“Yazmak eylemi ya da edimi bir forma oturtamadığımız ruhumuza dengeli herhangi bir form yaratma çabasından başka bir şey değildir…”
“Hayali oğlunu düşün, her daim ölümü değil yaşamı öncele…”
“Yani sadece bedenine değil ruhuna da hükmet…”
“Gibi…”
“...”
Tıpkı Âdem’in tüm uyarılara rağmen elmayı çalmasına benziyordu. Tuhaf bir durumdu yaşanılan. Kendime bile itiraf edemediğim düşünceler bir başına kaldığım zamanlar beni etkisi altına almaktaydı. Evet, bazı insanlar yalnız kalmamalıydı. Tüm bunları şakağıma dayadığım altıpatları koltuğumun kenarına bıraktıktan sonra düşünmeye ve yazmaya karar verdim. Yazarsam belki yaşardım. Yaşarsam da yapmazdım. Öyle düşünmek istedim. Septimus Warren Smith gibi koca bir savaşın ağırlığı ya da Anna Karenina gibi köhnemiş kirli bir toplumun hayaletleri de yoktu ardımda.
Onun keder dolu oğlu. Seryoja Karenin…
Raskolnikov’u açıklamaya çalışan nedensellik.
Nedensellik ve belirsizlik…
Yani ölmek, ölümü deneyimlemek gibi bir hayalim yoktu. Ortada hiçbir haz ya da merak olmamasına rağmen altıpatları şakağıma dayamaktan kendimi alamıyordum. Edgar Allan Poe’nun Gammaz Yürek’teki kahramanına işlettiği cinayete benzer bir durumdu yaşanılan.
Galiba sorun gözüydü! Evet, oydu sorun!
Çehov’un kutsal alıntısı.
O tüfek patlamalı, o tabanca kullanılmalı…
Tabancanın çağrıştırdıkları…
Özne olan tabanca ve ben sadece basit bir nesne… Deneyimleyenin deneyimlendiği çok tuhaf bir mekanizma…
Önce boş silahı şakağıma dayadım, kurşun yuvalarını altı defa kontrol etmiştim. Tabanca en narin kafa bütünümü yani temporal kemiğimi kısa soğuk namlusuna dayayıp saçlı derimin sıcaklığını hissetmek istedi. O saçlı derimin sıcaklığını hissederken tetiğe altı defa tüm gücümle basıp çıkan mekanik sese duyularımla birlikte kulak kabarttım. Sinirlerim şaha kalkmış bir biçimde, belki saf bir ışık ya da bilinç hâlinde hayatı ve onu anlamlandıran atom parçalarını hücreler arası bağlantılarımda dahi hissederken, tabanca saç tellerimden ona yansıyan yanılsamalar ile tuhaf bir ürpermenin etkisi altında titremeye başladı.
Tabii şimdi hatırlıyorum, Paul Auster’in Yanılsamalar Kitabı tıpkı tabanca gibi hemen yan tarafımda durup bana bakmaktaydı. O yapraklarını açıp hayat ve yanılsamalar üzerine kocaman ağzı ile bir şeyler anlatırken ben de tabancanın altı boşluğunu, hava keseciklerini hava ile değil de su taneleri ile doldurmayı deneyen adamlar gibi, mermilerle doldurup şakağıma yeniden dayadım.
Bazı insanlar yalnız kalmamalıydı. Yazarsam yaşar, belki de yapmazdım. Tıpkı Âdem’in elmayı çalması gibi…
Ürperen boşlukları kurşunlarla dolan, duyduğu tanımı imkânsız doyum, haz ve belki de orgazm ile tepe noktalara varan tabanca tüm gücü ile sarsılırken parmağım tabancanın hassas tetiğini çevreleyen metal kısmında yumuşak dokunuşlar ile hareket etmeye başladı. Tabanca küçük bir çocukken balkonun korkuluklarında gezindiğim zaman hissettiğim korkuya benzer bir duygu ile tüm bu yaşanılanları anlamlandırmaya çabalarken, ben de yanlarından tekinsiz çocuk adımları ile geçtiğim çöp konteynırlarından çevreye yayılan o kesif koku ya da yağmur sonrası tıkanan mazgalların kenarında biriken çamur ve ıslak çöp birikintilerinden bir nefes gibi yükselen, çocukluğumun kehribar rengi küçük su birikintilerini anımsatan o tuhaf ama güçlü duygunun etkisi altında hareket etmeye devam ettim. Tabancanın tetiğini çevreleyen metal kısmı -aslında duygu ve çağrışım gibi teknik ismi de önemli- ilk halkaydı, orada durabilirdim. Ama durmadım. Tıpkı Âdem’in tüm uyarılara rağmen elmayı çalma ya da belki de alma duygusuna karşı koyamaması gibi. Parmağım tetiğin üzerinde geziniyordu ve tetiğin bir boşluk mesafesi vardı. İyi biliyordum. Oraya kadar gidip usulca geri dönmeliydim.
Belki de sadece geçmemem gereken bir sınır vardı ve onu geçmem gerekmekteydi. Galiba, sorun gözüydü! Evet, oydu sorun!
Boşluk mesafesinde sırat köprüsünden geçiyormuşçasına milimetrik bir adım attım. Sonra tekrar ve tekrar. Tamı tamına altı sefer. Ben hayatla aramızda beliren kıl gibi ince çizgiyi ya da tuhaf bir günah, bir kibir, bir çaresizlik duygusu içinde kendimizi güçlü ve ölümsüz hissetmemize rağmen kelebek kadar narin ömürlerimizi hayata bağlayan kıl kadar ince ipliği daha bir belirginleştirme çabası içinde tanımı anlamsız kendi döngümü tamamlamaya çabalarken sonsuz boşlukta yeni bir form, bir biçim, yeni bir denge hâli yakalamaya çalışan tabanca merak dolu gözlerle en hassas kafa bütünüme bakıp şöyle dedi.
“Peki, tabancada mekanik bir arıza olsaydı ne yapardın? Sen kontrolü elinde tuttuğunu zannederken, bende bir aksaklık olsaydı ne yapardık?”
Hiç önemli değildi, bunu yapmam gerekliydi ve bazı insanlar yalnız kalmamalıydı.
İnan Palancı
Comments