İki subayla bir tezkereci er bizi kontrol noktalarından birinde durdurup önümüzdeki grubu geçirince geride beş kişi kalmıştık. Orta yaşlı, kasketli bir adam; zayıf, maskeli bir kadın, bıyıklı, gürbüz bir genç, Cansu, ben. Hani öyleydi ki bu geçiş noktasından geçebilsek hayatta kalacak, geride kalsak canımızdan olacaktık sanki.
İnsan sevdiği için türlü zahmete girebiliyor, bu sevdiği küçük kız kardeşi olursa çok daha fazlasını göze alabiliyor. Ben de askerlerin hiç ettiği ölü bir adamın üstünden camı kırık bir iPod çalmıştım Cansu için. N’apayım? Kızın hayatı sayılabilecek şu kısa kargaşanın içinde hiç iPod’u olmadı. Subaylar gittikten sonra orada, o beş kişi, tezkereci erle baş başa kaldığımız sırada, önümüzdeki mırıltıları duymasın diye benim eski kulaklığı takıp çalıştırmayı başarmıştım aleti. Yanaklarından öpüp Cansu’ya bir şarkı açtım, sonra diğerlerine dönüp aynen şöyle sordum: “Zombi derken?”
Zayıf kadın kapının ardındaki tezkereci erin telsizine statik hışırtılar dolunca atıldı birden. “Basbaya zombi işte!”
Önce faşistlere, zombiler, diyerek kelime oyunu yaptığını sanmıştım ama önümüzde duran amcanın olaya dahil olması iyice karıştırdı kafamı.
“Kardeşim,” dedi, “siz genç adamsınız, okumuş etmiş adamsınız, ben anlatmayayım artık bunu da size.”
Ben tutamadım kendimi. “Yani zombi derken, düz zombi mi?”
“Bildiğin dümdüz zombi,” dedi kadın. “Her seferinde daha büyük sürüler hâlinde geliyorlarmış. Ben sendikadaki arkadaşlarımdan duydum, onlar da sınırın dışındaki arkadaşlarından duymuş.”
Bıyıklı genç boru gibi sesiyle, “Sınırın dışındaki kimseye güven olmaz yalnız!” diye ufaktan bir gerginlik kattı havaya. Kadınla çok iyi anlaşabileceklerini sanmıyordum şimdiden. Neyse ki tezkereci er olaya el attı, bize susmamızı ve burada sessizce beklememizi söyledi, arkasına bakmadan döndü, gitti. Kontrol noktalarının her birinde olan, bu metal kapılardan özenle inşa edilmiş bir tanesinin önünde beklemek durumunda kaldık bir süre. On beş dakikalık bir sessizliğin ardından herkes huzursuzlanmaya başlamıştı. Amca imdadımıza yetişti.
“Yarım saate bırakırlar burayı,” dedi bize.
“Siz nereden biliyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Daha önce yine böyle caddeyi temizlemek için çıktıklarına şahit olmuştum,” dedi amca. “Oradan biliyorum.”
“Siz de duydunuz yani,” diye soru olmayan bir soru yönelttim adama.
“Neyi?”
“Zombileri.”
Amca bana baktı, ufak bir tebessüm yayıldı yüzüne, sonra omuz silkip önüne döndü. Sanki hiç kimsenin hiçbir şeyden haberi yokmuş da, her şeyi o biliyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde. Bana bakmadan, “Siz neden çıkmıştınız?” diye sordu.
“Su faturası ödeyecektim ben. Son günü, kesilirse büyük perişan oluruz.”
O sırada bıyıklı genç, metal kapının üstüne ellerini dayadı, aradaki açıklıktan dışarıyı görmeye çalıştı bir süre. Sonra elleriyle kapıyı takip ederek kenara geçti, sanki bu işin uzmanıymış gibi kapının menteşelerini inceledi, üstten dönen makaralara baktı, zincirleri kontrol etti, gözüne bir manivela kestirip iki eliyle tuttu ve vücudunun bütün ağırlığını vermeye başladı bir anda. Ikınmasının arasından, “Kimse kusura bakmasın ben bu siktirici yerde bir dakika daha duramam,” diye söylendi.
“Çocuk var!” dedim. “Yavaş!”
Kadın da o sırada ince kollarıyla bir çıkıntıya tutunmuş, duvardaki bir açıklıktan dışarıyı gözlüyordu. “Birileri var ileride,” dedi. “Galiba sokağı kapatmaya çalışıyorlar.”
O sırada amcanın bana yaklaştığını hissettim. Yumuşak bir sesle, “Şimdi sana bir soru soracağım,” dedi bana.
“Buyurun.”
“Şimdi sence bu virüs neden belli ırkları, belli bir cinsiyeti ve belli bir yaş grubunu daha çok etkiliyor?” diye sordu ve hafif bir tebessümle baktı yüzüme. Bir cevap alamayınca, “Hiç düşündün mü?” dedi, “bir düşünsene. Çalıştırsana kafayı,” diye ısrar etti. “Kim ayarlıyor bu kriterleri?”
“Kim?”
Başını iki yana salladı, güldü, önüne döndü.
“Bestekâr’a Sahra Hastanesi kurmuşlar,” diye araya girdi kadın. “Galiba oradan çıkan sürüyü engellemek istiyorlar burada. Oranın önü çoktan kapanmıştır, etraflarından dolansak hiç olmaz.”
Bıyıklı genç ise kendi planını kendine saklamış gibi manivelanın kenarlarına ayaklarını dayamış, kolu indirmek için vücudunu bir yukarı bir aşağı zıplatıp duruyordu.
“Ben anlamıyorum,” dedim. “Gerçekten zombilerden bahsediyor olamazsınız siz.”
“Kitapçının üstünde halkevi vardı,” dedi kadın. “En kötü oraya sığınırız.”
“Zombileri atlatabilirsen sığınırsın,” diye iğneledi bıyıklı genç onu. Maniveladan ümidi kesmiş artık kapının üstüne tırmanmaya çalışıyordu.
“Hâlâ zombi diyor ya!” diye üsteledim, sinir katsayım hızlı yükselmişti. “Zombi falan yok, hayal kurmayın, gerçeklerle yüzleşin artık!”
Üçü üç yerden acır gibi güldüler hâlime. Zombilerin gerçek olmadığını düşünen bir ben olamazdım. Bütün bunların bir şaka olup olmadığını düşünürken, “Şimdi hatırladım,” dedi kadın. Ümitle ona döndüm.
“Oradan Dikmen’e taşındılar,” dedi. “Aslında önce Yüzüncüyıl diye düşünmüşlerdi ama kirasını çok istemişler, Sokullu tarafında bir yer buldular. Halkevi işi yattı…”
Amcanın tekrar hareketlendiğini hissettim. Önce durumu onaylamadığını belirten birkaç ıslak cıklama sesi çıkardı ağzından, sonra tekrar yanıma yanaştı. Beni eliyle durdurdu, bir süre söyleyeceklerini düşündükten sonra, “Bak güzel kardeşim,” dedi, “ilim irfan bilen kardeşim. Bak aslan parçası! Bizi zamanında neden aşıladılar? Hepimize neden belli bir hayat şartını dayattılar? Aşısı olmayanları devlet daireleri de dahil hiçbir yere almadılar, bu programa girmeyenleri de birer birer avladılar. Öyle mi, değil mi? Bak güzel kardeşim, yazar ne diyor, kıtlıkta düşeni yemek kanundur diyor! Durum bundan ibaret işte.”
“Kurtlukta değil mi o?” diye seslendi bıyıklı genç, kapının üstündeki kirişe tutunmaya çalışırken. Çok uğraştığı manivelaya ayaklarını basmıştı şimdi.
“Nasıl?” diye sordu amca.
“Kurtlukta düşeni yemek kanundur değil miydi o söz?”
“Aynı şey,” dedi amca. “Kıtlık, kutluk, aynı şeyler bunlar. Kurtlar Vadisi’nde söylüyordu…”
“O söz asıl Kemal Tahir’in sözü,” diye karşılık verdi genç.
“Onu bilmiyorum,” dedi amca, “ben sadece ilk doksan yedi bölümü izledim…”
Gözcülük yapan kadın, “Geliyorlar!” diye bağırdı o sırada.
“Kim!” diye Cansu’ya sarıldım. “Kim geliyor! Zombiler mi! Kim!”
“Kırmızılı bunlar,” dedi kadın. “Halkevciler.”
Kafamı uzatıp kapının aralığından bakınca elinde kırmızı bir bayrak taşıyan maskeli bir adam gördüm. “Zombi geliyor koooş!” diye bağırdı adam, tek yumruğu havada, sisin içinden fırlayıp bir gaz konteynerini tekmeledi, koşup kapının yanına geldi. Arkasından diğer kırmızılılar takip etti onu. İçlerinden biri kapının önüne gelince, “Üç deyince!” diye bağırdı. “Zombiye karşı… Biiir, ikiii, üüüç!”
Birden yanı başımda bir bomba patlamış gibi sıçradım, hepsi bir ağızdan bağırmaya başladı, sloganlar havada uçuştu. “Zombiye karşı omuz omuza!” diyorlardı. Sonra birden aynı anda çömeldiler. İçlerinden birisi, “Deniz nerede! Deniz’e n’oldu?” diye bağırıyordu.
“Onu aldılar,” dedi biri.
“Yapma ya! Yapma şunu! Yapma işte!”
“Alırlar ağbi! Zombi bunlar hepsi zombi! Üç deyince… Katil zombi… Biiir ikiii üüüç!”
Tekrar hep bir ağızdan sloganlar attılar. Biri sprey boyayla YOLA GEL SOLA GEL yazıyordu arkada bir duvara. O sırada amca tekrar yanıma geldi, çok normal bir şeymiş gibi bir gaz maskesi bulup takmıştı yüzüne, belki de yanında taşıyordu. Boğuk sesiyle tam lafa girecekti ki durdurdum onu. “Ben anladım sizi!” dedim. “Tamam, gerçekten anladım! Durun artık!”
Hiçbir şey anlamadığımı düşünüyormuş gibi başını iki yana sallayıp usul usul güldü bana.
“Ben sana onu demeyecektim ki. Şu yaptığına yargısız infaz denir.”
“Ne diyecektiniz?”
“Faturanın son ödeme tarihini soracaktım.”
“Ne yapacaksınız faturanın son ödeme tarihini?”
Tekrar güldü. “Sular ödenmeyen faturanın son ödeme tarihinden on beş gün sonra kesilir diyecektim. Ama görüyorum ki hiçbir şey öğretememişiz biz size. Yazık!”
O sırada tekrar bir gürültü oldu, sisin arasından askerler girdi sokağa. Bıyıklı genç de aralarındaydı, kapının üstünden atlamış olmalıydı bir şekilde. “Zombiler!” diye bağırarak karşıdaki halkevcileri gösterdi. Kırmızılılar ile yeşilliler sokağın ortasında çarpışmaya başladılar bir anda. Kadın da kaybolmuştu, kargaşada göremedim onu.
Amca tekrar bana yaklaşıp bir şey söyleyecekti ki, “Yeter!” diye bağırdım. Fena bağırmıştım, kontrol noktasında içimde biriken öfkeyi kontrol edemiyordum artık. Birden herkesin bana döndüğünü hissettim, bütün zombiler kafalarını çevirip aynı anda baktılar bana. Cansu’nun bileğini bütün gücümle sıktığımı fark ettim o an. Gözlerini kocaman açmış, bana bakıyordu. Bir kez daha bağırdım. Tuhaf bir ses çıktı bu sefer boğazımdan.
İnsan, küçük kız kardeşi mutlu olsun diye türlü zahmete girebiliyor işte. O mutsuz olunca da çok öfkelenebiliyor, hem de çok… Belki iPod’unu aldığım ölü adam da bu yüzden ısırmıştı kolumdan, bilemiyorum şimdi. Onun ve kontrol noktasının akıbeti hatırımda birer muamma olarak kaldı.
Kasvet Ulu
Comments