Öykü- Mürşide Göven- Köpükten Baloncuklar
- İshakEdebiyat
- 4 Haz
- 5 dakikada okunur
“Annem benim
Neden yorgunluktan ve merhametten başka
Fotoğrafın yok evimizde"
Şükrü Erbaş
Güneş, dağların arasından uzunlu kısalı turuncu ışıklarını saçmış, kafasını çıkarmaya çalışırken Nuri damdaki yerini alalı epeyce olmuştu. Minderi demir parmaklığa göre titizce hizalar, öylece oturur, demir çubukların arkasından gün doğumunu izlemeyi çok severdi. Bulutların beyazı kızıla çalmaya başlar, alacalı gökyüzü giderek mavileşirdi. Köpüklü suya yuvarlak başlı uzun çubuğu batırır, güneşle çubuğun halkasına bir çizgi çeker, sonra da kuvvetlice üflerdi. Oluşan baloncukların kenarı kıpkırmızı, geri kalanı gökkuşağı gibi olurdu. Baloncuk keyfi sona erince başlardı söğüt ağacıyla konuşmaya. Söğüt ağacının fısıltılarına saksağanlar da katılırdı.
Fidan saksağanların cümbüşüne uyandı. Gözleri açılır açılmaz oğlunu aradı. “Gene dama çıkmış,” diye söylene söylene çiçekli yorganını üstünden attı, doğruldu. Pencereyi açtı. Kekik ve fesleğen kokusu doldu içeri. Dışarıya bakındı, “Daha inmez,” dedi. Aynadaki yansımasını görünce içi burkuldu. Benzi sararmış, ufalmış ve bitkin görünüyordu. Komodinin üstündeki çerçeveyi aldı eline, yatağın kenarına oturdu. “Hasan Ali’ye kavuşacağım, derdim o değil, canımı yakan oğlum, ne yapar bensiz?” Yaşmağının kenarıyla gözlerini sildi, çerçeveyi alıp duvardaki yerine astı. Doktorun dediklerini düşündü. Pencerenin demir korkuluklarına dayadı başını. Köpükten baloncukları düşündü. Oğlunun önlüğünü ve çantasını yatağın üstüne koydu. Teybe kaseti koyarken kalbine bir ağrı girdi.
Nuri’nin damda keyfi yerindeydi. Evin damı Nuri’nin yuvasıydı. Söğüt ağacı da en iyi arkadaşıydı. Her sabah daha gün ışımadan çıkar otururdu buraya. Gün doğumunu izler, söğüt ağacıyla dertleşirdi. Derken kasabalılar güneş tepeye varmadan patır patır düşerlerdi yola. Bu sefer de yoldan geleni geçeni izlemeye koyulurdu. Kimi eşeğinin sırtında bostan beklemeye, kimi katar hayvanları önüne otlatmaya, kimi ekin biçmeye giderken Nuri hepsini işine gücüne yollardı. Onlar selam vermezlerdi ama Nuri yine de hiç vazgeçmezdi. En son okula giden çocuklar geçerdi yoldan. Onları görünce heyecanlanır, ayağa kalkar, zıplar, “Bekleyin geliyorum, durun!” diye bağırırdı. Birden okula geç kaldığı aklına gelir, soluğu aşağıda alırdı. Nuri gene o sabah okula giden çocukları görünce heyecanlandı, aklına geldi okula gideceği. “Ben ineyim aşağıya, hazırlanayım artık, yoksa geç kalırım,” dedi. Minderini alıp giderken gözü aşağıdaki traktörün enkazına takıldı. “Nereden geldi ki bu, eski halılar yok muydu orada?” Gidemedi, öylece kalakaldı olduğu yerde. Korktu. Demir çubuklardan tutundu. İki ayağı, iki eli, sırtındaki kamburu ve kafasıyla yaşlı bir adama benziyordu traktör. “Bir zamanlar damın kenarındaydı, kazara aşağıya mı düştü?” acaba diye düşündü Nuri.
Kalkmak için yeltense de kalkamadı Fidan. Bir öküz gelip oturuverdi göğsüne. Kalbine bir bıçak gibi saplanan ağrı, göğsünü yararak boğazına kadar çıktı. Sol kolu omzundan parmak uçlarına kadar uyuştu. Yatağın yanındaki komodinin üzerine uzanmaya çalışsa da kımıldayamadı olduğu yerden. Seslendi oğluna, “Nuri… Nuri!” diye ama saksağanların sesi yankılanıyordu evin duvarlarında. Duyuramadı sesini. Bir nefeslik canı ha çıktı ha çıkacak. Şimdi olmaz, ölemem, diye geçirdi içinden. Evin sineği odanın içinde dolanıp duruyordu.
Sinek odanın içinde dolandı, dolandı, geldi burnunun ucuna kondu Fidan’ın.
Gene mi geldin sen? Her sabah beni uyandırmasan olmaz? Derdimi kime anlatayım? Kim bakacak oğluma? Kimi kimsesi yok ki benden başka. Hasanım Ali ne yapsın? Öldü yıllar önce. Karısını yalnız koymaya gönlü razı gelmezdi yoksa elden ne gelir, göçtü gitti bu dünyadan. Ne vardı hemen gidecek sanki. Nurim. Gözümün nuru o benim. Bile isteye karıncayı incitmez. Bir keresinde Ayı Ahmetlerin samanlığını yaktı da elimiz belada kalıyordu. Bir gün komşunu oğlunu elinden tutup gezmeye çıkarmış. Tüm ahali gece yarısına kadar köyün altını üstüne getirdik ama bulamadık. Sonunda söğüt ağacının tepesinde bulduk ikisini. “Ona dağları gösteriyorum anne, güneş batarken kıpkırmızı oluyor, ateş gibi,” dedi. O kaza olmasa böyle mi olurdu yavrum. Kazadan sonra bacadan, duvardan, söğüt ağacının tepesinden atlamaya başladı. Hasanım Ali demir korkuluklar koydu her yana, damın kenarına yüksek duvarlar ördü. Bir karış demir korkuluğun arasından görüyor her şeyi. Kime emanet ederim ki? Fatma Bacı, ahiretliğim, bakardı, bakardı da kuzuları… Bir keresinde kuzulara kuş yemi vermiş biz ekmek yapıyorduk sekinin altında. Pek sever otu, böceği, çiçeği, hayvanı Nurim. Nereden bilsin kuş yemi mi hayvan küspesi mi? Bilirdi aslında da karıştırmış. Suyu içince sabaha kadar davul gibi şişti hayvanlar. Hasanım Ali o sene koyunları ödemek için madene indi. Bir daha da çıkamadı.
“Dur nereye gidiyorsun, kafanı şişirdim senin de”
Sinek uçup duvardaki siyah beyaz çerçevenin kenarına konuverdi.
Sol kolundaki uyuşma geçti biraz, kalbi eski, yavaş düzenine geri döndü. Ter içindeydi. Ateş basarken bir taraftan da üşüyordu. Yataktan usulca doğrulurken pencereden gelen at arabaları ve çocuk kahkahalarını duydu. “Niye gelmedi ki daha aşağıya?” dedi ve duvardan tutuna tutuna evin önüne çıktı. Çok yorgundu kalbi. “Bir dahaki krizi kalbiniz kaldırmayabilir,” demişti doktor. Evin önünden dama çıkan merdivene kadar gidebildi. Göğsünün üzerine elinin ayasını bastırdı.
Nuri’nin zihni bulanıklaşmış, dalıp gitmişti sekiz yaşına. Sis perdesinin içinde traktör, babası bir de annesinin çığlıkları. Okulun son günüydü. Karne günü erkenden uyandı, önlüğünü giydi ve traktöre binmeye aşağıya indi. Aslan oğluna köydeki diğer oğlanlar gibi on yaşına gelmeden öğretmişti Hasan Ali traktör sürmeyi. Babası uyanmadan traktörle kasabada bir tur atacaktı. Parmaklarına ucuna basa basa indi merdivenlerden. Anahtar ahırın kapısının üstündeki çiviye asılıydı. Tabureyi koyup üstüne çıktı. Anahtara uzanmadan babasının türküsünü duydu. Hemen indi, saklandı. Babası traktörü çalıştırdı. Gaz verdi, geri geri çıktı. Aynı anda oğlunun çığlığını duydu. Hasan Ali hışımla fırladı. Kafası bahçe duvarıyla traktörün arasındaydı oğlunun.
Nuri, ellerini kulaklarına şiddetle bastırdı. Korkulu gözlerini traktörden çekip, “Okula geç kaldım, gitmem lazım, gitmem lazım, gitmem lazım…” diye koşarak aşağıya indi. Merdivenlerde annesini iki büklüm bulunca kucaklayıp içeri götürdü. Bir bardak su ile ilaçlarını getirdi. Fidan biraz daha iyiydi.
“Hastaneye gidelim mi, anacığım?”
“Yok, çarpıntı tuttu ama şimdi iyiyim.”
“Niye beni çağırmadın ana?”
“İyiyim oğlum ben, biraz halim yok, o kadar.”
“Tamam ana, sen yat dinlen, ben hazır ederim kahvaltıyı.”
“Geçti ağrım, iyiyim, hem demirci gelecek bugün, damdaki korkuluğu sökmeye.”
Nuri birden heyecanlandı. Gülmeye başladı, olduğu yerde aynı çizgi üzerinde birkaç kere gidip geldi. “Güzel olur ana, büyük baloncuklar korkuluğa çarpınca patlıyordu. O zaman köpükten baloncukların hepsi güneşe doğru gider, değil mi ana?” dedi ve yatağın üstündeki önlüğünü giymeye yeltendi. Yüzünde güller açıyordu. Gözlerinin içi gülerken Fidan elinin tersiyle yüzünü sildi ve teybe bastı. “Okullar bazı olumsuz sebeplerden dolayı tatil edilmiştir.” Hasan Ali’nin sesiydi bu. Zamanında her sabah bu okul krizini çözmek için bu yol gelmişti aklına. Nuri’nin yüzü önce gölgelendi, gülüşü uçup gitti yüzünden, sonra gülümseyerek, “Olsun ana, bizde bahçeyle uğraşırız, asmadaki üzümleri toplarız bugün, hem demirci de gelecekmiş, evde sana yardım ederim,” dedi.
Fidan ikindi namazını kılarken ellerini açtı, yalvardı. “Allah’ım beni affet. Başka çarem olsa oğluma bunu yapar mıyım? Benden başka kimsesi yok. Sağ gitse ölü çıkar o bakımevinden. Aklı başına yâr değil ki nereye sığar yavrum? Kalbim beni ya bugün alır, ya yarın. Sonra ne olacak.” Söylene söylene akşamı etti. Sızlıyordu kalbi ama ağrıdan değildi.
Akşama doğru damdaki korkuluklar söküldü. Fidan’ın eli ayağı titriyordu. Korkuluğun bıraktığı boşluktan aşağıya baktı. Çok yüksekti. Elleri, ayakları, kafası ve kamburuyla bir ucube gibi görünüyordu traktör. Akşam yemeğinden sonra oğlunu banyoya soktu. Banyo kovasını doldurdu. Oğlunu kırkladı iyice. Buhardan göz gözü görmüyordu banyoda. Keselemekten kıpkırmızı oldu Nuri’nin sırtı. Sonra da tıraş etti mahrem yerlerini oğlunun. Kan ter içinde kaldı.
“Ana bugün pazar günü değil ki, niye yıkıyorsun beni?”
“Yarın belki gezmeye gideriz seninle.”
“Nereye ana?”
“Çok uzak bir yere. Ben biraz halsizim, uyanmazsam sen traktöre binip doktor getirirsin bana. Olur mu?”
“Getiririm ana, sen kapıyı açık bırak.”
“Kapı açık olur mu hiç! Hırsız girer evimize. Sen damdan inince beni uyandır, uyanmazsam dama çıkıp atlarsın, traktöre binersin. Hem benim oğlum çok güzel sürer traktörü.”
“Atlarım hemen ana o zaman, çağırıp gelirim doktoru.”
Nuri gün doğmadan uyandı, köpüklü oyuncağıyla minderini alıp çıktı dama. Bu sefer köpükten baloncuklar irili ufaklı halkalar halinde korkuluğa çarpmadan dağıldı. Her günkü dam sefasından sonra aşağıya indi. Fidan hâlâ uyuyordu. Annesinin bir gün önce dediklerini düşündü. Dama çıktı. Önce korktu. Atladı. Sinek, odanın içinde birkaç tur atıp komodinin üzerindeki Hasan Ali’nin gözlerine kondu. Islandı. Sonra Fidan’ın yüzünde gezindi bir süre. Uyanmadı Fidan. Kulağının dibinde vızıldamaya başladı. Gene uyanmadı. Göz bebeğine kondu. Uyanmadı. Sonra odadan çıkıp uçtu, traktörün üstündeki Nuri’nin göz kapaklarına kondu. Yüzünde rengârenk köpükten baloncuklar vardı.
Elleri, ayakları, kafası ve kamburuyla bir ucube gibi görünüyordu traktör. Nuri’nin üstünden havalanan köpükten kırmızı baloncuklar kasabanın evlerinin üstünde gezindi. Kimse fark etmedi.
Mürşide Göven
Comments