Şövalye, emekliye ayrıldığını bildiren valilik tebligatını üst üste üç kez, dikkatle okudu. Yine de okuduklarını doğru anladığına inanmakta zorlandı. Acaba kâbus mu görüyorum diye, başına gelen felaketin gerçekliğinden içtenlikle şüphelendi. Kendini canı yanacak derecede üst üste birkaç defa çimdikledi. Sonucun değişmediğini görünce derin bir karamsarlığa kapıldı. Doğrusu böyle bir şey beklemiyordu. Henüz genç sayılırdı. Önünde muhtemelen otuz küsur yıllık bir gelecek uzanıyordu. Bunun en azından ilk on yıllık diliminde mesleğini başarıyla icra etmeyi rahatlıkla sürdürebilirdi. Ama en büyük mülki amir ya da onu yoldan çıkaran alçak danışmanları pek de böyle düşünmüyordu anlaşılan.
Karara, tam bir kararlılıkla itiraz etmek üzere vakit kaybetmeden emektar atına atlayıp valilik binasının kapısına bir alacaklı edasıyla dayandı. Girişte bekleyen görevliye kendisinin kentin son, biricik şövalyesi olduğunu, eğer müsaitse vali hazretleriyle tüm toplumu ilgilendiren hayati bir konuyu derhal görüşmek arzusunda, daha doğrusu mecburiyetinde olduğunu söyledi. Epeydir atlı birini görmeyen görevli, zırhlar içindeki bu tuhaf şahsa ve dileğine elinde olmaksızın ikinci ve üçüncü kez ayrı ayrı hayret ettikten sonra, bunun söz konusu bile olamayacağını şövalyeye kaba, aynı derecede de kati bir dille bildirdi. Öncelikle onun da herkes gibi valilik santralini arayıp ilgili birimden randevu alması gerekiyordu. Şövalye olması, onu bu prosedüre uyma zorunluluğundan muaf kılmazdı. Ama şunu da dikkate almalıydı ki vali öyle her önüne gelene randevu falan da veremezdi. O yüzden boşuna uğraşmamasını tavsiye etti muhatabına iyi niyetle. Vali çok meşgul, ciddi, biraz da huysuz, sinirli bir adamdı. Ona kalırsa olacak iş değildi ya milyonda bir ihtimalle sırf nezâketen randevu verecek olsa bile ancak aylar, belki de yıllar sonrası için mümkündü bu. O gün geldiğinde de yüzde bir milyon ihtimalle, yalandan bir bahaneyle iptal edilirdi. Ya da zaten vali hazretleri çoktan değişmiş olurdu. Görevlinin sözlerini öfke ve şaşkınlık duyguları eşliğinde işiten, kendini başından aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi hisseden şövalye bu kaba, saygısız elemana yanıt vermeye tenezzül dahi etmeden, yularını sertçe çekerek atını gerisin geri çevirip en yakın meyhaneye yöneldi. Sıradan bir kapı görevlisiyle polemiğe girmek onun gibi kıdemli bir şövalyeye hiç yakışmazdı ne de olsa. Ona hak etmediği bu yüksek payeyi verecek değildi. Validen ya da yardımcısından daha aşağı konumda biriyle muhatap olamazdı. Sonuçta, nereden bakarsan bak otuz yıllık şövalyeydi. Halk arasında kendince bir ünü, yüksek bir statüsü vardı. En azından öyle olmalıydı. Bu daha dünkü çocuk kim oluyordu da ona akıl vermeye, yol yordam öğretmeye kalkışıyordu? Terbiyesizliğe de bakındı siz. Dünyanın sonu mu gelmişti ne! Ayaklar baş, başlarsa kıç olmuştu bir süredir anlaşılan.
Erken bir saat olmasına karşın, meyhane yarı yarıya doluydu. Bu duruma şaşıran şövalye bir şişe kırmızı şarapla karışık çerez ısmarladı. Henüz şişeyi yarılamamıştı ki üç eski meslektaşının meyhaneye girdiğini sevinçle fark etti. Gruba derhal seslenip coşkuyla kendilerini masasına davet etti. Eski şövalyeler onu orada görmekten pek bir memnun oldular, zira evvelden defalarca davet etmelerine rağmen mesleklerinin bu son, en kıdemli ve namlı temsilcisini oraya gelmeye bir türlü ikna edememişlerdi. İlk birkaç dakika karşılıklı hal hatır sorma faslıyla geçtikten sonra şövalye sadede geldi. Orada, o erken saatte bulunmasının nedenini, yıpranmış sinirlerine hâkim olamadan, sınırsız bir öfkeyle, hayli de yüksek bir ses tonuyla arkadaşlarıyla paylaştı. Onların da kendisi gibi öfkeden çılgına döneceklerini, kendilerini de dolaylı yoldan hakarete uğramış sayacaklarını, hatta kendilerini tutamayıp dangalak valiyle liyakatsiz danışmanlarına küfredip ileneceklerini düşünmüştü ama hiç de umduğu gibi olmadı yazık ki. Zaten onlar da bu kaçınılmaz sonu vakti zamanında öngördükleri için şövalyelikten istifa etmişler, başka, çok daha kazançlı mesleklere yönelmişlerdi ya. Yine de onun adına üzgünlerdi tabii. Mesleğine ne derece düşkün, bağlı olduğunu biliyorlardı ama öte yandan başa gelen de çekilirdi tabiri caizse. Şeriatın kestiği parmak acımazdı. Kendini bu kadar harap etmesine kesinlikle gerek yoktu. Bundan böyle ister emekli ikramiyesi ve maaşıyla yetinir, isterse de bunun için yazık ki biraz geç kalmış olmakla birlikte kendileri gibi daha kârlı, günümüz gerçekliğine daha uygun işlere atılabilirdi. Gerekirse ona maddi manevi, her türlü destek çıkarlardı hiç yüksünmeden. Dostluk, arkadaşlık daha ölmemişti ya. Dünyanın sonu değildi emeklilik. Hatta belki de yepyeni bir fırsattı onun adına. Tamam, şövalyelik de bir zamanlar iyiydi, hoştu, saygın bir uğraş, on numara meslekti ama artık miadını çoktan doldurmuştu. Bu açıdan, doğrusunu söylemek gerekirse çok da şaşırtıcı, mantıksız, beklenmedik bir hamle değildi valiliğin kararı.
Bu sözleri dehşet duygusu eşliğinde, kulaklarına inanamadan, acaba bu zirzoplar bana şaka mı ediyorlar umuduyla işiten şövalye, böylelikle o günkü ikinci büyük şokunu da yaşadıktan sonra derhal hesabı istedi, ödemesini takiben birer hain olduklarını düşündüğü eski arkadaşlarına tek bir kelime dahi etmeden, suratlarına bile bakmadan masadan öfkeyle kalktı, atına atlayıp evine döndü. Yazıklar olsun diye tekrarlıyordu içinden yolda sürekli. Utanmazlar, ahlaksızlar, kendini bilmezler. Sıfatlarına tükürdüklerim. Karakter yoksunları.
Zırhlarından soyunup yatağına uzandıktan sonra o eski, güzel günleri düşünmeye başladı kendiliğinden, yarı hüzün yarı neşeyle. Özellikle de meslekteki ilk yıllarını. İki sene kadar çıraklık ettikten sonra kazanmıştı her daim sonsuz bir gurur duyduğu unvanını. O iki senede feyz aldığı, peşlerinden bir an olsun ayrılmadığı, zorlu mesleği öğrenmek adına aralıksız bir dikkatle gözlemlediği, küçük birer tanrıymışlar gibi tapındığı büyük ustalarını, onların dillere destan başarılarıyla kahramanlıklarını düşündü uzun uzun. Gerçekten de mesleğin hakkını fazlasıyla veren, her biri efsaneleşmiş, adlarına türküler yakılmış, işlerinin eri, hem şakacı, güler yüzlü hem de yeri geldiğinde korkunç, bir sebeple öfkelendiklerinde, sabırları taşırıldığında kellenizi bir kılıç darbesiyle uçurabilecekleri endişesiyle yanlarına bile yaklaşamayacağınız türden acayip, iri yarı, tekinsiz adamlardı bunlar. Kendisi de günün birinde onlardan biri olmayı hayal ederdi çocukluğundan beri, zira başarılı olacağının hiçbir garantisi de yoktu öte yandan. Çırakların sadece onda biri bu asil ve zorlu mesleğe uygun görülür, gerisi eğitimin değişik aşamalarında elenir giderlerdi. Başarının sırrı azim, çok istemek, gece gündüz yakınmadan, ustalara tam bir bağlılıkla, asla yakınmaksızın çalışmak, mutlak, sınırsız bir gözü karalık, özellikle kadınlara karşı nezâket, doğal, içten gelen bir centilmenlik sergileyebilmekti. Kendisinde bu meziyetlerin olup olmadığını bilmiyordu başlangıçta. İki yıl boyunca sınayıp görecekti.
Ustalarının oybirliğiyle şövalyeliğe layık görüldüğü o muhteşem gün dünyalar onun olmuştu. O günü asla unutmayacak, hatta her yıl kutlayacaktı. Sözünde durdu da. Otuz yıl boyunca bir kez bile kutlamayı ihmal etmedi hayattaki bu en büyük başarısını. Bazen tek başına bazen de sevdikleriyle. Zaten bir şövalyenin sözünü tutmaması gibi bir şey de düşünülemezdi bile. Hukukçuların deyişiyle, eşyanın doğasına, hayatın olağan akışına aykırı bir tutum olurdu bu.
Mesleğini otuz yıl boyunca başarıyla icra ettikten, türlü serüvenler, acı tatlı olaylar, irili ufaklı zaferler, felaketler, kazanç ve kayıplar yaşadıktan sonra geldiği nokta işte ancak buydu. Valiliğin kapısından, bir dünkü çocuk, bir yerden bitme tarafından neredeyse azarlanarak, açıkça hor görülerek kovulmuştu. Bir zamanlar sırt sırta savaştığı, kardeş bellediği arkadaşlarının toplu ihanetine uğramıştı. Şövalyelerin evlenmesi yasak olduğundan onu teselli edecek bir eşle çocuklardan da yoksundu. Olanlara inanmakta hâlâ zorlanıyordu. Valilik, kendisine kuru bir tebligat yollamak yerine küçük bir tören ya da kokteyl parti düzenleyerek kıytırıktan da olsa bir plaket verebilirdi en azından. Sayısız hizmetlerinden dolayı kendisine teşekkür edilebilir, gösterdiği yararlıklardan, kahramanlıklardan dolayı kent halkının kendisine olan minnettarlığından kısaca söz edilebilirdi. Tabii kendisi, bütün o fedakârlıkları bunun için sergilememişti ama sonuçta o da herkes gibi bir insandı ve çabalarından, emsalsiz adanmışlığından ötürü az da olsa övülmek, taltif edilmek de en doğal hakkıydı. Devletin bu derece yozlaşması, kadir kıymet bilmezliği bir şövalye olarak onu çok üzmüştü. Kendi adına değil, kentiyle yurdu adına kahroluyor, acı çekiyor, endişeleniyordu daha ziyade. Görevi başındaki şövalyelerin olmadığı, emekli şövalyelerinse âdeta aşağılandığı, adam sırasına bile konulmadığı bir hayat ne derece güvenli ya da ne kadar yaşanmaya değer olabilirdi ki? Ona göre asıl sorulması, yanıtlanması gereken soru tam da buydu işte.
Korkut Kabapalamut
Comments