Doğal yaşamda her şey erkenden olgunlaşıyor; domatesler, salatalıklar, elmalar, çocuklar, kızlar, insanlar. Tek göz odada yere serilen yorganların üzerinde sabahı etmeyi özlemişim. Anne işi yorganın tatlı ağırlığının altından çıkmak zor. Sıcak kuzine sobanın yanında uyuyan Kartopu’mdan farklı değilim aslında. Ben şanslıyım, annem yanımda. Kartopu’nun annesi onu terk etti. Soğuk bir kış günü kapının önünde ağlarken buldum onu. Nasıl da güzel bakıyor annem. Gözlerinde hâlâ o eski, ağlayan, sümüğü akan, sürekli eve hayvanlar getiren çocuktan farkım yok, biliyorum.
“Ne o, şehirli avratlar sana huzur vermiyor sanırım? Baksana hâlâ yatıyorsun buralarda.” Her anne gibi ince ince işlenen evlilik talebinin içine gizlenmiş, ‘Bu köyden evlen oğlum, daha rahat edersin,’ cümlesi.
Annemin huzur veren konuşmasının büyüsünde kalkıyorum yataktan. Yorganı güzelce dürüyorum, bizim kazların yolunmuş tüylerinden yapılma yastığı atıyorum üzerine. Pencereye vuran karların hemen gerisinde arkadaşım Mao var. Şimdi on iki yaşındadır herhalde. Bildim bileli sever karla oynamayı. Üzerinde yuvarlanmayı, çukur kazmayı, içinde yatmayı, bir de benimle oynamayı. Bu topraklar beni acıktırıyor, hem de fazlasıyla. Kahvaltının mis gibi koktuğunu unutmuşum. Organik yaşam masallarının içinden kurtulup buraya gelmek. Beyaz sabun kokulu pantolonum ve gömleğimin vücudumu sarışında yaşadığım ayrı huzur; değişiyorum, yumuşuyorum, doğallaşıyorum.
Anımsadığım kadarıyla, Rıza Hoca’nın kızı Hazal şimdi on sekiz oldu. Ben yirmi dokuz. On bir yaş. O köyde büyüdü, ben onun şimdiki yaşında çıktım buralardan, dönmemek üzere. Ben ve Hazal. Annem sürekli ima edip duruyor onu ama bilemiyorum. Köydeki hayvanların hastalığı ile ilgilenmem lazım. İdari amirimiz belli. Muhtarla konuşma vakti. Demir kapıdan, tahta kapıya geçişin ellerimdeki yabancılığı, yüzüme vuran rüzgârın soğukluğu, her adımımda ardımda bıraktığım izlerin rüzgâra teslim oluşu... Patikalar, yaprakları dökülmüş ağaçlar, yem bulmaya çalışan kuşlar, evlerin tepesine tünemiş minik bacalardan çıkan dumanlar.
“Hasan! Hasan, sen misin?”
“Benim Muhtar Amca. Hasan! Muhtar Amca, hâlâ şu merdivenleri yaptırmamışsın.”
Sol kaşımı yarmıştı bu merdivenler. Muhtar’ın oğlu Süleyman ile hiç anlaşamazdık. Köydeki tek erkek akranımdı ama bir türlü anlaşamıyorduk. Geçmiş zaman, birlikte top koştururken mızıkçılık yapmış, topu kaptığı gibi kaçmıştı. Tabi ben de peşinden, onu yakalamaya. Şu merdivenleri ikişer ikişer atladığında anlamam lazımdı aslında ancak çocukluk işte. Bastığım gibi taş yerinden kaymış, kafamın izi taşta yer etmişti. Annem ne de çok korkmuştu. Korkusundan bir de ondan dayak yemiştim. Muhtar özür dilemek adına bana kedi almıştı. Bilirdi hayvanları sevdiğimi. İlk kedim, Mızmız… Ölümü kötüydü. Süleyman da çok istedi bir kedi ama babası almadı, o cezalıydı çünkü. Onun cezasını da bizim Mızmız çekti. Köyün deresinde, Süleyman’ın ellerinde öldü. Çok uğraştım kurtarmaya, ne yaptığımı bilmeden çabaladım. Şimdiki hayatımın adımları atıldı o an herhalde. Uzun zaman oldu. Süleyman şimdi ne yapıyor acaba?
“Hasan, kocaman olmuşsun. Mektepli olmuş da şimdi köyüne yardım etmeye mi geliyorsun? Ah! Ahhh!”
Bu iç çekişi iyi bilirim. Hiç değişmemiş. İnsanlar burada çabuk olgunlaşıyor da kolay kolay değişemiyor galiba.
“Hasan’ım, köyün ineklerinin hepsinde aynı sorun var. Memeleri kızarık, şiş. Dokundun mu da sıcaklık var hep. Zaten gariplerin memesine dokunduğun an da böğürüyorlar, belli ki ağrıları da var. Sütleri desen bulanık, çamur gibi. Ben demiştim ama benim inekte bu belirtiler başladığında bu diğer ineklerde de olacak demiştim. Herkesi de topladım. Erkenden baytar getirelim dedim.”
Mahcubiyetle bakıyor Muhtar bana, ‘baytar’, kelimesine kızıp kızmadığımı anlamak istiyor. Hafifçe tebessüm ediyor, elimi sırtına atıyorum. Yaşlanmış, omuzları çökmüş.
“Baytarız tabii ki Muhtar Amca, neyiz?”
“Kimse dinlemedi beni, para toplayıp çağıramadık kimseyi. Sonra durum bu işte.”
“Hallederiz evelallah.”
Düşündüğüm gibi her şey. İnsanlar, ağaçlar, patikalar, evler, köy ve tabi ki de hastalık. Muhtar, Süleyman’ın inekler bunlar dese de benim için Muhtar’ın inekleri hepsi. Önce onlara bakmaya gidiyoruz; Ceylan ile Kara’ya. Memeleri iltihaplanmış hep. Sonra Rıza Hocaların Sarı Kız’a… Hazal da var. Güzel kız. Orhan Kemal’in Cemilesi gibi. Bembeyaz ten, al yanaklar, narin dudaklar ve köy güzeli eller…
“Muhtar Amca, korkulacak bir şey yok. Tahlil yapacağız bunlara, sonra tedaviye başlayacağız. Merhemler, bakımlar, antibiyotikler falan derken hepsi iyileşir Allah’ın izniyle. Azıcık zaman lazım o kadar. Ancak, bu ahırların bakımını yapmanız lazım. Ahırlar berbat halde. Bu iş de Muhtar olarak sana düşüyor, bilesin.”
“Tamam, oğlum. Hallederiz. Sen ne zaman başlarsın?”
“Ceylan ve Kara’yla başlayalım, sonra da Rıza Hoca’nın Sarı Kıza bakarız. Öyle öyle devam ederiz. Olur biter.”
Her şey erken olgunlaşıyor ama zaman yavaş ilerliyor burada. Tuhaf. Sihir gibi. Hiç kimsenin hiçbir şeye acelesi yok. Ağır adımlar, ağır konuşmalar. İnsanın acelesinin olmaması ne güzel. Her tedavi sırasında da Rıza Hoca’nın Hazal ile göz göze gelmelerimiz. El sıkışmak yok, selam vermek yok, konuşmak asla. Bakışmak serbest. Anlamsız hareketlerin gönlümde bıraktığı tat ise tarifsiz. Ne kadar kaçarsan kaç, toprağı çekiyor insanı. Toprak, sabırlı ve sakin.
Düşündüğümden uzun kaldım buralarda. On gün için geldiğim köyde on beş günü devirdim. Telefonum susmuyor, çektiği kadar tabii. Yalova’da da müşterilerim var; evim var, kedim var, arkadaşlarım var, belki bir de sevgilim var. Belirsiz. Orada da bir hayatım var işte. Rota on gündür belli, önce Muhtar sonra Rıza Hoca sonra Keriman Nine… İki güne dönerim.
“Rıza Hoca yok mu Hazal?”
“Yok, bana tembih etti. Sen gelecekmişsin. Bir şey lazım olursa ben yardım edecekmişim. Annem de yukarda zaten.”
Hazal’ın heyecandan titreyen sesi ve kalbimin atışı. Anlam veremediğim bir duygu hali. Garip. Hazal bütün yolu kendince bir acemilikle açıyor da ben neredeyim?
“Sarı Kız çok güzel. Yaşı genç ama olgun. Gebe düve olur. Beğendim doğrusu. Sen de çok seviyorsun sanırım?”
Kafası yerde, pembe yemenisiyle bakıyor bana. Konuşmasına utangaçlık da katılıyor. “Sevmem mi hiç. İlk gördüğümde sevdim hem de. Annem bile dedi. Ondan daha iyisini bulamazmışız bu köyde.”
“Ben de…”
Sözlerimi tamamlayamadan, ahırın giriş kapısının hemen ardında odunlar devriliyor. Korkuyoruz. Çilli’nin kapıda belirmesiyle rahatlıyorum ancak Hazal hızlı adımlarla çıkıyor kapıdan. Tahta, korunaksız merdivenlerden hızla çıkarak annesinin yanına gidiyor Konuştuk mu? Anlaşabildik mi? Çözemiyorum. Bu topraklarda zor, diyorum. İçim sıkılıyor. Sarı Kız’ın iğnesini yapıyorum. Böğürüyor. Canı yanıyor.
Rıza Hocalardan çıktığımda görüyorum ilk defa Süleyman’ı. Ahır kapısından çıkıp, bahçeden yola adım attığımda sert bir omuz vuruyor. Yere düşmemek için ağaç dallarından yapılmış çiti tutuyorum. Omuzları genişlemiş, boy desen o biçim, saçlar yele, sırtı kocaman duvar lakin zekâ yine bildiğimiz Süleyman. Hoyrat ve asi. Sırıtıyor. Kendince selamlaması işte, ne diyeyim? Sesimi, bağırmak ve sesli konuşmak arasında ayarlayıp “Keriman Nine, nasılsın bugün? Senin kızlara iğne yapacağım. Ağlarlarsa kızma bana sakın, iyi etmek için yapacağım,” diyorum.
“Yavrum, Hasan’ım! Sen onları iyi et de, azıcık ağlasınlar. Nicedir, gözlerindeki yaşlar durulmuyordu. Senden sonra azaldı o yaşlar. Bugün de iyilikleri için ağlasınlar.”
Keriman ninem benim, salçalı ekmek durağımız. Salçalı ekmek ve bir tas ılık sütün en kaliteli olduğu yer. Ayaklar daha yavaş, ayaklara yardım eden tın tın ilerleyen biçimsiz baston ve sürekli ara vermeler. Toprak gerçekten sabırlı. Ninemin kızları çok ağlamasın diye şefkatle yaklaşıyorum onlara. Seviyorum, okşuyorum. Ninem de çocukları gibi seviyor zaten onları. Gibisi fazla. Çocukları onlar.
“Allah, Tövbe Bismillah… Allah iyiliğinizi versin sizin. Köyün içinde silah patlatılır mı? Ölecektim!”
Yakından gelen iki el silah sesi duyuluyor. Köyün içinde sesi yankılanırken, etrafta bulunan hayvanların hepsi başka yerlere kaçışıyor. Korku her canlı için aynı işte. Ölmeme hissi. Yaşamak. Sonsuza kadar yaşamak.
“Hasan Abi! Hasan Abi! Hasan Abi!” Bana doğru koşan bizim yan komşunun oğlu İbrahim. Minik güçlü bacakları, küçük ama maharetli elleriyle birlikte beliriyor karşımda. Bir şeyler anlatıyor. Heyecanla yutuyor kelimeleri. Anlamıyorum ki. Tutuyor elimden, bizim eve doğru çekiştiriyor. Korkmaya başlıyorum. Ölmekten değil ama yalnız kalmaktan korkuyorum. Elim, İbrahim’ in minik elinden sıyrılıyor, adımlarım büyüyor, nefes alıp verişim artıyor. Annem dizlerinin üstünde yere kapanmış, görüyorum. Bana bakışını, o bakışın hüzün ve sinirle ruhuma işleyişini görüyorum. Annem iyi, annem iyi ama Mao değil. Kanlar içinde yatıyor annemin önünde.
Süleyman vurmuş Mao’yu. Koşuyorum peşinden, yakalıyorum. Bu sefer merdivenleri ben de ikişerli çıkıyorum. Ceylan ile Kara’nın yanına çekiyorum heybetini. Onların böğürmeleri arasında vuruyorum birkaç tane. İzin veriyor bana, karşılık vermiyor.
“Ne istedin oğlum köpekten,” diyorum.
“Hazal benim,” diyor.
Süleyman değişmemiş hiç, erken olgunlaşmış, benden çok semirmiş ama değişmemiş.
Bırakıyorum onu öylece orada. Ah be çocuk Hazal. Peşim sıra gelmiş, ağlıyor kapının önünde. Teselli etmiyorum, bir şey söylemiyorum, yürüyüp gidiyorum eve doğru. Arka bahçeye bir metre derinlikte, bir buçuk metre genişlikte bir çukur açıyorum. Çok yaptım bu işi, iyi biliyorum. Mao’nun yaralarını dikiyorum, yıkıyorum, paklıyorum, ağlıyorum. Annem kireç atıyor mezara, dua ediyor, ben de ediyorum, toprak atıyoruz. Hazal geliyor, köy kokusu elleriyle, kaçamak bir toprak da o atıyor, gözlerinden akan yaşla birlikte. Sessizliği umursamadan, al al olmuş yüzüne bakıp konuşuyorum. “İnsan, özünü kabullendiğinde yolculuğu bırakır, Hazal,” diyorum. Anlayışı boş, hüznü dolu gözlerle bakıyor öylece. “Süleyman hep böyle yapıyor,” diyor sorar gibi. “Süleymanlar hep böyle yapar herhalde,” diye yanıtlıyorum onu. Bel küreğini omzuma atıyorum. Gitme vakti. İki güne giderim.
Kubilay Özer
Comments