top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Kansu Oğuz Canbek- İstasyon

"Akan zaman değil mesafelerdir."

Cemal Süreya

 

Sıra bende mi acaba? diye düşündü. Sigarasından son bir nefes çekti içine, üflediği duman gözlerini, izmaritin harı parmaklarını yaktı. Gözleri kapalı birkaç saniye durdu öyle, parmaklarında ateş sızısı. Martı çığlıkları duyuldu uzaktan. Belli belirsiz, birbiri ardına, kabara köpüre büyüdü çığlıklar. Gözlerini açınca parmakları arasında duran sönük sigarayı fark etti. Dolu küllüğün boş gözlerinden birine bastırdı izmariti. Birbiri ardına demirli gemilerin ışıkları aydınlatıyordu karşısında uzanan denizi. Birinden yükselen düdüğün tok sesi yardı martı çığlıklarını. Biri daha iskeleden ayrılıyor demek. Treninin kalkmasına ne kadar kalmıştı peki? Tek gözünü hafifçe kısarak gardaki büyük saate baktı. Dördü geçiyor. Üç saatimiz var daha.

Masadaki kadehlere çevirdi gözlerini. Yarısı neredeyse boş bardaklar. Sıra bende ya kesin. Kalanlarınsa yarısından fazlası dolu. Aman, diye düşündü, onu da benden sonraki halleder. Ayağa kalktı sandalyesine tutunarak, bir adım attı. Yalpalayarak içeriye, bara doğru yola koyuldu. Yarım sigaralık zamanda elinde bir tepsi dolusu bira kadehiyle dönüverdi. Tepsiyi masanın kenarına yerleştirip, bir eliyle tepsiyi tutarken, biraları teker teker herkesin önüne yerleştirdi, sonra da tek tek boş kadehleri topladı. Her bir kadehi koyarken, masadakiler dönüp sarhoş gözlerle gülümsediler. Kadehleri dolu olanlar, hani bana hani bana, der gibi bakışlar attı, size daha var, der gibi yaptı o da başını sallayarak, gülüştüler hep beraber. Tepsi dolunca içeri yollandı tekrardan. Masadakiler gidişini unuttu, sohbetler devam etti kaldıkları yerden dolu kadehlerle. “Sanmıyorum ağbi” “Sen de haklısın,” ve daha nice muhabbet…

Döndü. Yalpalıyordu hâlâ biraz, yerine varınca sandalyesine hızla çöküverdi. Çökmesiyle sandalyesinin gürültüyle geri kayması bir oldu. Sohbet kesildi, herkes ona döndü. Sonrasında da bir anda, kahkahalar. “Oğlum dikkat etsene!” “Sen de kolay sarhoş olur oldun!” kakara kikiri. “Aman neyse!” dedi gülerek, “Şimdi olmasa sabaha olmayacak mıyım? Boşa gitmiyor içtiklerim, korkmayın!” Saate baktı. Kerem’e dönüp, “Gelen olacak mı başka?” diye sordu. Masanın etrafında bir on on beş kişi vardılar. Gece boyunca gelip de gidenleri düşündü. Bir o kadar insan yanlarına oturmuş. Kerem sarhoş başını sohbetinden kaldırdı, söylediğini anlamaya çalışıyordu. Soruyu idrak edince gülümseyerek yanıtladı, “Belki Ayşe ile Levent gelecek. Ha, bir de belki Leyla…”

Leyla ismini duymasıyla irkildi. Sandalyesinde doğruldu, şaşırmıştı, kaşları hafifçe oynadı. Kerem’in birkaç kadeh önce başlayan sarhoşluğu arkadaşındaki hareketlenmeyi fark etmesine mâni oldu. Odaklamakta zorlandığı gözlerini kısıp telefonuna baktı. Dili dolanmasın diye hayli çaba sarf ederek tane tane konuşmaya devam etti.           

“Kalkmış arkadaşlarının yanından. Dolmuşa yürüyormuş. Karşıdan geliyor.”

Uzun ve derin bir nefes aldı. Sigara yaktı. Leyla’nın gelebileceği aklına gelmemişti. Şehirde olduğunu bile bilmiyordu. Biraz ayılsa iyi olur. Bir sonraki bira yerine soda içse mesela. Kaçıncı birası olduğunun farkında değildi. Rakı bitip de bira faslına geçildiğinden beri üçe kadar saymayı başarabilmişti ancak bardaklar boşaldıkça biri lokantanın barına gidip bir yenisini önüne getirdiğinden ipin ucunu kaçırmıştı. Masaya baktı. Paket paket tütün, bira kapakları, sigara kağıtları ve filtreler, bazısı paketinde, bazısı masanın üzerinde çöp olmuş, bir iki boş şişe, dolu küllükler. Bir şiir kitabı. Beni Öp Sonra Doğur Beni. Gecenin daha başında, lokantaya ilk oturdukları saatler geldi hatırına. Sanki çoktandır tanıdığı biri gelmiş de nereden olduğunu çıkaramamıştı.   Kitabın sahibi masaya oturduğunda rakı faslı hala daha devam ediyordu. Gözleri onu aradı. Gitmişti. Acaba hangi arkadaşının arkadaşıydı? Adını bile hatırlamıyordu. Neden sonra, çantasından kitabı çıkarmış, bir şiir okumuştu. Sonra sırasıyla hepsi başka başka şiirler okumuşlardı. Demek kalkarken kitabını unutmuş. Çoktan gitmiş. Şimdi o saatler bile ne kadar uzaktı. Son kötü günleri yaşıyoruz belki, İlk güzel günleri de yaşarız belki. Bir tek bu iki mısra. Oysa daha bir zamanlar ezbere bilirdi bu şiiri. İlk kez ondan dinlemişti, bir başka rakı masasında. Kerem, Leyla’nın adını andığı gibi anlamıştı aşinalığın sebebini. Ona hediyesi kitap hala kütüphanesinde duruyordu, sadece onun gözüne en özel bir rafında.  Leyla geliyor demek, diye düşündü, karşıdan. Son konuşmaları geldi aklına, adada. Bir başka karşı. Kalkmış, onu bırakıp gitmişti. Beklemiyor değildi evet de o gün olmaz sanmıştı. Ardından davranıp yalpalayarak yanına varmış, Leyla onu o halde görünce yanlışlıkla, “Görüşürüz.” demişti, son sözleri, sırtını dönüp temelli gitmeden önce.

Daldığı yerlerden yine başka bir geminin düdüğü çağırdı geri. Gözleri masadaki kitaptaydı yine, aklı gecenin başında. İşten çıktığı gibi tramvaya atlamış, soluğu istasyonda almıştı. Lokantaya geldiğinde kimsecikler yoktu daha, Kerem bile gelmemişti. Vedat Bey onu görünce hemen gülümseyip selamlamış, her zamanki masalarına dek eşlik etmişti. Oturduğu gibi bir bira ısmarlamıştı, birasıyla beraber de Kerem’le Zafer belirmişti. Kerem’i görünce hislenivermişti bir anda, nasıl olduğunu anlamadan, gözleri doluvermişti.

Belli etmemeye çalışıp hemen gelen dostlarını kucakladı. Masanın istasyondaki ne ilk ne de son gecesiydi halbuki. Yine de bazı şeyler olup bitene dek kabullenilmiyor, diye düşündü, oturmadan eliyle birer bira da Kerem’le Zafer’e söyledi. Yerine geçip, dostlarına gülümsedi, kendini tuttu, tuttu.

İlk biralardan sonra yavaş yavaş diğerleri de gelmeye başladı, masalarını donatan mezelerin etrafına yerleştiler teker teker. Önce bir büyük rakı söylediler, ne yetmişliği canım, sadece üçü mü içeceklerdi bu gece. Tabii ki litrelik ve bitince yerine bir tane daha. Ve bir tane daha… Gece yarısı olduğunda üç şişe boşalmış, masanın etrafı kalabalıklaşmıştı. Birtakım gelenler sadece birkaç kadehliğine oturuyor, saatler yuvarlandıkça kadehlerin yanında yavaştan endişeli ellerini saatlerine götürüp, kalksam iyi olur yarın iş başı deyip kayboluyorlardı gecenin o vakti herkesle kucaklaşıp. Masanın daimî esprisiydi: bunu haftaya yine yapalım.

Yapıyorlardı da yapmasına ya, artık uzunca bir zamandan beri, her hafta aynı gün olmasa da her hafta istisnasız aynı masada toplaşıyorlardı. Ne zaman başladıklarını kimse hatırlamıyordu. Nasıl başladıklarına dair herkesin ufaktan bir fikri vardı ancak bir fikir birliğine varılamamıştı. Akşamüzerinden gece yarısına dek süren rakı faslının bir kısmı bu gizemi konuşarak geçerdi. Zafer’in iddiasına göre, ilk Şirin’in vedasını yaparlarken oturmuşlarmış. O gece de tesadüfen, Şirin’in eski iş yerinden bir arkadaşı gelmiş. Veda yaptıklarının filan da farkında değilmiş. İş yerinden eskilerle beraber bir araya gelinen bir gece sanıyormuş, sonra Şirin’in vedası olduğunu duyunca çok şaşırmış, “Nasıl ya? E ben de gidiyorum!” deyivermiş. Tabii herkes güldü buna diyor Zafer, “Ama akıllının biri de eksik kalmadı, ‘E öyleyse haftaya da senin vedan canım!’ deyivermiş.”. Sonra da her vedada, başka bir giden bulunmuş, bu sefer de hadi bakalım onun vedasıymış!

“Yok be oğlum!” diyor öte yandan Kerem. “O neymiş öyle, bi o olmuş, bi bu olmuş… Veda filan da değildi. Yok mu bizim Murat. Bir haftalığına bir yerlere gidecekti, artık Bulgaristan mıydı Macaristan mıydı hatırlamıyorum. Neyse, o gidecekti, trenle de gidiyordu ki buradaydık. Ucuza gelsin diye sabahın körüne almış biletini. Ya üçe ya dörde. Hatırlamıyorum. Neyse, biz de o gidene kadar birlikte takılalım diye gelmiştik ilk o hafta sonu. Yine küçük başlamıştı masamız ama cuma işte ya, birileri geldi, başkaları derken, yine böyle doluştuk lokantanın terasına. Yine birinin arkadaşı olacak, bak onu da hatırlamıyorum, o demişti, A tesadüf olmuş ben de haftaya buradan gidiyorum, diye. Sonra da biraz buruk, eklemişti, “Ama temelli…” Biz de tabii hem gülmüş hem hüzünlenmiş, çocuğun moralini yerine getirelim diye dememiş miydik ya, E yine haftaya da seni uğurlayalım öyleyse! diye”

Başını kaçırmışlardı anlaşılan. Sonunun da geleceği yoktu. Saate baktı. Beşi geçiyordu. Leyla gelmeyecekti demek. Biraz rahatladı. Sigarasından bir nefes aldı. Hafiflemedi. Gelmeyecekmiş demek.

***

Artık gözleri iyice kapanıyor, başı tekrar tekrar önüne düşüyordu ki onun sesini duydu. “Kerem!” Gözleri açıldı. Kerem yerinden kalkmış, Leyla’yla kucaklaşıyordu dolu dolu. “Nasıl gidersin ya!”           

“İşte kızım biliyorsun… Her zamanki hikâye,” deyip güldü Kerem. “Sorma.”           

“İnanamıyorum,” dedi Leyla, o an göz göze geldiler. Sesine ilgisiz bir eda vermeye çalıştı ancak her şey için çok sarhoş ve çok geçti.           

“Gelmeyeceksin diye üzülmüştük biz de,” dedi bir anda. Kendisi de Leyla gibi şaşırdı ağzından çıkanlara. Neyse ki Leyla da en az onun kadar sarhoştu, onun da dili dolanıyordu.           

“Olur mu hiç! Bu geceyi dünyada kaçırmam! Ama çok özür dilerim tekrar Kerem! Son anda haber verdiniz ya, benim de yakın bir arkadaşımın, söylemiştim ya sana, doğum günü vardı. Ha kalktım ha kalkacağım, bırakmadılar, bu saat oldu.” 

“Olur mu ya Leyla! Geldin sen yeter!” dedi Kerem, bir kez daha sarıldılar. Kendi kendine güldü yalandan. Leyla masanın diğer yanına geçti, Kerem’in ötesine. Aralarında üç dört kişi vardı en az. İç geçirdi. Leyla’yla tanıştıkları günü hatırladı. Kerem’le ev arkadaşıydı o zamanlar hâlâ. “Çok sevdiğim biri gelecek akşam,” demişti Kerem, “Sana hani bahsetmiştim, üniversiteden en yakın arkadaşım. Of, kaç sene oldu görmeyeli!” Leyla yeni dönmüştü şehre. O gece de böyle kucaklaşmışlardı kapıdan içeri girdiğinde Leyla’yla Kerem. O da ona öyle sarılmak istemişti o an, ve tüm o gece, ve sonrasında günlerce, buluşmak için mazeretler yaratma gayretiyle.

Başarmış ve kaybetmişti. Neden? Biz yeni bir hayatın acemileriyiz, Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor. Mısralar yavaş yavaş geliyordu. Ne de çok şeyi unutmuş. Bir yaşanmışlık, kütüphanesindeki bir kitabın satırlarında kalmış sadece. İnanamıyordu. Gerçekten de gelmişti. Ne yapacağını, ne yapması gerektiğini çıkaramıyordu. Belki biraz daha az içmiş olsa zihnini toparlayabilirdi, ancak kafası bir dünya, unuttuğunu sandığı anılar taşıyordu zihnine. Önce en tatlı olanları, sonra acı bitişler… Etrafındakilerle muhabbet etmeye uğraşıyor ancak aklı sürekli Leyla’da. Boğaz kenarındaki lokantada ilk buluşma. Gözleri hep masanın ucunda. Ne zaman başladığını hatırlayamadığı kavgalar. Bir türlü denilenleri takip edemiyor. Yan yana oturdukları sonsuz dost sofrası. Leyla masanın diğer ucunda bir başkasıyla konuşuyor. Ayrılığın habercisi küslük ve sessizlikler. Önüne dönüyor, yanında akan muhabbete odaklanmaya çalışıyor, elindeki biraya bakıyor, masayı unutmaya çalışıyor. Başkentte yeni açılan bölüme başvurusu, kavgaları. Kafasındaki düşünceleri kovmaya çalıştı. Zor. İmkânsız değil ama zor. Kadroya alınışı. Dişini sıktı, zaman aktı, aktı.

Artık öyle bir sarhoştu ki ne kadar uğraşsa yanındakileri takip etmekte güçlük çekiyordu. Çaktırmamak için kafasını yer yer sallıyor, arada gözlerini kısıp perondaki saatten kalan vakti öğrenmeye çalışıyordu. Yine gözlerini saate dikmişti ki beklemediği bir söz kesti bakışlarını. “Daha var…”

Gözlerini saatten ayırdı, sesin geldiği yere odaklandı. Leyla elinde iki birayla başında duruyordu. Elindeki biralara dönen gözleri görünce, “Bu sana,” dedi gülümseyerek tuttuğu kadehlerden birini uzatıp, “Senin biran bitti gibiydi,” dedi. Gözler, masada dolaştı, kendi bardağını aradı, buldu ve tekrardan sese dönüp gülümsedi. “Teşekkürler.”

“Oturabilir miyim?” diye sordu ses, biralardan biri yanındaki boş sandalyeyi gösterdi. Yanının boşaldığını fark etmemişti. Keşke o sodayı içseymişim diye düşündü, düşüncesinin ortasında “Ya ben ne düşünüyorum” diye gülümsedi. Aman. “Elbette Leyla,” diye yanıtladı, Leyla karşısına oturup, birasını önüne bıraktı.

“Eee söyle bakalım, nasılsın?” diye soruverdi oturduğu gibi. Sesi biraz heyecanlı gibi mi çıkmıştı Leyla’nın? Ya ben ya, kim bilir nasıl şakıyacağım, diye düşündü kendi kendine. Ne haldeyim ben? Karmakarışık. İçi çıfıt çarşısı. Bu gecenin böyle zor olacağını düşünmemiştim. Son bir gayret kendini toplamaya, sarhoşluğunu elinden geldiğince gizleyip, “Nasıl olayım?” diye gülümsedi hüzünle Leyla’ya, toparlayamadı, “Gidiyor…” deyiverdi. Ha tabii bir de o vardı. Sözleriyle beraber, yaşların gözlerinde toplandığını fark etti, birasız boş eliyle, gözlerinden süzülen yaşları sildi. “Özür dilerim,” dedi başını önüne eğerek. “Olur mu canım,” dedi Leyla elini omzuna koyup. Bedenine dokunan elin sıcaklığıyla irkildi. Gözlerini kaldırıp kendini toparladı. Gülümseyerek, “Gelmezsin sanıyordum,” dedi bir anda. Ağzından çıkan sözlere şaşırdı. “Ben de öyle…” Leyla’nın buruk gülümsemesini gördü.

Bir süre öyle sessizce durdular. Neden sonra Leyla, “Ben de…” diye devam etti, “Gelmeyeyim çok istedim. Ama kalamadım… Bir baktım buradayım.” Birkaç an daha sessiz kaldılar öyle. Sonra, nasıl cümleye başladığını fark etmeksizin devam etti.

“Biliyor musun,” dedi Leyla’ya dönüp, “masadaki çoğu kişiyi tanımıyorum bile. İlk başladığımızdan neredeyse kimse kalmadı geriye. Bir ben, bir Zafer, bir de birkaç arkadaşın arkadaşı.” Hüzünle gülümsedi. “Bir de sen…” dedi önüne konan kadehi kaldırıp. Sözler sonrasında ağzından akıverdi, o da onları durdurmadı. “Tabii sonra sen de gittin. Döndüğünü bile bilmiyordum. Seni öyle özledim ki.”

***

Saat yedi olduğunda hep beraber kucaklaştılar. Bir avuç insan kalmıştı geride. Herkes gibi onu da trene bindirdiler. Perondan oturduğu vagona el sallayıp tren kalktığında peşinden koştular peron boyunca. Tren yavaşça hızlanıp istasyonu terk etti. Kalanlar da selamlaşıp ayrıldılar. Haftaya görüşürüzler. Sabah olmuştu.  Peronda ikisi.

Güneş artlarında yükselmiş, gökyüzünü kızıla boyamıştı. Denizin üzerinde yükselen pembe bulutların altında martılar uçuyordu hala yer yer. Çığlıkları yeni kalkan vapurların düdüklerine karışıyor, uzun süredir devam eden sessizliklerini bölüyordu. Hala yanmaya devam eden sokak lambalarının sarısı vuruyordu sokaklara. Yeni başlayan günün alacakaranlığında sarı sıcak gölgeler.

Elleri bir an birbirine değdi. Sonra bir kez daha. Üçüncü kez değdiğinde elleri, bu sefer bırakmadı kavuşan parmaklar birbirini. Utangaç bir edayla dönüverdi,            “Peki şimdi ne olacak?” diye sordu Leyla’ya.

“Çok iyi bir çorbacı biliyorum,” diye yanıtladı. Sesi, martı seslerinin arasında.


Kansu Oğuz Canbek



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page