top of page

Öykü- M. Bülent Bingöl- At Hırsızı

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Bunca yıldır fark etmediğim bir gerçekle askeriyede yüz yüze geldim. Sabah içtimasında bölük komutanı birini arıyordu. Yüzlerimize bakarak önümüzden geçti. Geri döndü. En arkada olmama rağmen bana doğru bakarak:

“Sen at hırsızı suratlı buraya gel!”

Bana baktığından emindim ama at hırsızına benzediğimi bilmiyordum. Komutan sertçe bir daha seslenince ne olur ne olmaz diye çıktım. Künyemi okudum. Çakı gibi durdum. Bütün birlik bizi izliyordu.

“Ne mezunusun?”

“Halkla ilişkiler komutanım!”

Bulaşıkhane sorumlusu olarak atanmıştım. Sevinerek çavuşu takip ettim. Bulaşıkhanede benden başka kimse yoktu. Çavuş gülerek:

“Buranın komutanı sensin.”

“Benden başka kimseyi göremiyorum, kimlerden sorumluyum?”

“Bak bu gördüğün makinalardan sorumlusun. Onların komutanısın.”

Tahmin ettiniz mi bilmiyorum ama adım ‘At Hırsızı’ olarak kaldı askerlik boyunca. Altı ay bitti. Bulaşıkçılıkta uzman biri olarak terhis oldum. Ve lakabım hayatıma yapışmıştı bile.

Bulaşıkhaneyi ve at hırsızı diyen silah arkadaşlarımı özleyeceğimi hiç düşünmemiştim. Hangi işe başvursam anlamadığım uydurma bir nedenle işe alınmıyordum. Kızdım “Prezantabilite” konusunda yüksek lisansı tamamladım. İngiltere’ye gittim. Bir yıl orada kaldım. Hem çalıştım hem dil okuluna devam ettim. Yurda dönüp yeniden iş aradım. Bir şey değişmemişti. İngiltere’de unuttuğum at hırsızı yine karşımdaydı. Aynaya baktığımda ben de şüphelenmeye başladım. Anladım ki bu tiple mesleğimi yapamayacaktım. Bu arada tipimi değiştirmek için değişik şeyler de yapmıştım. Sakal bıraktım, saçlarımı boyadım, gözlük taktım. Farklı tarzlarda giyindim falan, olmadı. Hatta çocukluğumdan kalan bir yetenekle “R”leri söylemeden konuşarak sempatik olmaya çalıştım. Olmadı. Asgari ücretli olarak çalışabileceğim bir iş bulmaya karar verdim.

Söylemeyi unuttum; öyle içine kapanık, çocukluğu travmalarla geçmiş biri değilim. Arkadaşlarım var. Her zaman görüşürüz. Bir halam var. Annem babam öldüler. Kardeşim yok. Neyse; halama gittim, bir artı bir dairesi var. Bana kiraya vermesini istedim. Kontrat yaptık. “Ne gereği var hala.” Dedim. Çoluğun yok çocuğun yok. Tek akraban benim diye de ekledim.

“Boşuna umutlanma her şeyimi bir vakfa bağışladım.” 

Tamam dedim, peşinatı ve depozitoyu verdim. Eve yerleştim. Arkadaşlarımı çağırdım yeni evimde toplandık. Onlara at hırsızına benzeyip benzemediğimi sordum. Hiç at hırsızı görmedik dediler. Birkaç kovboy filmi önerdim. Özellikle “İyi Kötü Çirkin” bir başyapıt dedim. (Filmin konusunu bile hatırlamıyorum. Müziğini aklımda.)

Başıma gelenleri anlattım. Bende bir gariplik, herhangi bir hırsız tipi görüp görmediklerini açıkça söylemelerini istedim.

Arkadaşlarımdan biri; “Bakıldığında zeki olduğun anlaşılıyor, birçok konuda hepimizden yeteneklisin. Boşuna söylemiyorum. Diplomalar, sertifikalar, seminerlere katılım belgeleri falan, yazılı kanıtlar. Bana göre sempatik, iyi yürekli bir adamsın ama…” Kulaklarımı dört açmıştım. “Ama seni gören kişi, hangi nedenle karşısında olursan ol, sende gördüğü ışıktan dolayı uyuz oluyor ve seni rakip olarak görüyor. Yüzündeki keskin, özgüvenli görünüm sana saldırmasını bilinç altına fısıldıyor. Gördüğü parıltıyı küçümseyerek yok etmek istediği için lümpen yakıştırmalar yapıyor.”

“Bırak şimdi bunları at hırsızına benziyor muyum benzemiyor muyum?” sorusunu hiddetle sordum.

“Kişi kendisinden farklı ve daha donanımlı gördüğü kişiyi herhangi bir aşağılayıcı figüre benzeterek üstenci davranmak ister. Bu; at hırsızı, çingene, zenci, dilenci, şişman, eşcinsel falan olabilir. Kafasında yarattığı tipi sana söylese foyası ortaya çıkar. O tipi küçümsemek için seni yok sayar. Çünkü sen; ona göre ağzınla kuş tutsan da bir alt sınıfa aitsindir. Mobbing bile sana fazladır. Yani o işe layık değilsindir.”

“Sorumun cevabı değil.”

Üşenmedim kitaplığımdan Türk sinemasındaki kötü adam fotoğraflarından yaptığım albümü gösterdim. Başımda toplandılar. Tek tek fotoğraflara baktık:

Hikmet Taşdemir, Hayati Hamzaoğlu, Turgut Özatay, Oktay Yavuz, Erol Taş, Yıldırım Gencer, Bilal İnci, Muhteşem Durukan, Kazım Kartal, Mehmet Ali Güngör, Niyazi Gökdere, Yadigâr Ejder, Kadir Kök, İbrahim Uğurlu, İbrahim Kurt, Hüseyin Peyda…

“Bunlar niye ayrı?” diye sordu içlerinden biri.

“Onlar bende ‘At Hırsızı’ hissi yaratanlar: Danyal Topatan, Süheyl Eğriboz, İhsan Gedik, Sırrı Elitaş, İbrahim Kurt, Erdoğan Seren, Yusuf Çetin, Necip Tekçe.”

“Adamları tanımıyorsun bile.”

“Bilader bu adamlar tiplerinden dolayı ‘kötü adam’ rollerine çıktılar. Gerçekte iyi olup olmamaları konumuz değil. Şimdi bakın ve benimle benzerliklerini söyleyin.”

Beni kırmamak için kem küm edip durdular. Yeşilçam’dan da bir sonuç alamayınca en son çare bir psikoloğa gittim. Tüm bunları kendim uyduruyormuşum. Baktım o da bir bok anlamadı mabadından sallıyor, en iyisi dedim kendi hayatıma döneyim. Bu sorunu ancak kendim aşabilirdim. Öncelikle bir işe girmeliydim.

Bahar Çay Ocağında çay içerken Tuncay abiyle tanıştım. Kendisi gülerek lağımcılık yaptığını söyledi. Sonra ekledi, “O düşündüğün manada değil.” Anlamadığımı anlayınca, “Kardeşim su tesisatçısıyım. Baba mesleği. Arkeoloji mezunuyum, diploma işe yaramayınca baba mesleğine geri döndüm. Uzmanlık alanım tıkanmış tuvaletler, lavabolar yani senin anlayacağın tıkanmış her türlü gideri açmakta çok mahirim. Bazan iş seni gelir bulur. Cin mağazalardan birinin işlerini aldım. Malum bu mağazalar hep yer katındadır. Bu nedenle binaların giderleri mağazalarda çok arıza çıkarırlar. Bir ilanla bu üç harfli şirkete bulaştım. Mecburen tıkanma üzerine işimi kolaylaştıracak cihazlar aldım. Mesela gidere kamerayla giriyorum tıkanıklığın nedenini buluyorum, daha doğrusu görüyorum. Uzun metal hortumlarım var. Ucunda kanca olan, değişik yakalama, çekip çıkarma aletleri falan. Eş dost da birinin bir yeri tıkandı mı beni çağırıyorlar. O, ona söylüyor derken telefonum çalıyor. Lakabımız Delgeç olarak yürüyüp gidiyor şimdilik, körelene kadar. Köreldiğimiz yerde bizi de bileyen birini bulacağız. Ha, ömrümüz vefa etmez ölürsek giderimize silikonu sıkacaklar. Bir çay daha iç.”

“Abi nereden nereye geldin. Bana da at hırsızı diyorlar.”

Fırsatını bulmuşken, doğrusu ihtiyacım da vardı, at hırsızı hikayemi anlattım. İçimi boşalttım. Rahatladım. Tuncay abi beni de açtın valla dedim. Durdu dikkatlice yüzüme baktı. Ben hipodromik bir şey göremedim dedi. O senin gönlünün güzelliği dedim. Çayından bir yudum aldı sigara ikram etti. Sustuk, bir şey demeden durduk.

“Bana Yılmaz Güney’i hatırlatıyorsun, tip olarak. Yani, ne bileyim çirkinsen de onun kadar çirkinsindir.”

“O zaman çirkin mirkin yine de kralım!”

Tuncay abi sohbet arasında iş teklifinde bulundu. Gençler iş beğenmiyormuş. Bu işte iyi para varmış. Hemen kabul ettim.

Behemehal işe başladım. Halimden memnundum. Para biriktiriyordum. Anlarsınız tipimden dolayı her an her şey başıma gelebilirdi. Bu konuda paranoyak olduğumu itiraf ediyorum.  Tuncay abi bütün işi yapıyordu. Bana ayak işleri düşüyordu. Aletleri taşımak başlıca görevimdi. Eğitimimin faydasını da görmüştüm. Serbest Bölgede çalışan bir İngiliz’in evine gitmiştik. Tercümanlık yaptım. Tuncay abi benimle gurur duydu. Sonuçta iki lisanla tıkalı bir deliği açmıştık.

Bir sene çabucak geçti. Yine, Bahar Çay Ocağında çay içiyorduk. Tuncay Abi’nin bir diyeceği vardı, ıkınıp sıkılıyordu. “Abi bir diyeceğin var ama söyleyemiyorsun.”

“Kardeşim senden yana bir sıkıntım yok ama; tamam kendi mesleğim, bir şikâyetim yok, nasıl söyleyeyim…bu iş sana göre değil. Zaman kaybediyorsun.”

“Güzel söylüyorsun, bir çözüm önerin var mı?”

Sizin anlayacağınız Tuncay abi tayinimi çıkardı. Nereye mi?

Bir tanıdığı vasıtasıyla uluslararası bir şirkete “içerik yöneticisi” olarak alındım. Evde bilgisayar başında, izlediğim videoların ahlaki olup olmadıklarına, suç içerip içermediklerine, çocuklara uygun olup olmadıklarına bakıyordum. Öyle büyük kararlar falan verdiğimi sanmayın. Şirketin oluşturduğu şablona uyuyordum. Etek boylarını ölçen sanal bir cetvelimiz bile vardı.

İşimin güzelliği insanlarla muhatap olmamamdı. Yüzümü görmüyorlardı. Takım liderimin, sıralı müdürlerimin de hiç umurunda değildi tipimdeki at izi. Sıkıcı olan bu iş, beni çok mutlu etmişti. Kiramı karşılıyor, geçiniyordum. İlk maaşımla halama Dubai Çikolatası aldım. Kiraya zam yapmayacağını söyleyince şaşırdım. Sarılı vermişim. Beni ciddiyete davet eden bakışlarıyla hemen toparlandım. Tanrı senden razı olsun dedim elini öptüm. Maşallah, dedi.

Vardiyalarıma göre yaşamaya başlamıştım. Edo dönemine göre saz gibi hayatım vardı. Asgari ücretin biraz üstünde para kazanıyordum. Tek başıma gül gibi geçiniyordum. Kimseye muhtaç değildim. Dedim ya para bile biriktiriyordum. Geçiniyordum geçinmesine ama yalnızdım. Bir kız arkadaşım olsun istiyordum. Birkaç girişimim oldu. Açık konuşayım; yüz vermediler. Zamana bırakmaya karar verdim.

Bir gün evde sıkılmıştım. Türkan Saylan caddesindeki Dostaki kafeye gittim. Orada çalışmak keyifli oluyordu. Bilgisayarımı kurdum, kendimde masaya kuruldum. Çayımı söyledim. Garsonla barista kızın bakışmasını yakaladım. Şöyle mokkalı, kokkalı bir şey istemediğim için birlikte burun kıvırmışlardı. Aralarındaki siparişimi küçümseyici işmarı işgal etmek amacıyla seslendim. Çayın fiyat listesindeki yabancı kelimelerin arasındaki yalnızlığı beni işkillendirmişti.

“Çay tazedir umarım.”

“Bizde bayat bir içecek bulunmaz.”

Siz bir tanesiniz manasında göz kırparak başımla onayladım.

İşime dalmıştım. Garson yanı başımda dikildi.

“Bayan yanınıza oturabilir mi?”

Mekânın genişliğine göre zula sayılabilecek masamda olanca rahatlığımla etrafa baktım. Bütün masalar doluydu. Dolu kelimesi kafanızda kalabalıklık yaratmasın; her masada bir kişi vardı. Sigara içilmeyen bölüme döndüm, yaşlı bir çiftten başka kimse yoktu.

“Buyurun.”

Değneği yeni fark ettim. Tık tık tık. Karşıma oturan kız kördü. Güzel giyinmiş, güzel bir kızdı. Sümeyye ile böyle tanıştık. Arkadaş olduk. Çok iyi anlaşıyorduk. Bir avukatlık bürosunda avukat olarak çalışıyordu. Haftada en az iki gün yüz yüze, telefonla her gün görüşüyorduk. Bazan onun evinde bazan benim evimde yemek yapıp yiyorduk. Müzik dinliyor beraber şarkı söylüyorduk. Ona kitap okuyordum. Kütüphanemdeki kitapları tek tek tanıtmıştım. Hepsinin arka kapaklarındaki tanıtımlarını ilgiyle dinlemişti. İkimiz de Japon edebiyatına bayılıyorduk. Geç saatte olsa herkes kendi evinde uyuyordu. Birlikteyken mutluyduk ve iyi vakit geçiriyorduk. Sadece kazayla bir yerine değsem irkiliyor, bunu fark ettiğimde yeni bir konu açıyor havayı değiştiriyordu. Körlüğünün onu ittiği yalnızlıkta oluşan karanlıktan ürktüğünü düşünüyordum. Bu davranışını gözlerinin görmemesine bağlıyor benimle ilgili olmadığına kendimi ikna etmeye çabalıyordum. Nasıl kör olduğunu sormaya cesaret edememiştim. Bir gün, laf arasında öylece değiniverdi. Ateşli bir hastalık yüzünden sekiz yaşında kör olmuş. Hangi hastalık diye sorduğumda; hastalıklarla ilgili konuşmayı sevmediğini söyledi. Zamanla bana daha çok alışacağına inanıyordum. Kokusuna, gülüşüne, gözünden hiç çıkarmadığı güneş gözlüğüne iyice alışmıştım.

  Altı ay göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti. Birbirimizi iyice tanımıştık. At hırsızı mevzusu hariç hayatımdaki her şeyi anlatmıştım. Onu seviyordum ve onunla evlenmeye karar vermiştim.

Yine Dostaki kafede buluştuk. Ona, onu sevdiğimi ve evlenmek istediğimi söyledim. El sıkışmanın dışında o güne dek birbirimize hiç dokunmamıştık. Yüzüme dokunmak istedi. Ben de yanaştım. İki elini yüzümde gezdirdi. Falcının, küresini okşadığı gibi elleri yüzümde dalgalanıyordu. Gözlerimi, burnumu, dudaklarımı hatta kulaklarımı iyice dolaştı. Ellerini çekti. Sandalyemi düzelttim, ne diyeceğini merakla bekledim.

“Yıldırım Gencer, Kazım Kartal karışımı bir yüzün var. Bunlara Lee Van Cleef’i ekleyebilirsin. Son tahlilde, hepsinin izlerini taşıyan bir Yılmaz Güney. Çocukken izleyebildiğim filmlerden kalan hayalle ulaştığım sonuç.”

“Edebiyatı sevdiğini biliyordum ama sinema konusuna hiç girmemiştin. Eğer teklifimi kabul edersen, birlikte film izleriz ve ben sana her ayrıntıyı, görüyormuşsun gibi betimlerim. Neyse konumuza dönersek; benden jön olmayacağını ima ediyorsan haklısın. Yüzümde ne Cüneyt’ten ne de Tarık’tan eser yok. Cary Grant adını ağzıma bile almıyorum.”

“Yüzüne dokunmam o kadar önemli değil. Neden önemli olmadığını öğreneceksin. Merak ettiğim, sanırım tahmin ediyorsundur, neden sapa sağlam biri kör bir kızı tercih eder?”

Zurnanın zırt dediği yere gelmiştik. Mecburen at hırsızı mevzusunu anlatmam gerekiyordu. Haklıydı. Bu soru aklımdan hiç çıkmamıştı. Her buluşmamızda korkarak sormasını bekliyordum. Nasip bugüneymiş. Öncelikle onu gerçekten sevdiğimi ve evlenmek istediğimi yeniden belirttim. Duygularımın, kör olmasıyla hiçbir ilgisi olmadığını söyledim. Karşılaşmamızın bir rastlantı olduğunu, ilk görüşte kendisini beğendiğimi samimi bir şekilde ifade ettim. Ve anlatmak isteyip de anlatamadığım, anlatmam gerektiğine inandığım “at hırsızı” konusunu açtım ve en ince ayrıntısına kadar anlattım.

Acilen eve gitmemiz gerektiğini söyleyince apar topar evine gittik. Şaşırmıştım. Tuvalete gidecek sanmıştım, ne bileyim kadınlara özgü bir şey oldu diye düşünmüştüm. Elektrikli çaydanlığı açtı. Kaynamasını bekledi. Karşılıklı mutfak masasına oturduk. Çaydanlığı önüne koydu. Çıkan buharın azalmasını bekledi. Gözlüğünü çıkardı. İki gözü ayrı ayrı flaster bantla kapatılmıştı. Yüzünü buhara tuttu. Flasterleri çıkardı. Masmavi gözleriyle bana bakıyordu.

“Benim sırrım da bu. Kör değilim.”

Bir süre öylece bakakaldım. Devam etti:

“Babam bedenime ilişip ruhumu körleştirirken annem mutfakta kendi dünyasını pişiriyordu. Annemin yediği dayaklar önlüğü olmuştu bedenini yarım saran. Babam, üzerime yürüse de beni dövmezdi. Nasibimi almadığım tekmeler, silleler, yumruklar annemin dualarında başından savmaya çalıştığı, cennetten çıktığı söylenen sopalardı. Farz mı, vacip mi bilmiyordum. Gözlerim görmek, kulaklarım duymak istemiyordu artık. Gözlerimdeki bir rahatsızlığı bahane ederek kör olduğumu herkese ilan ettim. Doktor, doktor gezecek denli varlıklı bir aile değildik. En ucuz yol olan kadere yaslanarak kör olduğum tescillendi. Bir ara psikolojik lafları gezindi. Körlüğün beni dış dünyadan koruyacağına inanacak kadar küçüktüm. İşe yaradı insanlar daha nazik, daha dikkatli davranıyorlardı. Acıyorlardı. O acıma duygusunun bir hulahop gibi bedenimi sardığına ve beni koruduğuna inanıyordum.  Ama gelişip büyüyünce bazı şeylerden körlüğün de koruyamayacağını anlamam pek uzun sürmedi. Artık dönüş yoktu. Körler alfabesi sadece parmaklarıma değil ruhuma da kazınmıştı. Körler okulunu bitirdim ardından üniversite derken kör bir avukat oldum. Evde yalnız kaldığımda özgür bıraktığım gözlerim aynada ne kadar yalnız olduğumu yüzüme vuruyordu. Kendi tuzağıma düşmüş, yalnız kalmıştım. Yalnızlık cinsel istismardan evlaydı. Yarattığım bu tek kişilik oyun iyi kötü devam ediyordu. Ta ki seni tanıyana dek. Ben de seni seviyorum. Çünkü arkadaşlığımız süresince bana dokunmaya çalışmadın, cinsel imalarda bulunmadın. Oysa; sarılarak oturabilmeli, öpüşmeli, sevişmeliydik. Doğal olan buydu ama bendeki ürkmüş, kaçmış, saklanmış sevgi doğal olana izin vermiyordu. Önce kör olduğum için daha sabırlı davrandığını düşündüm. Şimdi anlıyorum ki; ‘At Hırsızını’ bir kahraman olarak kabul edersek, sen bir anti kahramandın. Kafan karışmasın, bu günlerin kahramanlarının hepsi at hırsızı. Ne zordur olmadığın bir şeyin sana yaftalanması, dayatılması. Küçük orospu diye sevilirdim küçükken.

Belki bir şey söylemeden, belki bir şey bahane ederek senden ayrılacaktım. Sahte körlüğüm ve dağlanmış yüreğim yüzünden. Ne gariptir ki; “at hırsızı” hikayen bana gerçeği söyleme cesareti verdi.

Şimdilik evlilik mevzusunu unutalım. Hazır gözlerim açılmışken bir film izleyelim. Şu yelelerin gözüme battı, bir ara tıraş ol istersen. Hangi filmi izleyelim?”

“Atları Da Vururlar.”

“Olmaz. Şehir Işıkları’nı izleyeceğiz.”


M. Bülent Bingöl

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page