Shakespeare'e karşı Fuzuli'ye sığınılacak kara dumanlı zamanlardan geçtim. Başlıksız şiir kitabının şairi kısacık ömrünün sonunda hadım edilince karayı ak yerine koymuş olabilirim, emin değilim. Benimki nispeten hadım edilmekten başka hesaptı. O yüzden ne Arabistan’ın yazarıyım ne de toplu şiirlerini düşleyen şairim ama Turgut’un misket oyunlarında figüran da değilim. İlk haberi aldığımda yatakta cenin pozisyonunda, karnıma doğru kıvrılmıştım. Bencil planlarının gerçekleştiği gün, şiir yazmaktan da soğudum. Yine de onu değil de Sevde’yi merak ettiğim için mevzuyu kişisel bir sorun haline getirmekten kaçındım. Artısıyla eksisiyle en son görüşmemizin ardından mevsim geçtikten sonra, geçen gün evine son durumunu öğrenmeye gittim. Sahilin birkaç sokak üstündeki lüks apartmanlarda oturuyordu. Üç saatlik taksi bekleyişimin sonunda vardım. Güvenlik, kimlik kontrolü yaptı; ardından 13. kattaki evine çıktığımda güneş batmak üzereydi. Gür ve salon insanın kulaklarına hitap eden kapı ziline bir defa basınca kadifeye dokunmuş gibi hissettim. Öyle hassas bir zil ki parmak ucumla küçük dokundum. “Kim o?” sesi yükseldi uzaktan.
Asansörle vın vın diye katları çıkmama rağmen dışarıdaki lanet temmuz sıcağından sucuk gibi kan ter içinde kalmıştım. Çocukluğumun en marazlı dönemlerinde bile hiç terlemeyen insanları kıskanırdım. Kapıyı açan hizmetçi de terlememiş, saç bonesi saçına tam oturmuş, kupkuru gözeneklerine nemli hava uğramamış, sıcak hava yüzünü okşamamıştı bile. Mızraklarını yeryüzüne saplayan güneşten kimse kurtulamaz. Eve Sibirya yahut buzullardan eskimo evi kursan da yangın etrafını sarardı. Böyle bir düşünce halinde dalgın gözlerime yüz ifadem de eşlik etti.
“Hoş geldiniz,” dedi, ayaklarını geride tutarak kapıyı sonuna kadar açmıştı. Terliklerinin cafcaflı renkleri ve hiç terlememesi dışında hizmetçi, yıllardır dikkatimi çekmemişti.
“Hoş buldum.”
Gri döşemeli kısa holden geçtim. Sol tarafta boydan boya ayna kaplamıştı, önünde küçük bir masa, üstünde on iki fil vardı. Karşıma çıkan oturma odasındaki koltuklara yöneldim.
“İsterseniz taraçaya geçin efendim,” dedi. Eliyle günbatımının içeriye sızdığı yönü gösterdi. Günün son ışıklarını takip ederek deniz manzaralı taraçaya çıktım. Aşağıdaki kalabalığa bakınca görüntüden ibaretti. Hop atlasam yukarıdan, seslerden sağır olurdum. Masanın denize bakan tarafına sandalyeyi çektim.
“Turgut nerde?”
“En son buradaydı efendim, bir bakayım. Sevde Hanım odasında uyuyor, isterseniz...”
“Uyandırma. Turgut buradaysa kokuma gelir.”
“Bir şeyler içer misiniz?” diye sordu tebessüm ederek.
“Soğuk su sadece. Bugün bir şeyler yazdı mı?”
“Görmedim efendim ama bir şeyler okudu.”
“Hmmm.”
Masaya kafamı çevirdim. Uçları kıvrılmış küçük bir dergi gözüme çarptı. “Seks bir işkence ya da kurtuluştur.” yazısının olduğu sayfa ortadan katlanmıştı. Altta sanki kedi saldırısına uğramış bir dergiyi fark ettim. Giriş kapağı buruşmuştu. “İntihalin Doğası” başlığının üstü mavi tükenmez kalemle karalanmıştı. Devamındaki sayfalar buruş buruştu. Sabah okuduğum dergiyi o da belli ki zevkle okumuştu. Taraçada sigara içerken hizmetçi kadın da oval ağızlı bardakta su getirmişti. Öyle susamıştım ki azizlerin elinden içmenin ferahlığına kavuşmuştum. İki dikişte bitirmiştim, hizmetçi daha taraçanın eşiğini geçmeden suyun akışı boğazımdan kaymıştı.
Salonun ortasında Sevde’yi gördüm. Ne vakit uyanıp da geldi bilmiyorum. Birden koltuk takımının ortasında belirdi. Yeni uyandığından saçları elektriklenmişti. Göz torbaları bayağı vakittir uyuduğunu belli ediyordu. Üfleye püfleye yanıma geldi.
“Omzum ağrıyor ya, dedi hafif gerinerek. “Ters uyumuş olmalıyım. Yeni mi geldin?”
“Sayılır.”
“Dün gece geç mi uyudun?”
“Bilmiyorum ki, afakanlar bastı. Yanında bir deli varsa rahat uyuyamazsın zaten.”
“Hiç sorma bela oldu. Böyle olacağını...”
“Bilemezdin.”
İçeriye göz attım, ses çıkarmadan kulak kabartabilirdi. Kaplumbağa boynu gibi sandalyeden uzanarak odayı kolaçan ettim. Onun dırdırlarını ve panikten pörtleyen gözlerine katlanamam.
“Bugün bir şeyler yazdı mı?”
“Kâğıda bir haltlar karalarken gördüm. Konyak içerken. Ne bileyim,” dedi orta parmağıyla göz bebeğinin kenarını ovalayarak. “Birkaç gündür ne yapıyor hiç bilmiyorum.”
“O da farkında değil,” dedim. “Geçen gün seni...”
“Kaç defa aramışsın. Telefon yanımda değildi.”
“Şey… evet, sesini duymak istemiştim,” dedim kısık sesle. Boğazımda hırıltı çıkıyormuş gibi konuştum. “Seninle sohbet etmeyi özledim.”
“Yani… ben de özledim ama evdeki durumlardan fırsat bulamıyorum.”
“Turgut sana bir şey yapıyor mu?”
“Hayır. Yani ne yapabilir ki.”
“Kontrollü biri değil.”
“Arada bir geliyorlar, o kadar. Zaten artık bu konularda konuşmuyorum bile. Ne yaparsanız yapın.”
“Nasıl?”
“Bağıra çağıra şiir okuyor, evde hizmetçiyle şiir canlandırması...”
“Sen de eşlik ediyor musun?”
“Bilmem… bazen,” dedi etrafı kolaçan etti. “Şey… beni sık sık arama.”
Yukarıdan Turgut’un paldır küldür inerken sesleri yankılanınca sus pus olduk.
Kılçıkları ayıklayıp, nazik nazik cümleleri çiğneyerek herhangi bir kazaya yol açmadım. Sigarayı kül tablasında bastırarak söndürdüm, nemli demir küllükte cıss diye ses çıktı. En son evine geldiğimde sohbete kulak misafiri olmuştu. Yanımda gelen yayınevi editörünü gözlerini pörtleterek köşeye sıkıştırmıştı. Sevde gazabından kurtarmıştı. Zihnin labirentlerinde dolaşan cinler onu ele geçirmişti. Giydiği kostümle bokun üstüne parfüm sıkılmış gibi çıldırmalarını estetikle gizliyordu. Gözüm her saniye arkaya radarlarını gönderiyor, onun dalgalı saçlarına bakıyorum uzun uzadıya. Saçlarının bukleleri kıvırcıklara sarılmıştı. Elim masanın üzerinden aşağıya yeltendi, tuttum. Bakışları zamanın tozlanmış yorgunluğuyla doluyken, yıldız şeridi çizip uzaklara… Uyurken yatakta sere serpile dağılışındaki tutarsız halleri film şeritleri kaydı. Canavar kocaman oldu, büyüdü. Mağarasından çıktığında başta ikimizi sonra, herkesi yer. Taraçanın eşiğinden içeriye girdi.
“Ooo hoş geldin. Buralara uğrar mıydın?”
“Hoş buldum. Uğradık işte.”
“Yine ikna etmeye mi geldin?”
“Yoo sadece merak ettim.”
“Yüce bir uğurda kılıcımı hiç bırakmadan savaşırken yardıma gelinir!”
“Hatırladığım kadarıyla yardımcı oldum fazlasıyla.”
Sevde’nin oturduğu sandalyenin arkasından yan yan sıkışarak geçti. Manzarayı arkasına alıp karşı sandalyeye oturdu.
“Yukarıda çalışmalarım üzerine derinlemesine perspektifler sunuyordum.”
“Hadi ya yorgun görünüyorsun ama.”
“Zaferini bekleyen kahraman yorgunluğu. Bak yeni bir şiir üzerine çalışıyorum,” dedi. Yan tarafa geçti. Elinde bir tomar buruşuk kağıtla geldi tekrar. Masaya ellerini yaydı. Üst üste dergileri parmak uçlarıyla yana itti.
“Okurken pek zevk almadım.”
Gerilmiş burun deliğinden soludu. Parmaklarındaki tüyü anımsatan kılları nemliydi. Dergileri kaldırıp yanındaki çiçekliğe koydu.
“Dergileri detaylı incelemişsin.”
“Evet, sabah göz attım. Pek kaliteli yaz...”
“Yoksa rahatsız mı oldun?"
“N’alaka yahu bunları ciddiye dahi almak varlığıma gölge düşürür.”
“Keşke üstünü karalamasaydın”
Sevde kafasını öne doğru eğdi. Hafif tebessümle gözlerini ovalayarak, “Turgut bir şeye daldığında ııı ya da okuduğu yere o kadar çok odaklanır ki yani karalar,” dedi. İnce, uzun dudaklarında hafif tebessüm belirdi.
“Nasıl okur, bilmiyorum. A. Dergisiyle yaptığı röportajı anlamıyorum. Bu zırvalığı devam ettirmekte kararlı anlaşılan.”
“Ben hiçbir şey yapmıyorum ki, şairliğimi savundum.”
“Yaa şairliğini savundun demek.”
“Evet, şairliğimi savunuyorum.”
“Peki, şairimiz nasıl savunuyormuş şairliğini?”
“Bak, dostuz evimde sıkıştırma”
“Hayır, evde okur okumaz yazılanı ne yapabilirim. Anlık öfkeyle aramadığıma dua et.”
“Kalemiyle savaşan bir adama bunları söyleyemezsin!”
“Manyak mısın?” diye sordum. Sıcaktan sonra Turgut’a olan öfkem de yağlı kazığı belime dayadı. “O öldüğünde sana ve bana güvendi, tüm o yaptığın saçmalıklardan vazgeçebilirsin.”
“Her buluşmamızda bu konudan bıktım. Bu kadar düşük seviyeyle muhatap olamam. Daha kaç kişiye aynı cümlelerle açıklayacağım bilmiyorum ama en çok da sana açıkladım. Yoruldum,” dedi. Bir süre omzunun üstünden denizin enine uzanan binalara baktı. Elini yanağında gezdirdi. O sırada Sevde kucağına sinsice çıkan kediyi severken ikisini izliyordum. Bir süre ne diyeceğimi kestiremedim. Çocuksu masumiyetini hissediyordum. Geçen sene patlayan olayın içinden nasıl çıkacağını bilmiyorum. Turgut birden parladı.
“Aaaa aklıma ne geldi?”
“Ne geldi yine?” dedi Sevde, kedinin sarımtırak sırtını severek.
“Açıklamalar hakkında şiir yazacağım.”
“Çalacağın birini mi buldun?” diye atladım araya.
“Ne diyorsun sen ne diyorsun sen ya artık yaptıklarının nereye varacağını ölç biç. O ölmeden önce beni yanına çağır...”
“Neden ikimizi çağırmadı da seni çağırdı?”
“Şairliğimi biliyor.”
“Hmm…”
“Dünyanın En güzel Yeri, şiirini yazdırdı. Bazı takıldığı noktalarda birlikte yazdık şiiri.”
“Turgut inanmıyorum gerçekten inanmıyorum. Röportajlarda falan anlatmadın, bana da daha önce bahsetmedin”.
“Yo anlatmıştım.”
Sevde’nin kucağından masanın ortasına fırladı kedi. Salına salına gezindi.
“Tamam n’olduysa oldu,” dedi Sevde. Bacaklarındaki kedi tüylerini eliyle temizledi. “Çok iyi dostsunuz., kırmayın birbirinizi.”
“Hayır, onu düşündüğümden sürekli bu konuyu açıyorum. Elimden gelse ben kurtarırım durumu ama kimse bunu kabul etmez. O öldükten sonra şiir dosyasını adınla bastıramazsın.”
“İtiraz etseydin, uyarsaydın."
“Haberim mi oldu? Bir baktım kocaman puntolarla adını yazdırmışsın.”
“Şiirler benim mantık olarak. Bir kısmını birlikte yazdık birlikte o söyledi ben yazdım ama üzerinde aylarca ben çalıştım yani, düzelttim.”
Sandalyede geriye doğru yaslandım. Bu sefer ikna edebilir miyim? Yediği haltı üstünlük çabası ile örttü. Kollarımı birbirine kenetledim.
“Kendine bunu yapmanı istemem yani şey… kandırmak gibi. Herkes şiirleri onun yazdığını biliyor.”
Ayağa fırladı. Sevde’nin gözleri tepeye devrilmişti. Keşke bana da bir kere böyle baksaydı. Akşam güneşinin kızıllığını gövdesiyle örtmesine rağmen yanlarından ışık demetleri sıyrıldı.
“Tanrının huzuruna çıkmasına yardımcı oldum. Son kelimelerini gözyaşlarımla yazdım. Arkamdan atıp tutanlara gazabımı göstereceğim. Eğer bana inanmıyor ve şüpheyle yanıma geliyorsan gelme.”
Sevde’nin gözlerinde parlayan gece mehtabına baktım bir anlık nefesle.
“Turgut, dostumsun. Seni düşündüğüm için...”
“Şairliğin benim kadar iyi değil,” dedi. Sevde parmak uçlarından tutup aşağıya nazikçe çekti ve sandalyeye tekrar oturdu. “Bazı şeyleri anlamakta zorlanabilirsin.”
“Başına nasıl bir bela aldığını bilmeden mi konuşuyorsun? Hiçbir halt bildiğin yok. Cafcaflı kelimelerin peşine düşmüşsün. Lay lay lom. Anlamıyorsun anlamıyorsun.”
“Birkaç yazar arkadaşı ve okuyucu kitlesinden mi korkacağım. Ki arkadaşlarıyla zamanında ben de arkadaştım, üzücü haldeler.”
“Onlar değil, onlar değil. O arkadaşımızdı. Hatırasını ikimize bırakmıştı. Senin yediğin halt gözünü kör etmiş. Anladın mı? Sorun onlar değil.”
“Ne o zaman. Estetik dünyama zarar veriyorsun.”
“Estetik bir dünyan falan yok. Çocuk gibi oyun oynuyorsun.”
“Ya bunlar ne,” diye kâğıt tomarını salladı.
“Şairin imgelerini araklayıp sözde yeni şeyler yazmışsın.”
Elinden kâğıdı almak istedim. Ucundan tuttu, bir hışımla çektim. Şiirlere tek tek göz attım. İmge bile araklamamıştı. Kelimelerin yerini değiştirmiş, yerine ucuz imgeler yerleştirmişti. Yüzüne baktım.
“Bu mu?”
Kâğıdı taraçadan aşağıya fırlattım. Havada dans ederek birkaç takla attı, yere düştü. Neden bunu yaptım, bilmiyorum ama öfkeden kızarmış yüzünü hatırladıkça keyifleniyorum.
Kadir Yılmaz
Comments