Yeryüzünde koşmayı keşfeden ilk kişiyim. Yüzümde kar maskesi. Elimde bir çanta. Köşelerden dönüp peşimi bırakmayan kaldırım çizgilerini eze eze kaçıyorum. Yürümek gibi değil koşmak. Her adımda bacakların arasında oluşan açının biraz daha geniş olması gerekiyor. Bir de adımların biraz daha hızlı basılması. İlk saniyeler kolay oluyor fakat gitgide acı veriyor. Her bir adımda bacaklardaki sızı artıyor. Göğüs daraldıkça gözler kararıyor. Devam ettikçe bu son adım diyorsun. Devam ettikçe yanından geçip gittiğin camekânlar ve elektrik direkleri rüzgâra karışıyor. Bir sonraki adımım son adımım olacak ve bitecek. Göğsüm genişleyecek. Gözlerim yeniden açılacak. Yok. Olmuyor. Koşmak böyle işte. Bir kere başladın mı hele bir de iyice hızını aldın mı durmak nedir bilmiyorsun. Bilmek istemiyorsun.
Sonsuza kadar sürmeye meyilli koşumu önüme çıkan polis arabası sekteye uğratıyor. Fren sesi kulaklarıma dolarken açılan kapılardan görünen polisler ellerinde sıkı sıkıya tuttukları silahları vücudumu hedef alarak boşaltıyorlar. Gözüm kararmadan tanıdık bir çift göz görüyorum. Elleri kelepçeli. Yanıma çöküp hüngür hüngür ağlıyor. "Çok özür dilerim abi, hepsi benim yüzümden" diyor.
***
Mayonezden sıkarak çıkarttığım beyaz bıyıklı adam düdük makarnama bulaşırken kapı çalınıyor. Yok, biri gelip kapının menteşelerini gevşeterek benden kapımı çalmıyor. Gelen kişi, kapının açılması için beni harekete geçiren zile basıyor. Böylece taşındığımdan beri burada yaşayan hayalet kuş bir kere daha varlığını hatırlatıyor. Hayalet kuşun sesi, çalınan kapının açılmasına dair içimde garip bir istek uyandırıyor. Köpek gibi kapıya koşuyorum. Makarnama iyice yerleşen beyaz bıyıklı adam Pavlov'a benziyor. Pavlov'un bıyıkları var mıydı ki? Bilmiyorum. Kapıyı açıyorum. Yakup gelmiş. Alt katta oturan ev sahiplerimin okul okumadığı için işsiz kaldığını düşünen ergenliğinin sonundaki oğlu. Bugün ayın biri değil. Kira günü geçeli on iki gün oldu. Kira gününe on sekiz gün var. Kirayı almaya değil bana gelmiş. "Hoş geldin Yakup." Geliyor Yakup. Benimle birlikte salona kadar geliyor. İçimdeki köpek kapıya koştuğu için tatmin, kuşu bulamadığı için kırgın.
Yerime oturuyorum. Sadece üstteki makarnalarda kalan mayonezi, çatalımı kullanarak tabağın her tarafına ve makarnaların her bir tanesine eşit miktarda bulaştırıyorum. İlk lokmayı ağzıma tıkarken yanıma çöken Yakup geliyor aklıma. Dudağımın kenarına bulaşan yaşlı mayonez adam -yaşlı mıydı ya bu adam?- tabaktaki kalın kaşıyla ne ayıp diyor. Ne ayıp! Anası babası ben miyim sanki. Çocuğu kızdırıp kızdırıp bana salıyorlar. Sanki ben bebek bakıcısı... "Bi tabak koyayım mı Yakup? Bak düdük makarnayı efsane yapar abin." Yok, anlamında kaş kaldırıyor. Yakında kazan da kaldırır bu.
"Makarna işte abi. Ne kadar efsane olabilir ki." Al işte. Cahilsin oğlum sen. Makarnadan anlamayan küçük bir cahilsin diye yüzüne yüzüne haykırmak istiyorum. Tabaktaki mayonez adamın kaşı, öyle denmez, ayıp diyor. Omuz silkiyorum. Yemezsen yeme lan, diyorum. İçimden. Kocaman bebeğe uçak geliyooor yapacak değilim. Televizyondaki banka soygununa dönüyorum. Yok, La Casa De Papel değil. İlk iki sezon iyiydi de sonrası gereksizdi sanki. Tadında bırakılsa tadından yenmezdi belki. Bu daha eski. Al Pacino yaşlanmamış. Yakışıklı bir delikanlı henüz. Elinde silah. Kapana kısılmış ama rehineleri var. Güçlü. Ya da öyle olduğuna inanmak zorunda. Polise isteklerini sıralıyor. "Abi" diyor. "Bunlar benim yakamdan ne zaman düşecek?" Yok, Al Pacino değil. Al Pacino abi der mi? Demez. Yakup diyor. Yakup der. Aferin Yakup. Böl abicim yemek keyfimi. Hiç düşünme. Bu yeni neslin Al Pacino'ya bile saygısı kalmamış. "Kim?" diyorum. Biliyorum işte. Apartman yöneticisi olan babası ile sadece bu apartmandaki değil çevredeki birçok apartmanın ev hanımlarının medarı iftiharı olan annesinden bahsediyor. Kim olduklarını bildiğimi bildiğinden doğrudan konuya giriyor. "Ya bi rahat vermiyorlar insana. Çalış da çalış. Sabah akşam aynı laf. Çalışmaktan başka şey bilmiyorlar sanki. Arıyoruz işte, bulsak çalışalım. Sonra bi de şey var, neymiş gençler iş beğenmiyormuş. Tutturmuşlar bi z kuşağı tembel diye. İş yok iş. Bu memleket böyle..." Telefonu çalıyor. Rahat bir nefes alıyorum. Akşam akşam toplumsal mesaj çekemem. Eskiden mesaj çekilirdi artık gönderiliyor. Hayalet kuşumun twitter kuşuna dönüşmesini de istemiyorum. Arayan annesi ya da babası. Yukarıdayım diyor. Hah şimdi yandık. Kabak bizim başımıza patlayacak. Tabaktaki mayonez adam, yarın da kabak mı yapsak, diyor. Yakup telefonu kapatınca daha da sinirli halde gelip yerine oturuyor. Kalkmış mıydı ki? Kalkmıştı diyelim. Telefonu çalan herkes çok önemli bir görüşme yapacakmış gibi kalkar oturduğu yerden. Benden kendisini teselli edecek, onu haklı çıkaracak sözler bekliyor. Çok bekler. Geçen sefer çocuğu gazlayınca babası beni apartman whatsapp grubundan çıkartmıştı da bir hafta dil dökmüştüm adama. Gruba geri girince de apartman sakinleri yanlış anlamasın diye, kusura bakmayın telefonum bozuldu da haber vermeden ayrılmak durumunda kaldım, gibi inandırıcılıktan eksi puan yiyen bir mesaj yazarak toparlamaya çalışmıştım durumu. Yani Yakup'un sorunları umurumda değil. Pavlov kılıklı herif aferin diyor. Her koyun kendi bacağından asılır. Yahu senin ne işin olur koyunla, bari onları rahat bırak, diyorum. Beni mayonezine takmıyor. Özlü söz kullanmış olmanın gururuyla etrafa havalı bakışlar atarken masaya inen yumruk, makarnayla dolu tabağı önce havaya fırlatıyor sonra da yere düşmesine neden oluyor. Hayır, yere düşmesine neden olan masaya inen yumruk değil, yerçekimi olmalı. Mayonez adam halıya bulaştığı yerden ben bu hallere düşecek adam mıydım diye ağlamaya başlıyor. Sen adam değildin diyemiyorum.
"Biz de çalalım," diye bağırıyor Yakup. Allah belanı vermesin Al Pacino. Akşam akşam gaza getirdi çocuğu. "Yeter abi, bitsin bu sefalet. Bu devirde çalmayan keriz zaten. Çalıp kaçalım. Daha güzel bir hayat kuralım kendimize." Ciddi mi diye gözlerinin içine bakıyorum. Gayet ciddi. Mayonez lekesi halıdan çıkmayacak gibi duruyor. Yeni halı için ayıracak param yok. Bir haftaya babasının kira yaklaşıyor ihtarları da başlayacak. Doğru diyor, daha güzel bir hayat kurabiliriz belki. "Tamam" diyorum. "Biz de çalalım."
Üç gün sonra mahalledeki kuyumcunun önünde durdurduğumuz arabadan yüzlerimize geçirdiğimiz kar maskeleriyle iniyoruz. Belimizde duran silahları içeri girince çıkartacağız. Böyle konuştuk. Konuştuğumuz gibi de yapıyoruz. İçeri girip silahları çıkartıyoruz. "Bu bir soygundur." Aksi düşünülemezdi. Kuyumcu henüz ona uzattığım çantanın yarısını doldurmuşken duyulan siren sesleri Yakup’u telaşa düşürüyor. Beni de, altınları da, daha rahat bir hayatı da bir anlık korkuya kurban ediyor Yakup. Arkasına bakmadan kaçıyor. Arabayı bile orada bırakıyor. Kuyumcuya uzattığım çantanın dolması ile Yakup’un peşinden koşma ikilemi bana epey vakit kaybettiriyor. Siren seslerini duyan kuyumcunun iyice yavaş hareket ettiğini anlayınca çantayı kaptığım gibi kendimi dışarı atıyorum. Planın şoförü Yakup olduğu için anahtarlar da onda. Polisler iyice yaklaşmışken ben de Yakup gibi koşmaya başlıyorum. Koşan insan bilir ki bir yerde bu koşuşturma bitecek. Bitmek zorunda. Kimse sonsuza dek koşamaz. Sadece koşabileceği yere kadar koşar ve yakalanır. Koşabildiğim yere kadar koşuyorum. Koşabildiğim son yer polis arabasının yolumu kestiği yer oluyor. Yakup benden önce bitirmiş koşuyu. Arabanın içinde beni bekliyor. Acaba biraz daha koşabilir miyim diye düşününce de vücuduma adres soran kurşunlar koşumu sona erdiriyor.
"Kan lekesi kolay çıkmaz," diyorum. Yakup bir koşu mutfağa gidip bulduğu bezlerle dönerken "Ne kanı abi mayonez bu, hemen temizlerim ben," diyor. Yakup sildikçe mayonez adamın yüzü kayboluyor. Halıda neredeyse mayonez bırakmayan Yakup "Çok özür dilerim abi, hepsi benim yüzümden." diyor.
Muhammed Atakur
Comments