Ebrar Hanım’la buluşacağım yer yürüme mesafesindeydi. Yola çıktım. Güzel, güneşli bir gündü. Kaldırım taşlarının üstünde bir sağa bir sola hareket eden bir Japon turistle karşılaşacağımı ummuyordum. O, turistlere özgü duruşuyla bir an dondu. Yanaştım. “Can I help you?” Yanaklarını şişirdi. Kafilesini kaybetmişti. Efes’e gitmek istiyordu. Bineceği yeri ve dolmuşu tarif ettim. Eğilip eğilip selam vererek yürüdü. Hayat garip tesadüflerle dolu değil midir? Montumun iç cebinde Kiraz Çiçeklerinin Altında kitabı vardı. Ango Sakaguchi.
Dedim ya, güneşli bir gün ama etrafım beton binalarla kaplıydı. O Japon ağaçlarından eser yoktu. Akçaağaç, sakura, zelkova. Japon ağaçlarını akla getirmek bile insanı gülümsetiyordu. Binaların arasında donmuş Sevgi Yolu'nda bizim toprağımıza ait ağaçlardan da eser yoktu. Ağaçları arayan güneş binalar arasında saklambaç oynar gibi kendini göstermeye çalışıyordu. Tek tük dekoratif ağaçlar olmasa kendinizi beton bir uzay gemisinin güvertesinde hissederdiniz. Yine de hava temiz ve ferahtı. Yürüdüğüm Sevgi Yolu ana caddeye uzak, trafiğe kapalıydı. Deniz kokusu, denizi yalnız bırakarak betonun katılaştırdığı aşkı yumuşatmak için Sevgi Yolu'na kadar gelmişti. Ya da ben öyle sanmıştım. Çünkü bu semt denize oldukça uzaktı. Sevgi yolu günlük dilde sıkça kullanılan gözde yerler olsa da beton çarşılardı işte. Hissettiğim bu beton boşluğun içinde bir “flaneur” gibi kaygısız olmayı dilerdim.
Sevgi Yolu'nu bitirdim. Sağa döndüm. Türkan Saylan caddesini takip edip Wüju Kafe’ye kadar yürüdüm. Eko’nun yıllarca hayalini kurduğu Wüju Kafe’deydim. Eko köşesinde oturmuş sigara içiyordu. "Merhaba," dedim. "Gel," dedi. İşim var işareti yaptım. Ebrar Hanım’ı gösterdim. Hadi gene iyisin hareketiyle gülümsedi. Kafamı öyle bir şey değil anlamında iki kere kaldırdım. Ebrar Hanım’a yanaştım.
“Siz?”
O değildi. Masalardan birine oturdum. Cebimdeki kitap aklıma geldi. “Haydut kiraz çiçekleriyle olan münasebetini böyle böyle ertelerken hayatına başka başka kadınlar gelmiş…” Başımı kaldırdım. Wüju’nun bahçesindeki dut ağaçlarının altındaydım. İnce olan dişi, kalın olan erkek dut ağacıydı. Eko dut ağaçlarıyla ilgili bir sürü şey anlatmıştı. Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Birkaç masada gençler takılıyorlardı.
“Pardon, Levent Bey?”
“A. Evet benim. Buyurun.”
“Ebrar.”
Daha, ne içersiniz, demeden Eko bütün nezaketiyle Wüju’nun özel karışımından getirdi. WüjuJack. Tanışma faslından sonra bizi yalnız bıraktı ve köşesine gitti. Ebrar henüz Wüju’nun anlamını sormamıştı.
Ebrar çok güzel bir kadındı. Otuz-otuz beş yaşlarında, kıyafetinden süzülen parfüm kokusuyla insanı çarpan bakımlı bir iş insanı gibi görünüyordu, Masanın üzerindeki kitaba gözü takılınca dikkatimiz dağılmasın diye kibarca alıp cebime koydum. Montumu çıkardım. Yandaki boş sandalyeye bıraktım. Kitap emniyete alınmıştı. Kış başı olmasına rağmen havanın sıcak oluşundan, karşımızda duran dut ağaçlarının gövdelerinin kalınlığından, Eko ile olan dostluğumuzdan bahsettikten sonraki sessizlikte esas konu açıldı.
“Telefonda anlatmam pek uygun olmazdı. Tam olarak ne iş yapacağınızı merak ediyorsunuzdur.”
Ülke olarak karanlık bir dönemdeydik. Devlet memuru olmak için iktidardaki BLR partisinden torpil bulmak gerekiyordu. Özel sektör köle arıyordu. Belediyeler doluydu. Taşeron firmalar maaşları ödemiyordu. Elli beş yaşındaydım ve işsizdim. Emekli olmuştum ama geçinebilmem için çalışmam şarttı. Telefonda teklif ettiği ücret beni uçururdu. Doğrusu işin ne olduğunu hiç düşünmemiştim. Tam işin ne olacağını açıklayacakken garson geldi ve Ebrar’ın arabasının garaj girişini kapattığını söyledi. Hep beraber ayağa kalktık. Arabaya baktık. Arabayı ve yerini bilmediğim için Ebrar’ın baktığı yöne baktım. Başlarımız kendi zihinlerimizdeki sahneler doğrultusunda hareket ederken göz göze geldik. Televizyon dizilerindeki o uzun bakışmalar gibi yavan ve uzun değildi. Garson, “Abla!” der demez Ebrar, “Şu mavi Fort Escort,” dedi ve anahtarını avucuma sıkıştırdı. Garson, “Ağbi!” der demez koşturarak arabaya gittim. Tanrım bugün mucizeler günüydü. Araba 1972 model Ford Escort’tu. Babamın ilk arabasının aynısı. Atladığım gibi uygun bir yere park ettim. Hemen inemedim. Eski bir dosta rastlamıştım. Dört kanallı kartuş teybi yepyeniydi. Düğmesine korkarak bastım. “Dam üstüne çul serer…” Kanalı değiştirdim. “Denizin dibinde Hatçam demirden evler…” O zamanın meşhur türküleri değil mi bunlar? Babamın arabasında çalan. Kulaklarıma inanamadım. Araba çok iyi korunmuş, bebekler bebeği durumundaydı. Arabadan indim. Biraz da dışarıdan baktım, etrafında döndüm. Masaya dönmeliydim.
“Arabayı alıp kaçtınız sandım.”
Ebrar’a babamın arabasını anlattım. Mavi Escort’u görünce o günlere geri gittiğimi, duygulandığımı söyledim. Hatta kartuşlu teypte aynı türküler çalıyordu dedim. O da kendi Escort’unun hikâyesini anlattı. Çok kelepir bir fiyata ‘borç karşılığı’ almış. Bu işlerden anlayan bir arkadaşı arabayı elden geçirmiş. Araba ilk sahibinden alınmış, teybine de dokunulmamış. Gerçi astarı yüzünden pahalıya çıkmış ama yeniden doğan Escort’a âşık olmuş. Arabadan anladığından değil, her şey bir rastlantı sonucu gerçekleşmiş. Ebrar susunca ben devam ettim. Benim için önemli olan bu arabayla ilgili daha söyleyeceklerim vardı.
Babamın arabasıyla Ankara’ya annemin tayini için gitmiştik. Bu arada iki Escort da açık maviydi. Ankara’da bir devlet misafirhanesinde kalmıştık. İlk kez televizyonu orada görmüştüm. Bir kadının dans ettiğini hatırlıyorum. Babam nereye gitse ben arabada onu bekliyordum. Dört kanallı teypteki bütün türküleri dinleye dinleye nerdeyse türkücü olacaktım. Ayrıca hava hep yağmurluydu. Dönüşte yolda birkaç yerde heyelan olmuştu.
Ebrar gülerek, sabırla dinledi. Beni meraklandırdığı yapacağım iş aklıma geldi ve sustum. Konuşmayıp dut ağaçlarına bakıyordu. Eğilip montumun cebinden şeffaf poşetteki kaçak sigaramı aldım. İkram ettim. Değiştirmeyeyim dedi. “Sen bundan yak…lütfen.” Onun sigarasından yaktık. Garson iki çay getirdi. Hiç sevmediğim tombalak cam bardaklarda.
“Babandan öyle güzel bahsediyorsun ki…ben de babamı düşündüm. Kendini dut ağacına asmıştı. Fabrikada işçi olarak çalışıyorlardı annem ve babam. Sendikaya üye olduğu için ikisini de işten çıkarmışlar. Gururuna yedirememiş. Annem öyle derdi. Küçük yer, iş bulamamış, borç falan derken…”
Sanki aniden etrafı bir çaresizlik bulutu kaplamıştı. Bütün bahçeye, gençlere, dut ağaçlarına bulaşmıştı. Bir kapı açılır açılmaz kapanmıştı. Hayatı yeniden tarif edecek biri lazımdı. Sessizliği, suskunluğu, boğazlardaki düğümleri bozacak. Korkmadan konuşacak. Ellerim yavaşça cebime gitti. Kendi sigaramı çıkardım bitmemiş sigarayla sigaramı yaktım. Zaman kazanmaya çalışıyordum. Başımı çevirdiğim tarafta babamı hayal ettim. İçim buruk başımı önüme eğdim.
“Şu ana uygun düşmedi belki ama ağzımdan kaçıverdi. Bir insan babası ölünce hayatın ayırdına varıyor. Neyse bırak somurtmayı. Wüju ne demek? Nereden bulmuşlar?”
“Erkan’ın büyük oğlu yeni yeni konuşmaya başladığında babaannesine Wüju diye sesleniyormuş.”
“Dabıl yu?”
“Duble ve.”
Ebrar hafifçe dudaklarını bükerek gülümsedi. Daha ilginç bir hikâye bekliyordu sanki. Dut ağaçlarına bakarak geriye doğru yaslandı.
“Gelelim yapacağın işe: tek kelime ile söylersek emanetçilik. Tam bir emekliye göre. Sana gelen paketlenmiş malları emanete alacaksın. Sahibi gelip senden alacak. Depon hazır. Küçük bir depo. Deponun girişinde büron olacak. Büro dediğime bakma. Tam donanımlı bir daire. Ön tarafını büro olarak iş için, arka tarafını özel yaşamın için kullanacaksın. Donanımlı dedim ya; dairende her türlü eşyan mevcut. Her şey birinci kalite. Televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, kurutma makinesi aklına ne geliyorsa. Çünkü o dairede yaşayacaksın. Kira derdin olmayacak. İstersen annenle yaşa, evinizi kiraya verir ek gelir elde edersiniz, bizim için fark etmez.”
“Zaten annemle yaşıyorum.”
“Ne güzel, artık kendine ait bir hayatın olacak. Emekliliğin tadını çıkarabilirsin. İstersen yeniden evlenebilirsin bizce sakıncası yok. Bak önüne birçok seçenek çıktı.”
“Şirketin adı nedir? Ne tür mallar gelip gidecek?”
“Çalışacağın şirketin yelpazesi geniş. Kozmetik, vitaminler, vegan ürünler, sağlıklı yaşamı destekleyen şeyler…Sen bunları dert etme. Paketin üzerinde bir barkod olacak, oradan takip edeceksin. İçinde ne olduğunu yalnızca gönderici ve alıcı bilebilir. Depon mahalle içinde sakin bir yerde. Tabela falan yok. Aklına bir şey gelmesin. Tüm bunlar maliyeti düşürmek için. Çalışma koşullarına gelirsek; depo 24 saat açık olacak. Paket geldiğinde ya da alıcı geldiğinde telefonuna mesaj gelecek. Evinde dilediğince otururken mesaj ile harekete geçeceksin. Zaten çok yoğun bir akış olmayacak. Tam yaşına göre. Amacımız güvenli bir iş yapmak. Az ve öz. Pazar günleri izinlisin.”
İşkillenmemek elde değildi. Endişelerimi Ebrar ile paylaştım. O ise endişelerimin yersiz olduğunu yasal bir şirkette depo sorumlusu olarak çalışacağımı söyledi. Aramıza giren sessizlikten sonra sandalyesini bana doğru yaklaştırdı:
“Bak, biz bu işe öyle herkesi almıyoruz. Neriman teyzeyi tanırsın. Annenin arkadaşı. Onun kefil olmasıyla seni aradım. Neriman teyze ev işlerinde bana yardımcı oluyor. Kulağı deliktir, telefon konuşmalarımdan anlamış birini aradığımızı. Seni söyledi. Seninle ilgili anlattıkları tüm CV’lere on basardı. Ayrıca şirket araştırdı, seninle görüşmemi uygun buldu. Sonuç olarak buradayım. Teklif ettiğimiz ücret asgari ücretin üç katı. Tamam sen de donanımlı bir adamsın ama bu bizi ilgilendirmiyor bize güvenilir ketum biri lazım. Mühendis olman da iyi bir şey tabii.”
“Neriman teyze abartmış, mühendis değilim. Sanat okulu mezunuyum. Ebrar Hanım açık konuşalım. Bu iş benim içime sinmedi. Ya siz ne olup bittiğini açıkça söyleyin ya da beni affedin, bu koşullarda çalışmam imkânsız. Ücreti söylediğinizde havalara uçmuştum ama bir şeyden şüphelenmemiştim. Anlatamayacağınız bir şeyse, yapacak bir şey yok.”
“O zaman şu ön görüşme belgesini imzala. İmzaladıktan sonra konuşacağımız şeyleri hiçbir şekilde ifşa etmeyeceğine yasal olarak söz vermiş olacaksın. Herhangi bir şey sızdırırsan şirket gereken önlemleri almaya tam yetkilidir. Hangi yolu seçeceği şirketin yetkili kurulları belirler. İmzalamadan önce düşün boru değil ciddi bir iş.”
Çantasından çıkardığı kâğıdı önüme koydu. Şirket antetli resmi bir belgeye benziyordu. Boru değildi. Acayip meraklanmıştım. Dut ağaçlarına baktım. Başımı çevirdim Eko’yu gördüm. Bu ülkede, bu toplumun içinde çok başarılı olamamıştım ama sır tutabilirdim. İmzaladım.
“Şirket uluslararası bir şirket. Şimdiye kadar anlattıklarımın hepsi doğru ama tamamı değil. Bahsettiğim bütün işleri yapıyor. Sıradan bir kargo şirketi gibi. Asıl para kazandığı bölüm ise başka. Apandisit topluyoruz ve dünyanın birçok yerine gönderiyoruz. Evet bildiğin apandisit. Ameliyatla alınan iltihaplanmış apandisit mikroptan arındırılıp steril hale getiriliyor. Uygun şekilde paketlenip bize geliyor. Ülkenin değişik yerlerindeki hastanelerdeki ilgili elemanlarımız bunu sağlıyor. Sormadan söyleyeyim. Dünyada apandisitin kutsal bir organ olduğuna inanan büyük bir tarikat var. İçlerinde apandisitin İsa’ya dönüşeceğine inananlar var. İyileştirici olduğuna, şeytanı kovduğuna, kara büyüyü bozduğuna inananlar cabası. Diğer alıcımız apandisitin ölümsüzlüğü barındırdığına inanan doktorlar. Onlar ölümsüzlüğü apandisitlerde arıyorlar. Ne kadar çok apandisit incelerlerse sonuca daha çabuk ulaşacaklarına inanıyorlar. Bitmedi bir de yatırımcılar var. Bir gün apandisitin değerli bir şey olacağına inanıp biriktiriyorlar. Onlara göre bu bir yatırım. Hiçbir şey olmasa da bir şey olacağına inanan koleksiyonerler son kalem müşterilerimiz. Senin anlayacağın apandisit yetiştiremiyoruz. İşte sana gerçek. Bu işin yasal olmadığını söyleyebilir misin? Çöpe gidecek bir organ ki organ olduğu tartışmalı. Bir işe yarıyor. İş aş veriyor. Ülkeye katma değer sağlıyor çünkü döviz karşılığı satıyoruz. Diyeceksin müşkülpesent bir hukukçu çıkar bunun yasal olmadığını söyleyen bir yasa maddesi bulabilir. Şu an için biri çıkmadı. Para getiren, vergi doğuran hiçbir yapı şüphe uyandırmaz aksine takdire şayandır. Umarım yeterince açık olmuşumdur.”
“Şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şey…”
“Şey aslında hiçbir şey olduğu için her şeydir.”
“Bana biraz şeytani geldi,” dediğimde gülmeye başladı. Ben de nezaketen eşlik ettim.
Eko, kafelere özgü garip bardaklarla çay getirdi. Neşemizi görünce imrenmiş. Şaka yollu bana da anlatın ben de güleyim dedi. Ebrar gitmek için toparlanırken, “Neyse güzel zaman geçirdim. İkinizle tanıştığıma memnun oldum. Memnu gülüşlerimizin hikâyesini Levent size anlatır. Anlatır mısın? Sana yarına kadar müsaade. Olumlu ya da olumsuz bana dön. Vaktim olsaydı sizinle biraz daha vakit geçirmek isterdim ama dünyanın beklentileri var. Hoşça kalın.”
Ebrar salına salına mavi Escort’una giderken arkasından bakakaldık. Eko, “Bu neydi şimdi?” diye sordu. Yanıtım gayet açıktı. “İş görüşmesi.”
M.Bülent Bingöl
Comments