top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Levent Berkay Aydoğan- Enginarcı

Erkenden kurduk tezgâhı, ustam daha bir evhamlı, geçen hafta açılan marketten sonra daha bir tedirgin ve hızlıydı. İkide bir domatesleri soruyor, sonra daha marulları dizmeyi bitirmemişken, “Niye önce patatesleri yerleştirmedin be Serkan,” diye söyleniyordu. Ne fark edecekse sanki. Ha marul ha patates. Hepsinden önce enginarı koymalı, sonra ister soğanı yerleştiririz istersek de patlıcanı.

Ah be, başka bir yer mi kalmamıştı da bu aksi adamın yanına çırak olmuştum? Yaş olmuş yirmi dört, yok yok yirmi beş. Önüme daha güzel bir fırsat çıkmadı ki, çıksa çoktan basmıştım istifayı.

“İlahi Seko. İş adamı mısın da istifa edeceksin oğlum?” dedi yan tezgâhtan Mehmet. O olmasaydı hiç çekilmezdi buralar, hem kaç tane doğru dürüst insan kaldı şu dünyada? Misal, ikimiz de müşteriye taze ürünler satmak isteriz, ustalarımız cingöz olsa da biz halkın adamlarıyız. Gerçi benim iflah olmaz bir zaafım var; kendimi kayırmadan duramam. Sebzelerin en güzelini bizim eve götürürüm. Anacığım lezzetli yemekler yapsın diye sabahtan bir poşet ayırırım. Benim cingözlüğüm bu kadar işte.

“Di mi Mehmet?”

“Doğrudur hocam,” diye yanıtladı hemen beni. “Ama sen şu ikinci cingözlüğünden vazgeç.”

Anlamamış gibi yapınca, bir bana baktı bir ustama, kulağıma yaklaştı, fısıldadı.

“Valla… Ustan en taze ürünleri o kız için sakladığını görse, işinden olursun.”

Evet, o kız daima aklımın bir köşesindeydi benim. Günlerdir sesini duyabilmek, ayırdığım poşeti takdim edebilmek için bekliyordum. İşimden mi olacağım? Olursam olayım, şu ömrü onsuz, tek başıma geçirmekten iyidir. Bazı günler öğlen saatlerinde uğrayıp enginar alırdı. Ona sabahtan bir poşet ayırıyormuşum, çok mu yani? Hem o artık alelade biri değil ki benim için. İsminin Selin olduğunu telefonda konuşurken öğrenmiştim, evde zeytinyağlı enginar dolma yapıyormuş, bir keresinde cesaretlenip gözlerine bakmıştım.

“Anacığım da iyi yapar, beraber yapın da yiyelim,” diyemedim. Ürünleri poşete doldurup “Teşekkürler efendim, teşekkürler,” diyebilmiştim sadece.

Mehmet yanıma yaklaştı, yine aklımın Selin’e takıldığını anlayıp bana nasihat etmek istemişti sanırım.

“Bak Seko,” dedi, “sonun mahalledeki meczuba benzeyecek diye korkuyorum. Eskiden o da senin gibiydi. Görsen, öyle sakin öyle uslu. Dünya yansa kılını kıpırdatmaz, oturduğu yerden kalkmazken, nasıl desem… Sevdiği kızın peşine öyle bir koştu ki… Hüseyin Bolt’tan bile…’’

“Usain Bolt” diye düzelttim.

“Heh işte. Usain Bolt’la bile yarışırdı maşallah. Nereden cesaret alırdı bilmem ama. Yok efendim kaçıracakmış, yok efendim onunla yepyeni bir hayata başlayacakmış, hem hiçbir imkânsızlık evrenin en asil duygularına yenik düşemezmiş, vallahi böyle diyordu bir ara, babası kızıyla beraber başka bir kente taşınıncaya kadar şair gibi konuşup durdu.”

Ustamın yanımıza geldiğini, elini sertçe omzuma koyup bir hışımla Mehmet’e baktığını görünce gevezeliği bırakmamız gerektiğini anladık.

İşe dalıp gitmişken zaman su gibi geçti. Öğlen saatlerine doğru Selin’i görebilme, o tatlı sesini duyabilme isteğim içime sel gibi dolup taşmaya başladı.

“Ne vereyim ablacım?” dedim gelen müşterilerden birine. Bir poşet enginar doldurmalıymışım. Mehmet haklı. Haklı olmasına haklı ama ben bu kalp ağrısına nasıl dayanacağım? Biri bana enginar dediğinde ben hep Selin’i mi hatırlayacağım? Tek başıma, Selinsiz… Sonra kurduğum düşlerden gerçeklik uğruna nasıl vazgeçtiğimi mi anımsayacağım?

“Oysa Selin…” diye geçirirken içimden, bal rengi gözlerini, omuzlarına dökülen kıvırcık saçlarını gördüm yolun sonunda. Gelmişti. Her zaman yaptığı gibi önce peynir, zeytin almak için şarküteri tezgâhına uğradı. Oradan bir yandaki tezgâha, sonra karşıdakine ve sonra da onun solundakine. Az sonra yanıma gelecekti. Kalbim yerinden çıkarcasına atmaya başlamıştı çoktan.

“Oğlum baksana müşteriye.” Ustamın seslenmesiyle kendime gelebildim. Bir yandan Selin’i izleyerek poşetleri doldurmaya başladım, paraları aldım.

“Teşekkürler efendim, teşekkürler.”

Evet, bu sefer gözlerinin içine bakma cesareti gösterebilirsem, bir şekilde sohbet etmeye de çalışacağım. Biliyorum Mehmet haklı ama dünya Mehmet’leri haksız çıkaranlarla dolu. Senin baban da mı başka bir şehre taşınacak ve sen de mi gideceksin?

“Sen derken, senden bahsetmiyorum Mehmet, Selin’den bahsediyorum.”

Mehmet ne dediğimi anlamayan gözlerle bana baktı, sırıttım. Oysa… Hemen sonra bir şeylerin ters gittiğini fark ettim. Selin dosdoğru markete yürüdü. Neden markete gidiyordu ki? Pek alışveriş yapmamıştı, belki de sadece şarküteri tezgâhına uğrayıp çıkmıştı. Bir iş vardı bu işte ama neyin nesiydi ilk başta anlayamadım. Böyle aceleyle nereye gidiyordu? Yanımıza uğramadan, etrafıyla hiç mi hiç alakadar olmadan. Soru soran gözlerle Mehmet’e baktım, o da şaşırmış gözüküyordu.

“Yok be canım, enginar almadan gitmez, hem başkaca alışverişler de yapar.”

Bir yandan da, “Hayır,” diyordum, olamaz ama oluyordu işte. Köşe başında, tam da tahmin ettiğim gibi, marketin önünde durdu. Etrafına bakınıyordu, göz göze mi geldik yoksa ben mi öyle hissettim? Selin’in kapıyı açtığını, biraz sonra ellerinde poşetler marketten çıktığını, evinin sokağına doğru yürüdüğünü, uzaklaştığını, kaybolduğunu… Gördüklerim karşısında ağzım bir karış açıldı. Tezgâhın üstünde ise sabahtan ayırdığım poşet.

Poşeti elime aldım, koşmak istiyor ama koşamıyordum. Ustam bırakmaz, “Oğlum müşteriye bak,” diye söylenirdi.

Karamsarlığa düşmemeliydim. Hem belki bir kereliğine es geçmişti bizim tezgâhı, Mehmet’in meczubu gibi terkedilecek halim yoktu ya. Sesini sonradan yine duyabileceğim değil mi? Sabahtandır beri bekliyordum, yüzünü gördüm uzaktan da olsa ama hani bir yolunu bulup bir şekilde konuşabilseydim… Asıl canımı sıkan şey buydu işte. Şimdi nasıl karamsarlığa düşmemeli?

Bitmişti, her şey bitmişti. Bir enginarcı olarak alacağım intikamı düşündüm. Ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Enginarı pişireceğim ve onu Selin olmadan bir güzelce… Tek başıma, tek başıma... Yiyebilecek miyim?


Levent Berkay Aydoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Yorumlar


bottom of page