısıya ve dumana çok fazla maruz kalmamış, rezervlerini korumuşlardı. Gene de çok zorlu bir süreç onu bekliyordu.

Yeri gelmişken burada belirtelim. Yanık ünitelerinde çalışan personelin en önemli özelliği David Lynch filmlerindeki sessiz müzikler gibi uzun süreli kronik strese maruz kalmaları, ünitede çalıştıkları süreçte de bu durumun ayrımına varamamalarıdır. Banka soyan Western kahramanları gibi Meksika’ya kaçmamıza imkân tanıyan Robert Frank fotoğraflarını bir tarafa bırakıp bilinçdışı bir şekilde başlayan cümlemize şöyle devam edelim. Aslında sadece yanık üniteleri değil, beraberinde acil servislerde çalışırken mevcut durumdan yalancı bir haz almamızı sağlayan yaratıcı buluşlarımız, sonra Nazi kamplarında her şeye rağmen bizi hayata bağlayan direngen ruhlarımızla birlikte bu kamplarda yakılan insanları mutlu bir sessizlik içerisinde seyretmemize olanak tanıyan ortak karanlık taraflarımızın Stendhal romanlarında da adı geçen Mephistopheles tarafından tuhaf bir kibir içerisinde gözlenmesini yadırgamamak gerek. Geçelim.

Ağabeyini küçük yaşta bulaşıcı bir hastalıktan kaybeden ve onun hayatını, işini iyi yapan bir hırsız ya da düzenli bir gişe memuru gibi onun yerine yaşayan pespaye anlatıcının hep bir ağabey olarak anacağı Kerem Ali’nin yaklaşık üç ay sürecek hastane süreci işte böyle bir karmaşa içerisinde başlamıştı. Üç ay boyunca her pansuman öncesi alnındaki damarı kabaran baş asistanın ısrarla istihbarat örgütlerinin kendi sorgularında kullandığını belirttiği, buna rağmen başka bir bağlamda da olsa TUS'da çıkınca eğitim alan diğer arkadaşlar gibi benim de cevap veremediğim analjezik preparat Kerem Ali tarafından reddedilecekti. Üç ay boyunca Kerem Ali’nin çıplak bedeni yanık küvetinde derecesine onun karar vereceği ılık su ile yıkanıp ölü dokuları debride edilecek, sonra antibiyotikler ile boyanıp büyük bir utancı örtmek ister gibi pansuman malzemeleri ile sarılacaktı. Sürecin onun adına kötüye gittiğini hissettiğimiz zaman diliminde ise biz tüm bu çabalarımıza devam edecek ama o analjezik almayı reddetmeye devam edecekti. Pansuman sonraları yatağında yatarken ve ağabeyim gibi kaybettiği sıvıları damarlarından bir iç boşluğu doldurmak ister gibi içine çekerken bana bakar, "Baharda seni bizim oralarda ağırlamak isterim," derdi.

Yukarıda nihayete eren cümlemize geri dönecek olursak. Tıpkı bir cellat ya da Orta çağdaki bir işkenceci gibi, bir doktor ya da sorgu yargıcının işini iyi yapabilmesi için hayatına bir başkasının meslek hayatına bakarcasına bakabilmesi gerekir diye tabii ki düşünmüyordum. Gene de arada kurulacak bir bariyerin işimi iyi yapabilmem için gerekli olduğunu düşünüyordum. İşte diğer hastalarla kurmasını becerdiğim bu bariyer, Kerem Ali’nin o kocaman kayayı mitolojik tepeye taşırken iyice zorlanmaya başladığı zaman diliminde yani üçüncü ayın ortalarında yıkıldı. Kayayı tekrar tepeye taşırken artık ayakları altındaki toprağa eskisi gibi güçlü basmıyor, boynu, yüzü, kolları ve bacakları daha çabuk yorulup yıpranıyor, çıktığı tepede kayanın yeniden yere düşüşünü izlerken daha fazla oyalanıyordu. Yani sizin anlayacağınız o artık her gün daha bir güçlü yanıyordu. Klinik hocaları -bahsetmediğimi fark edince büyük bir utanç duyduğum- Kerem Ali’nin kız ve erkek kardeşlerinden aldıkları deri parçalarını son bir umut ona naklederken ben de cerrahi masasının uzağında tüm bu yaşananları kederli gözlerle izliyordum. Cilt stapleri ile sabitlenen bu dokuların bir cerrah titizliği ile bakımlarının yapıldığı süreçte Kerem Ali analjezik almayı gene reddetmişti.

Baharı Artvin'de geçirme önerisinin artık imkânsız olduğunu güçsüzleşen sesiyle ifade eden Kerem Ali’nin öldüğü sabah iki kardeşi, morgda bekleyen bedenini memleketlerine götürmeden hemen önce, steril kıyafetler içerisinde bizlere teşekkür etmişlerdi. Onlar suyu hiç akmayan küçük havuza bakan o pencerenin hemen yanı başında büyük bir zarafet içerisinde bize teşekkür ederken Mustafa, ördek ve kaz sürüleri arasında kornaya basıp, “Hocam ikinci istasyona geldik,” diye seslendi.


İnan Palancı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page