top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Korkut Kabapalamut- Birkaç Santim Fazla

Bugün sokağa çıktım. Keşke çıkmasaydım. Tam zamanını bulmuşum. Dışarısı berbat. Öyle böyle değil. Hâlbuki ne zamandır günlük güneşlik, davetkârdı. O cânım havalarda miskince evde oturan, gece gündüz uyuyan ben, insanlarla zavallı sokak hayvanlarının canına kastetmiş havada yerimde duramıyorum. İllaki çıkacağım. Sanki başım göğe erecek, göğsüme madalya takacaklar. Oldum olası böyleyim. Tuhaf huylarıma gem vuramıyorum. Şeytan dürtüyor. “Kalk at kendini uçurumlara, sellere kapıl, bir kibrit çöpü gibi döne döne sürüklen, başını kayalıklara çarp, geber git!” diyor bana neredeyse. Ölümü güzelliyor utanmadan. “Hızlı yaşa, cesedin yakışıklı olsun,” diye fısıldıyor her iki kulağıma birden. Ben de hipnotize edilmiş gibi onun sözünden çıkamıyorum. Neredeyse çırılçıplak fırlayacağım sokağa. Vuruşmaya, can alıp vermeye susamış sabırsız cengâverler misali. Nerede şimdi benim kıyafetlerim, acaba bugün hangi montumu giysem? Öyle çeşit çeşit kabanım, parkam var mı ki benim? Unutur da oldum son zamanlarda.

Arabam bozulduğundan metro istasyonunda tren bekliyorum. Benden başka banklara tünemiş üç grup hâlinde sekiz on kadar yolcu adayı daha var. Üstleri başları benimki kadar düzgün sayılmaz biçarelerin. Hem de hiç. Hadi bakalım, bunu görünce iki santim kadar uzuyor mu boyum! Bir havalara giriyorum. Sanki göğsüm, pazularım da az bir şey şişiyor, sertleşiyor. “Ben onlar gibi değilim,” diyorum içimden, “daha akıllı, yetenekli, düzgün görünümlüyüm bir kere. Benim seviyeme yaklaşmak istiyorlarsa, en az kırkar fırın ekmek yemeliler.” Allah bilir doğru dürüst bir gerekçeleri de yoktur bu kışta kıyamette sokağa çıkmak için. Hâlbuki ben öyle miyim ya? Çıkmasam, çıldıracaktım. Çıktım ya, belki bugünlük olsun korumayı başarırım ruh ve akıl sağlığımı. Üstelik ilaçlarımı tam vaktinde, dozunda aldım, alıyorum. En güzel kabanımı, en pahalı ceketimin üzerine geçirdim. Gerçi biraz dar geldi, fermuar zor kapanıyor ama olsun. Dışarıdan bakınca o kadar da belli olmuyor sanki. Yalnız nefes almakta biraz güçlük çekiyorum.

Tren neredeyse bomboş. Her zamanki gibi sol koridor tarafından bir koltuk seçip yerleşiyorum. Dışarıyı izliyorum. Yağmurla fırtına iç içe geçmiş, ortalığın tozunu dumanını attırıyorlar. Oldukça soğuk. Saat bir civarı. Günlerden salı. Pazardan sonra en sevmediğim gün. Neden bilmem. Hiç düşünmedim. Belki fonetik olarak hoşlanmıyorum. Yoksa ne kabahati var? O da Tanrı’nın bir günü işte. Varsın salı olsun. Bana ne. Ben her gün, üç aşağı beş yukarı aynıyım zaten, çalışmayınca mecbur öyle. Yine de pazar günlerini oldum olası sevmem. Hatta nefret ederim. Özellikle de pazar öğleden sonralarını. Olmaz ya, günün birinde kendimi öldürürsem büyük ihtimalle bir pazar günü öğleden sonra olacak bu. Hatta biraz daha geç saatlerde. Hava tamamen kararmış, ses soluk kesilmiş. Sanki o zaman, artık katlanamadığım yaşlı varlığıma son vermek biraz daha kolay, zahmetsizce gerçekleşecek. Uzun süre ikilemde kalmayacağım. İşi nihayet başarıyla bitireceğim. İnsanlar ardımdan biraz daha az, biraz daha ölçülü ağlayacak.

Ne yapsın o da?” diyecekler, “başka gün olsa katiyen etmezdi böyle bir delilik. O melun saatlerin baş edilemez kasvetine sonunda yenik düştü garip. İstatistik bilimi de böyle olmasını gerektiriyordu zaten. Atlatabilse, en azından bir hafta daha rahat rahat yaşardı. Derin düşüncelerinden biraz daha istifade ederdik biz de, karanlığımızı sevinçle, her zamanki gibi cömertçe aydınlatırdı. Kısmet değilmiş. Gömelim gitsin öyleyse. Ölüyü bekletmek dinimizce günahtır. Acaba böylesi durumlarda hangi uğursuz numarayı çeviriyorduk?

Trenden inince acıktığımı fark ettim. Deli gibi kazınıyordu midem. Yolun karşısında bir zincir pizzacı şubesi gördüm. Böylesi mekânların pizzası hiç iyi olmaz. Ucuz ketçaba bulanmış plastikten, kartondan ayrımı yoktur tatlarının. Ama o kadar acıkmıştım ki hemen içeri dalıp orta boy karışık bir pizza söylemekten de alıkoyamadım kendimi.

Ne zaman hazır olur acaba?” diye kibarca da sordum hatta.

On beş dakika.” Uzun bir süre.

Mümkünse benimki biraz daha çabuk olsun. Artık paraya kıyıp ateşin altını biraz daha mı açarsanız, bir punduna getirip benden önce sipariş veren bir enayinin pizzasını bana mı servis edersiniz, ne yaparsınız orasını ben bilemem. On dakikaya yetiştirmeye çalışın,” dedim.

Şaşıran, böylesi münasebetsiz taleplere pek de alışık bulunmadığı yüz ifadesinden kolayca anlaşılan genç erkek garson, “Peki efendim,” deyip gitti. O tatsız tuzsuz, yavan pizzayı on beş dakikadan önce kesinlikle getirmeyecek. Hatta belki de inadına beş dakika daha geç ve soğuk servis edecek. Ben bilmez miyim? Kaçın kurasıyım? Sezgilerimde kolay kolay yanılmam. “Nasıl isterseniz efendim,” deyip bildiğini okuma konusunda garson milletinin eline kim su dökebilir şu dünyada? Bence hiç kimse.

Karnım da bir güzel doyunca, bir kitapçı-kafeye geçtim. Aradaki mesafe fazla olmadığı için yağmurdan pek etkilenmedim. Çok az ıslandım. Gelişigüzel birkaç kitap seçip şık, rahat, sokak manzaralı berjerlerden birine yerleştim. Bir isteğim olup olmadığını soran elemana, “Cam bardakta çay,” diye cevap verdim. “Birkaç da tatlı kurabiye. Neli olduğu önemli değil…” Ardından, rastgele seçtiğim kitapların arka kapaklarını dikkatle inceliyormuş gibi yaptım. Gerçekte aklımdan tamamen başka, kültür sanat ve edebiyatla alakasız şeyler geçiriyordum. Sonra, âni bir itkiyle oradan da kalkıp, iki sokak arkadaki uzun ve popüler bir caddeye doğru süratle yürümeye başladım.

Cadde, olumsuz hava koşullarına karşın oldukça kalabalıktı. Renkli, farklı boyut ve şekillerdeki, kimi yavaş kimi hızlı hızlı ilerleyen şemsiyelerin arasından keyifle yürüyerek, yer yer slalom yaparak bir kahveciye girdim. Bu keyif de nereden gelmişti bana durup dururken? Hiçbir fikrim yok. Boyum bir santim daha uzadı sanki, göğüs kafesim genişleyip güçlendi, bakışlarıma bir özgüven, bir ne istediğini bilirlik pırıltısı gelip yerleşti. Kafe kalabalıktı. Tuvalete yakın noktada, tek kişilik boş bir masa zor buldum. Orayı da başkasına kaptırmamak endişesiyle kafamdaki bereyi çıkarıp rezerve anlamında masanın tam ortasına özenle bıraktım. Ardından, uzunca kuyruğun en sonundaki yerimi aldım. Önümde en azından on beş kişi vardı. Masalarda, genellikle gençten ikişer üçer kişi oturmuş coşkuyla sohbet ediyor ya da başları önde, son model telefonlarını kurcalıyordu. Öyle olunca biraz keyfim kaçtı tabii hemen, yüzüm düştü. Ben tek başımaydım zira. Bir partnerden, bana eşlik edecek hemcinsim olan bir arkadaştan dahi yoksundum. Birdenbire kısalıp ufaldım bekleneceği üzere. Hem de en az beş santim. Gözlerimdeki o kararlılıktan, vahşi hayvan parıltısından iz bile kalmadı. Savunmasız, neredeyse küçük bir çocuk gibi korunmaya muhtaç bir durumdaydım şimdi. Kendimi, ortama göre son derece yaşlı hissediyordum fazladan da. Acaba sıra bana geldiğinde kasiyerle iletişim kurabilecek miydim? Fincanda cafe latte istediğimi, onun duyabileceği asgari desibel değerindeki bir sesle ifade edebilecek miydim? Kendimde o gücü bulabilecek miydim? İnsanlara rezil olmak istemiyorsam bir an evvel toparlanmam lazımdı. O sırada telefonum çaldı belli belirsiz. Bir arkadaşım arıyordu. Tam da ihtiyacım olan türden, tam da zamanında uzatılmış bir yardım eli!

Henüz telefonu açmadan önce bile, yine o eski, mükemmel ebatlarıma ve yüksek moral seviyeme pat diye, kimse fark etmeden geri döndüm. Girdiği çok kritik bir sınavı kazandığını yeni haber alan bir öğrenci gibi havalara sıçrayasım, bu mutluluğu sıradaki diğer genç kahve tiryakileri ile paylaşasım geldi. Tüm bunları hisseder ve düşünürken telefonu açmayı unutmuşum. Ama umurumda değildi tabii. Beni kimin, ne için aradığının önemi yoktu hiç. Zaten arayan çok da önemsediğim biri sayılmazdı. Acelesi yoktu benim açımdan kendisiyle görüşmenin. Muhtemelen öylesine, hatır sormak, havadan sudan konuşmak, dertleşmek için aramıştı beni. Birkaç saat ya da gün bekleyebilirdi. Bir ara kendisine geri dönerdim belki. O esnada önemli olan tek şey, beni tam da doğru anda araması, kendimi unutulmuş, yok sayılmış, tümüyle kıymetsiz hissetmeme, küçüldükçe küçülmeme engel olmasıydı…

Kasada sıra bana gelince, hiçbir iletişim kazası yaşamadan siparişimi verdim, birkaç dakika sonra kahvemi alıp minik, tuvalet manzaralı masama keyifle yerleştim. Boyum, gerçekte olduğundan en az iki üç santim daha uzunmuş gibi geliyordu o anda bana. Muhtemelen gerçekten de öyleydi. Ama ölçmeye hiç niyetim yoktu doğrusu. Kendimi nasıl hissettiğimdi önemli olan tek şey.


Korkut Kabapalamut

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page