top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- M. Bülent Bingöl- Gayrettepe

Fakülteden aceleyle çıktım. Merdivenleri hızla indim. Bir araba yolumu kesti.

“Bin İnsan seminerine gidiyorsunuz sanırım?”

“Evet ama…”

“Atlayın ben de aynı seminere gidiyorum. Konuşmacı Erbil Tuşalp.”

“Siz?”

“Geliyor musunuz gelmiyor musunuz?”

Yanımda tanımadığım bir kadınla beyaz bir arabadaydık. Arabayı kadın sürüyordu. Yolu bildiği sürüşünden belliydi. Bana bakışındaki gülümseme garip bir tedirginlikle yüzüne yayılıyordu. Beni çok iyi biliyormuş gibi sadece kendini anlatmasında bir küçümseme duygusu vardı. Önemsemedim. Sonuçta aynı seminere gidiyorduk. Kırmızı elbisesini hatırlıyorum.

Bina soğuk yüzlü bir apartmana benziyordu. Biri balkonda mızıka çalıyordu sanki. Salon kalabalıktı. Herkes değişik tonlarda kahverengi kıyafetler giymişti. Sahneyi göremiyordum ama burası “Bin İnsan” seminerinin verildiği yer olamazdı. Ortalıkta ne afiş ne de seminere dair bir işaret vardı. Etrafım hıncahınç insan doluydu. Kırmızılı kadın arkamda bana yakın bir yerde oturuyordu. Burası neresi dercesine ellerimi yana açtım yüzümü buruşturdum. Bilmiyorum dediğini dudaklarından okudum. Yanına gitmek istedim izin vermediler. Beni çevreleyen insan yığınından bazı şahıslar bana sataşıp duruyordu. Ne dediklerini duyamıyordum ama vücut dillerinden benimle bir sorunları olduğu aşikardı. Nedenini bilmiyordum. Sanki resmi bir dairenin bekleme salonundaydık. Ortalık mezbaha gibi kokuyordu. Kırmızılı kadından başka bir kadın görememiştim. İdeolojik bir esriklikle laf atıp tutanlar tedirgin etmişti beni. Bu insanlar başka bir şeyin peşindeydi. Bağırtılar, homurtular slogan kısalığında ve keskinliğindeydi. Yüzler öfkeli ve kin doluydu. Güruh insanlıktan sıyrılmış başka bir yaratığa dönüşmüş gibi kıpırdıyordu. Nazilerin arasına düşmüş bir Yahudi ya da İsrail ordusunun ortasında kalmış bir Filistinli gibi ortada kala kalmıştım. Uğultu bitmeksizin sürüyordu ve ne söylendiğini inanın anlamıyordum.

Kafamın üstünde bir acı duydum. İrkilip baktığımda bir şahsın tepeme kurşun kalemle bir şey çizmeye çalıştığını anladım. Ani bir hareketle ayağa kalktım. Yapmayın dedim. Şahsın eylemini bütün topluluk destekliyordu. Biraz yumuşarlar, gerginlik azalır amacıyla topluluğa hitap ettim. “Kedim, Bella sık sık tepemi yaladığı için orası tahriş olmuş. O nedenle can havliyle ayağa kalktım.”  Kalabalıktan biri avazı çıktığı kadar bağırdı. “Ne? Bella mı?”

Biri yardım eder mi diye sağa sola baktım. Bella’dan sonra uğultu arttı. Sadece kırmızılı kadın dikkatle bana bakıyordu. Her şeyi göze alıp çevremde kim varsa avazım çıktığı kadar bağırarak itiraz edecektim ki kırmızılı kadın eliyle sus işareti yaptı. Yutkundum. Haklıydı bu kalabalığın beni linç etmesi an meselesiydi.

Başıma kötü bir şey gelecek hissiyle midem bulanmaya başladı. Korkumun sezilmesini istemememin bir anlamı yoktu. İki şahıs yerime oturamadan, beni karga tulumba karanlık bir hücreye sürüklediler. Yıllardır bir mağarada yaşayan sefil bir mahkûm gibi kala kalmıştım. Her şey birdenbire olmuştu. Çevrem bana benzeyen bedenlerle doluydu, hissediyordum ama kimseyi göremiyordum. Yalnızca sesler vardı, iniltiler, bağırtılar, susuşlar, su sesi, koşuşturma, tekme, tokat, yumruk ve birbirine benzemeyen nice sesler. Cesaretimi toplayıp bir kör beceriksizliğinde seslendim. Cevap veren olmadı.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Uzun boylu, iri yarı bir adam birkaç şahsı dövdü ve beni dışarı çıkardı. Adamlar hücrenin önünde kıvranıyorlardı. “Kaç!” diye bağırdı. Gelen birilerine doğru koştu. Koridor karanlıktı. Yine kavgaya tutuşmuştu. Adamın Tarık Akan’a benzediğini düşünürken bir kumpasın içinde olduğumu anladım. Merdivenlerden çıktım, kaç kat çıktığımı bilmiyorum. Işığı görmüştüm. Kırmızılı kadını aramaya başladım. Sokaktaki insanlara sordum. Çay ocaklarına girip baktım. Yer yarılmıştı da kırmızılı kadın içine girmişti, bulamıyordum. Hangi yöne baksam uzak da olsa tel örgüleri görüyordum. Buradan otobüsle çıkıyordu insanlar. Kırmızılı kadın ayrılmadan onunla konuşmalıydım. Dışarı çıkmak üzere olan bir otobüsü nizamiyede durdurdum. Şoförün yanına çıktım. Adını bilmediğim için otobüsün içine doğru bağırdım. “Kırmızılı kadın!” İki üç kez yineledim. Otobüstekiler sus pus olmuştu. Kısa sessizlikten sonra şoför, “Kırmızı burada sevilmez!” dedi ve sol tarafından üzerinde U.S.A yazan beyzbol sopasını çıkardı ve gözleriyle inmemi işaret etti. İndim.

Kırmızılı kadını bulursam arabasına gider birlikte kurtulurduk. O beni kurtarabilirdi. Kurtuluşum ondaydı, tek düşüncem buydu. Nedenini bilmiyorum ama sadece ona güveniyordum. Güvenmek zorundaydım. Beni buraya o getirmişti, o çıkarabilirdi. Başka bir çözüm aklıma gelmiyordu. Daha onu bulamadan arabayı nereye park ettiğimizi hatırlamadığımı fark ettim. Araba tel örgülerin dışında mıydı içinde miydi sorusu tırnak uçlarımda başımı kaşıyordu ki Bella’nın açtığı yaraya dokundum. Acıyla biraz kendime geldim.

Korkarak o binaya yaklaştım. Yukarı doğru bakarken biri aşağı düştü. Çırılçıplaktı. Birbirine benzeyen şahıslar düşen insanı çembere aldılar. Artık göremiyordum. Diğer insanlar düşen insanı görmelerine rağmen hiçbir tepki vermediler. Birkaç kişi bir süre durup baktılar çembere doğru. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi yollarına devam ettiler. Ben koştum ama boşuna koşmuştum. Çember dağılınca düşen insan da yok olmuştu. Onun tam düştüğü noktada ayakta dikiliyordum. Kendi etrafımda dönüp yukarı baktım. Bina ölü gibiydi, canlılık belirtisi yoktu. Düşenin ardından bakan yoktu. Pencereler kapalı ufka doğru bakıyorlardı. Başım önüme düştü, yerdeki kan iziyle göz göze geldim. Yüreğim burkuldu. Sokağın köşesinde üç şahıs bana bakıyordu. Gözlerinde nefret ellerinde sopa vardı. Ürkek bir tavşan misali kalakalmıştım.

Aniden kırmızılı kadın ortaya çıktı. Koluma yapıştı, beni hızla oradan uzaklaştırdı.  Birlikte koşmaya başladık. O birkaç adım önümdeydi. Ara sıra dönüp arkasında mıyım diye bakıyordu. Koştuk, koştuk, koştuk. Aynı gri renkli binanın arkasında bir yerde durdu. Nefes nefese yanına vardım. Kapıda “Kayıp Kabul” yazıyordu.

“Elbisen… Elbisen kırmızı değil miydi?”

“Her şey değişir, dönüşür.”

“Sen kadın da değilsin.”

“Cinsiyetin ne önemi var. Önemli olan görevlerimiz. Şimdi içeri gir ve kaydını yaptır.”


M. Bülent Bingöl

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page