Otuz yıllık apartman içerisinde, iki artı bir diye isimlendirilen evden bozma işyeri. Mutfağın oturma odaya bakan tarafındaki duvar kırılarak modern hale getirilmeye çalışılan sözüm ona ofis. Aynı odada, göt göte dizilmiş beş masanın başında insanlar. Bakara suresi 216. ayetin tablosu. İşimin sıradanlığı her zaman mutlu etmiştir beni. Bu ufak ofis içerisinde mesai arkadaşlarımla sohbet etmeyi, onlarla kahve içip dertleşmeyi, dertlerine yardımcı olmayı seviyorum. Mesela, tatile gidecek olan arkadaşımın köpeğine baktım bir hafta boyunca. Onun sunduğu teşekkür yetiyor bana. Hem insan başka ne isteyebilir ki bu hayattan? Son model bir araba, şehrin en güzel yerinden bir villa, fiziğiyle herkesi etkileyen bir kadın pekâlâ istenebilir aslında. Ben istemiyorum ama. İstiyorum da isteyemiyorum işte!
Bugün erken çıkacağım. On beş yıllık iş hayatımda ilk defa erken çıkacağım. Umarım arkadaşlarım yanlış anlamazlar beni lakin çok önemli benim için. Uzun zamandan beri sosyal medyadan sohbet ettiğim kadınla buluşacağım. Hazırlanmam lazım. Kimsenin de umurunda olmaz zaten. İşleri düştüğünde hatırlanan biri ne kadar umurlarında olabilir ki? Hazırlanacağım! Hazırlanmaktan kastım; bugün evden çıkarken yanıma temiz gömlek alacak ve pantolonumu üzerime giyecek, saçlarımı tarayacak ve bir iki parfüm sıkmaktan öteye gitmeyeceğim. Ne yapacağımı bilmeme rağmen yapmayanlardan biriyim aslında. O gün de aynısı olacak. Mesaim 17.30’da bitecek. 17.00’de işten ayrılacağım.
“Herkese iyi günler arkadaşlar, ben çıkıyorum.”
Bu restorana bayılacağına eminim. Gösterişli tabeladan uzak, yetmişlerden kalma camekân, içerisi tarih kokan, harika bir mekân. Duvarlarda yağlı boya tablolar, tavandan aşağıya doğru sarkan avizeler, birbirine samimiyetle yaklaştırılmış masalar ve itinayla hazırlanmış sofralar. Tek kelime ile “kusursuz.” Sabun yapılması gereken insanların son durağı burası. Duvarında lanetli çocuk “Çiko”nun yer aldığı klişeler serüveni ve daha fazla para kazanmak adına tren olmuş masalar. Sadelik ayağına, hiçbir şey yapılmayan sofralar. Yirmi sekiz yaşında kadını getirebileceğiniz mükemmel sıçış anısının merkezi. Kapıdan içeriye adım atması ile birlikte yüzündeki hoşnutsuz ifadesiyle, dalgalı saçlarını geriye attı Şule. Bakımlı elleri belirdi. Makyajlı suratıyla, “Ben buradayım,” diyordu. Takma kirpikleri ve rimelli gözleriyle beni aradı. Masaları gezen gözlerindeki hoşnutsuzluk, beni gördüğünde daha da arttı. Derin, siyah gözleriyle beni büyüledi. Canlı olarak görmek, heyecanlandırdı beni. Zifir saçlarının dalgası, yaklaştıkça burnuma gelen güzel koku alıp götürdü. Hemen kalktım yerimden, “Hoş Geldin,” dedim tatlı tebessümle birlikte. Montunu aldım. Sandalyesini çektim. Oturmasına yardım ettim. Sevdiği şaraptan söyledim. En pahalısından. Yemek öncesi birer kadeh. Tam bir beyefendi oldum.
Tam bir beyefendi! Bakar kör olarak tarihe geçtim. Şule’nin bana olan bakışlarında ezildim. Küçüldüm. Sıradanlaştım. En pahalısından dediğim şarap, maaşıma göre öyleydi. Şule’nin sevdiği şarap da o değildi zaten. Garson desen esnaf lokantasından hallice, “Ne vereyim abime,” jargonuyla karşıladı. Yemekler geldi. Şule’nin suratı daha da asıldı. Sohbet ilerledi. Şule’nin canı sıkıldı. Tatlılar geldi. Şule’ye de gına geldi. Dayanamadı. “Şule, buradan çıktıktan sonra seni bir yere götürmek istiyorum. Gelir misin?” dedim. Yemeğin başından beri Şule’nin bakışları ve kokusu beni mest etti. Bu cümleyi bile nasıl kurduğumu anlamadım. Anlık cesaretle çıktı ağzımdan. Böylesine harika bir kadının karşısında durmak kolay değil. Beyaz teni, dolgun dudakları, narin elleri, elbisesinden dışarıya doğru taşan göğüsleri, kibar hareketleri. Hayallerimin kadınıydı Şule. “Deniz, geçe kalmayacaksak olur,” dedi. Ailesi çok geçe kalmasını istemiyormuş. Ne tatlı bir kadın. Ya ne tatlı bir kadın. Ayaküstü on kişiyi ayartır, her biri ile aynı saatte buluşur, kimsenin de kimseden haberi olmayan cinsinden, ne harika bir kadın Şule!
Kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda gelirdim buraya. Yalova’nın en tepelerinde, arabayla en az kırk dakika sürerdi. Bütün Yalova ayaklarımın altında kalırdı. Işık hüzmeleri arasında kaybolurdu insanlar. Ağaçlar arasında saklı bahçe. Kimsenin gelmeye cesaret edemediği, Allah’ın bile unuttuğu tek ortak yer. Şule korktu tabii. Bu saatte böyle bir yere gelmek. Hem de ilk tanıştığı bir adamla. Şule’ye göre adam demeye bin şahit lazımdı ya neyse. Zaten o cesaretle geldi buraya. Şule’ye bir karınca mesafesinde, ona bakmaya utanarak konuştum.
“Bak Şule, ne harika bir manzara değil mi?”
Narin ve titreyen sesiyle bana cevap verdiğinde, üşüdüğünü anladım. Haklıydı. Bu saatlerde burası her zaman eserdi. Ancak manzara her şeye değerdi. Kafamı toparlamak için gelirdim buraya. Manzaraya karşı sohbet eder, kavga eder ve rahatlardım. Şule’yi de ondan getirdim. Ona özelimi göstermek, değer verdiğimi anlamasını sağlamak, sonsuz yaşamımda yeri olduğunu söylemek için.
Her zaman gelmezdim. Kendimi yalnız hissettiğimde gelirdim, o da annemin ellerinin bedenimde son kez gezdiğinde, ellerime akan kırmızı gözyaşları aklıma geldiğinde. O zamanlar cesaret edebiliyordum konuşmaya ve ancak o zamanlarda kavga edebiliyordum kendimle. Şule, erkeksi duyguların açığa çıktığı ayin hikâyelerinin kurbanıydı sadece. Ensesine vurduğum sert darbeyle bayıldı. Hiç heyecanlanmadım. İşimi biliyordum, annemden öğrenmiştim. Yavaşça soydum Şule’yi. Narin bedeni, karanlığa rağmen kendini belli ediyordu. Ellerimi, vücudunda gezdirdim. Şefkatli davranıyordum. Yutkunuyordum. Göz kapaklarını kırpmıyordu. Şule gibilere neden şefkatli yaklaştığımı aklım almıyordu. İnsanları kullanmayı seven, herkese tepeden bakan, kendilerini bir bok zanneden, baba parası yiyen parazitlerden hiçbir farkları yoktu.
“Neden Şule, neden? Restorana ilk girdiğinden beri suratını astın bana. Böcekmişim gibi baktın. Benden kaçmak için yemeği bile hızlı hızlı yedin. Kalbinde kalan o iyilik kırıntısı ve bana olan acıman getirdi seni buraya. Beni duyduğunu biliyorum ve beni hissettiğini de. Özür dilerim senden,” dedim. Restoranda olduğu gibi tüm beyefendiliğimle davrandım. Tüm vücudunda gezdirdim ellerimi. Dolgun dudaklarına dokundum önce, sonra beni karşılayan göğüslerini okşadım. Bembeyaz teniyle parlıyordu. Sessizken çok daha güzeldi Şule. Boğazıma dolan tükürüğü sürekli yuttum. Kalp atışım her zamankinden daha fazla arttı. Her dokunuşumda, “Bu sefer yapabilirsin! Bu sefer yapabilirsin!” dedim. Sonunda kendimi dinledim. Hak edene hak ettiği gibi davranması gerektiğini öğrendim. Birkaç kere kadınım yaptım Şule’yi. Ayılmasına yakın ince, orospu boynunu kırdım. Bu sefer umursamadım. Vicdanım zerre sızlamadı. Geldiğim yoldan evime gittim. Elbiselerimi çıkarttım. Patronumu aradım. Gelmeyeceğimi söyledim. Banyoya girdim. Suyun altında bütün kirlerimden kurtuldum.
Kubilay Özer
Comments