Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Evden ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü evde yer kalmadı. Ev hınca hınç eşya doldu. Ruhlarımız boşalırken eşya doluyordu uzam. Uzanmak ne mümkün. Bir şeye sürtmeden geçmek imkansızdı. Öyle çöp ev falan değil, istifçilik hiç değildi. Her gün yeni bir nesne ailemize katılıyordu. Karım alışveriş müptelası oldu. Aklıma başka bir şey gelmiyordu, bu bir bağımlılıktı. Sürekli tüketme, tüketerek çoğalma peşindeydi sanki. Akıllı telefona gönül indirirken alışveriş sitelerine bulaştı. Başlangıçta eğlenceli gibiydi. Ben de tüm eylemlerin içindeydim. Sabahın köründe kapı çalıyor, T.C. numaramız isteniyor, elimize bir paket tutuşturuluyordu. Madem uyandık çayı koyalım diyerek güne başlıyorduk. Bazı günler kapı zili susmuyor, ne kadar kargo şirketi varsa onlarla muhatap oluyorduk. Derken kargocu gençlerle samimi olduk. Birbirimize isimlerimizle hitap ediyorduk. Kimileyin içlerinden biri isim lazım değil diyerek paketi elimize tutuşturuveriyordu. Kedimiz kapıdan kaçtığında onlar yakalayıp getiriyor, saklanabileceği her yeri biliyorlardı. Yürüyüşe çıkacaktım zaten diyerek iadeleri ben götürüyordum. Yeri geldiğinde iadelere göre dağıtım planı yapıp bütün semti dolaşıyordum. Uğradığım bütün kargo şirketlerinde çay ikram edilen müşteri olmuştum. İade kodlarıyla oluşturduğum sayılarla loto, toto, at yarışı, iddia oynuyordum.
Gelen koliler büyüdükçe montaj becerim artmıştı. Giderek küçük çapta marangoz oldum. Ahşap ve metal eşyaları kurabilmek için takım taklavat setleri edindim. Haliyle birçok aleti ve ne işe yaradıklarını öğrendim. Doğal olarak takım çantalarımın sayısı da arttı. Bir kartvizitim olsaydı üstüne “Montajitör” yazardım. En nihayetinde, “Hayatım evde yer kalmadı,” dedim. Karım önce etrafına bakarak ne var ne yok süzdü. Bakışından dökülen sessizliğinden, bana yolun gözüktüğünü anlayacak kadar “feraset” sahibiydim. Karım gayet buyurgan, “Gitmeden şunları Ionesco kargoya bırakıver,” dedi. Gözüyle işaret ettiği yöne baktım, benim için bir valiz hazırlamıştı bile.
Valizimi ve son kargoyu alıp sokağa çıktım. Pazarın yakınındaki at hırsızının çay ocağına gittim. İki çay içtim. Valizimi at hırsızına, Mahmut’a bıraktım. Karımın elime tutuşturduğu son kargoyu iade etmek için INSC kargoya gittim. İade işlemini bitirdim ve Mahmut’un çay ocağına döndüm. Oturdum, çay söyledim. Lap diye karşıma INSC kargodan Ali oturmaz mı?
“Ağbi ne oldu? Girmenle çıkman bir oldu. Bir selam bile vermedin.”
“Kusura bakma Alicim, evden kovuldum. Daha doğrusu evde bana yer kalmadı. Aslında, kovulmadan kaçmayı düşünmüştüm ama bende o yürek yoktu.”
“Üzülme ağbi, bu gece bende kalırsın. Neler yapabileceğimize bakarız.”
Baktık. Bana bir iş lazımdı, bulduk. Daha doğrusu kargocu gençler buldu. Yeni kurulan bir kargo şirketinde işe başladım. İçinde bulunduğumuz Edo döneminde tek emekli maaşımla geçinmem mümkün değildi. Ev, kendisi de emekli olan karıma kalmıştı. Barınma sorunumu da çocuklar halletti. Ucuz yollu bir karavan kiraladım. Ev kiraları patlayınca, depremlerin de rüzgarıyla karavanlar moda oluvermişti. Bugüne dek yaşadığım semtte, mezarlığın yakınlarında park edilmiş bir karavan yeni evim olmuştu. Karavanda yaşayan komşularım da vardı. Semt meydanındaki kahvelerde Karavan Mahallesi denmeye başlanmıştı. Nedense “karavan” denince aklıma Anthony Quinn geliyordu. Hayatımız film işte.
Atılımcı biri arazisini karavan parkına dönüştürerek dağın başındaki yerini değerlendirmişti. Etrafımız çitle çevrili, tuvalet ve banyolarımız yeniydi. Halimden memnundum.
İşe başladığım kargo şirketini sloganı şuydu: Fetiş Kargo Kapıyı İki Kere Çalar! Bir film adından yürüttükleri çok belliydi. Olsun. Önemli olan akılda kalması. Neyse işe dönelim. Yaşımı dikkate alarak beni şube içinde görevlendirdiler. Önce şoför yapacaklardı ama ehliyetimin alkolden alıkonulduğunu öğrenince vaz geçtiler. Hatta işten olacaktım ama gençler araya girip tövbe ettiğim yalanını uydurunca işler yoluna girdi. Ben de gençlerin yüzünü kara çıkarmamak için canla başla çalışmaya başladım. Kısa zamanda şube içinde yapılabilecek tüm işleri öğrendim. Herkes memnundu benden, ben de onlardan.
İki ay geçmişti. Bir gün büronun kocaman girişinde paketleri tasnif ediyorduk. Yorulmuştum, belim ağrıyordu. Çay alıp ayakta, arı gibi vızıldayarak çalışan genç arkadaşlarımı izlemeye koyuldum. İçlerinden Şebelek lakaplı olan Cemil, beklemediğim bir anda şaka olsun diye bir paketi bana doğru attı. Elimde çay bardağı vardı. Havada bana doğru gelen paketi fark ettiğimde elim ayağıma dolaştı. Çay bardağıyla birlikte kucaklamaya çalıştığım paket yere düştü. Söylemesi ayıp ama yaşandığı gerçek; çay tam şeyimin üzerine döküldü. O, çoğunlukla ılık olan çayın bugüne denk gelen aşırı sıcaklığı canımı yakmasına rağmen sesimi çıkarmadım. Bütün dikkatim düşen futbol topu büyüklüğündeki paketteydi. Üzerindeki KIRILABİLİR ibaresini görünce. Eteğimdeki kaynar çayı başımda da hissettim. Hemen paketin başında toplandık. Bir tespih böceğinin açılmasını bekler gibi başına çöktük. Camekanlı bölmeden hareketliliği fark eden, müdürümüz Müberra Hanım soluğu yanımızda aldı. O gelir gelmez deve cüce oynar gibi aynı anda ayağa kalkıp çökerek ona alan açtık. Paketle yüz yüze gelmişti.
“Bunun içinden bir şey akıyor!” diye bağırınca Müberra Hanım. İçinde bulunduğumuz, boku yedik seviyesinden, cinsel bir organa tekabül eden daha üst bir seviye atladık. O kaba küfür aklıma gelince biraz önce yanan yerimde sızladı. Müberra Hanımın gözdesi Ferit eğildi paketi aldı. Müşterilerin gönderilerini paketledikleri tezgâha, adeta yatırdı. Paket çok büyük değildi. Paketi açtı. Paket, paket diyerek kelimenin eskimesine neden oluyordum, masum bir koliydi nihayetinde. İçindeki kavanoz kırılmıştı ve içinde kanlı bir şey vardı. Yanında da bir kart. Doğum günü kartı gibi. Üzerinde, “Bu senin böbreğin Ciğerimin Köşesi,” yazıyordu. Kanla yazılmıştı. Kanı gören, ekipten iki kişi diğer kolilerin üzerine bayıldılar. Müberra hanım pakete yaklaştı, başını eğdi, gözlüğünü düzeltti. “Aman Tanrım! Bu bir böbrek!” Evet yanlış duymadınız. Bu bir böbrekti. Bakmaya cesaret edenlerin ortak kararıyla bunun bir böbrek olduğu tespit edildi. Kenara çekilmiş sessizce duran atanamamış hemşiremiz Kâmil bir şey söyledi. Dudaklarından birkaç sözcüğün döküldüğünü duymuştuk ama sözcükleri anlamamıştık. Gerginliğin had safhada olduğu bu sessizlikte Kamil’in anlaşılamayan kelimeleri Müberra hanımı çileden çıkardı.
“Ne sayıklıyorsun Kâmil?”
“Bu bir insan böbreği.”
“Nereden biliyorsun?”
“Ben bir hemşireyim. Anatomi dersi aldım. Kadavra üzerinde çalıştım.”
Ferit sağduyulu bir şekilde kavanozun etrafındaki herkesi uzaklaştırdı. Gençlerden canlı bir suç mahalli şeridi oluşturdu. “Kimseyi buraya sokmayın, çabuk kapıyı da kapatın,” dedi. Yılışık Cemil, “Hemen 911’i arayalım,” diyerek sırıttı. Müberra hanım sert bir surat ifadesiyle Cemil’e bakarak, “Hemen polisi ara!” dedi.
Polis marifetiyle kavanoz adli tıbba götürüldü. Bizim ifadelerimiz alındı. O gün bir polisiye dizisi gibi geçti. Birkaç gün içinde olayı unuttuk. Merak edenlerimiz yok değildi. Merakın pek muteber olmadığı bir ülkede yaşıyorduk. Merakımızı büyüklerimize bırakıp günlük işlere verdik kendimizi.
Müberra hanım acil toplantı çağrısı yaptığında aradan on gün geçmişti. Hepimizi arka depodaki boşluğa topladı. Kargoların arasına yerleştik. Sanki koliler bizi rehin almıştı. Müberra hanım o çok bilmiş tavrıyla boğazını temizleyip konuşmasına başladı.
“Arkadaşlar geçen günkü böbrek olayını hatırlıyorsunuz. Emniyetteki yakın bir tanıdığımdan her şeyi öğrendim. Duyunca ağzınız açık kalacak. Bir doktor kendisinden ayrılan kadın arkadaşını muayenehanesine çağırmış. Biz medeni insanlarız, ayrılmış olabiliriz ama arkadaşlığımız baki demiş. Ayrıca sana söz vermiştim, şu belindeki et benini gelmişken alayım. Kadın medeni bir şekilde ayrılmalarına, kavga gürültü olmamasına çok sevinmiş. Yıllardır rahatsız olduğu benden de kurtulacağını duyunca kendini cerraha teslim etmiş. Cerrah, ayrıldığı için çok kızdığı kadının hem benini hem de böbreğini almış. Kadın kendine gelince cerrah bir de onu yemeğe çıkarmış. Kadının en sevdiği kebapçıya gitmişler. Karnını güzelce doyuran kadın yarasını bile görmeden, her şey için, teşekkür etmiş. Cerrah onu evine kadar bırakmış. Birkaç kez de pansumana gitmiş. Cerrah bir süre geçtikten sonra intikamını ifşa etmek amacıyla sır gibi sakladığı böbreği bir kavanoza koyarak kargoyla kıza göndermiş. Floresan Kutsal Meslek Hastanesinde çalışan cerrahımızın tek marifeti bu değilmiş. Organ mafyasıyla olan ilişkisi nedeniyle zaten polis tarafından takip ediliyormuş. Cerrahın sahte isimle gönderdiği paket bildiğiniz üzere elimizde patladı. Neyse ki polis titiz çalışmasıyla cerrahı yakaladı. Her şerde bir hayır vardır. Bundan sonra ne yapıyoruz? Paketlere, özellikle KIRILABİLİR etiketli paketlere daha nazik davranıyoruz. Paketlerle şaka yapmıyoruz. Dikkatli oluyoruz ki kafamıza başka organlar düşmesin. Değil mi Şebelek Cemil Bey!”
M. Bülent Bingöl
Comments