Sahildeyim. Oltayı denize salmış, denizle kaldırımı ayıran geniş, betonarme yükseltinin üzerinde oturmuş, balık tutuyorum. Vakit akşam. Hava oldukça güzel. Sahil boyunca yürüyenler var. Kafeler tıklım tıklım. Hediyelik eşya, süs eşyası; tespih, toka, küpe, kolye, gözlük ve benzeri eşyaların satıldığı tezgâhların önü, bir dolup bir boşalıyor. Çocukların ellerinde kakaolu, vanilyalı, çilekli, sade bir neşe. Hem rengarenk hem de bembeyaz.
Arkamda bir ses,
“Rastgele!”
Dönüp baktım, tanımıyorum.
“Sağ ol!” dedim.
“Nasıl, var mı balık?”
“Pek yok.”
“Olmaz zaten,” dedi gülerek, “çünkü hepsini ben tuttum.”
Yanıma oturdu. Oturur oturmaz arkaya, aslında çaprazımızda kalan kafeye, şöyle bir göz attı. Dondurma yiyen bir çocukla kadına baktı. Önce havadan sudan konuştu, ardından da kendi ilginç balıkçılığından bahsetmeye koyuldu. Ayrılırken yine, “Rastgele!” dedi ama bu sefer pek gülmedi. İlk anki neşesi yoktu.
Kapıcıymış. Anlattığına göre görev yaptığı apartmanın çatısında şu an büyük bir balık duruyordu. “Gitmediyse tabii,” demişti. Birkaç gün önce ağını, oltasını şehrin mezarlığına atıp derinlerde gezinen büyük bir balığı yakalamıştı. Balık Vakıf Bey’i. Kaynatası olan, sekiz yaşındaki kızının dedesi olan Vakıf Bey’i.
Kapıcı, Vakıf Bey’e, torunu hakkında fazla bir bilgi vermedi, onun sekiz yaşında olduğunu, dedesinin ölümüne üzüldüğünü falan söyledi. Cenaze onu bayağı üzmüştü. Vakıf Bey düşünüp durdu. Bir çocuğa anlatılabilecek komik bir cenaze töreni kurguladı kafasında. Kurguladığı cenaze törenini torununa olduğu gibi anlatmasını istedi.
“Cenazemde bayağı güldüm, biliyor musun,” dedi deden. “Ah, nasıl gülmeyeyim! Ayıp olur, diye belki de sadece kıkırdadım,” dedi. “Bu yüzden sen benim güldüğümü duymamış olabilirsin. Hani herkes toplanmıştı da beni ortaya almışlardı ya, ninen buna çok bozulmuştu. ‘Yine yumurtayı pişirememişsin,’ diyordu bana. ‘Sarı yine ortada kalmış.’ Ben herkesin ortasındaydım ya, onu söylüyordu, sarı bendim, herkesin ortasındaki sarı. ‘Sarıyı dağıtmalıydın.’ diyordu, ninen.
Hâlbuki seninle ben, hatırlıyor musun, yumurtanın sarısını en çok da öyle seviyorduk... Beyazların ortasındayken. Bir ayçiçeği gibi. Ninen öyle dedikçe ben güldüm de güldüm, hatta sana kaş göz ettim ama sen bana bakmıyordun o sırada. Değil mi, bakmıyordun? Yoksa kısık sesle güldüğümü, kıkırdadığımı görürdün.
Beni bir de tutup el üstünde taşımasınlar mı, aman Allah’ım buna ne kadar çok güldüm, bir bilsen, bir bilsen. Bir anda uçan bir adam olmuştum, Süpermen gibi bir adam. Uçuyordum, uçtukça da gülüyordum.
Ya o arı! Mezarlıktaki o büyük çiçekleri de hatırlıyorsun, değil mi? Hani beni tam ortasına koydukları. Orada bir de arı vardı. Bana yaklaşıp duruyor.
Git, diyorum, gitmiyor! Beni sokmak istiyor, cıs yapmak istiyordu! Cıs yapmak... O cıs yapmak istedikçe ben gıdıklanıyordum. Gıdıklandıkça da gülüyordum. O sıra yine dönüp sana baktım ama sen yine bana bakmıyordun. Arı şimdi de beni sokmak istiyor ama sadece gıdıklıyor. Gıdıkladıkça burada gül gül ölüyorum! Gül gül... Beni merak etme, biz burada arıyla iyiyiz. Dedim ya, arı beni durmadan gıdıklıyor, o gıdıkladıkça da ben durmadan gülüyorum, durmadan. Ah, dur, diyorum ona, o ise gıdıklıyor da gıdıklıyor.
Hep gıdı gıdı yapıyor...
Gıdı gıdı, gıdı gıdı, gıdı gıdı...”
Kapıcı, Balık Vakıf Bey’i tutup mezarlığa atmadı. Onu olduğu gibi, öylece çatıda bıraktı. O da özlüyordu kaynatasını; biraz konuşabilir, birlikte balık tutabilirlerdi.
Kapıcı, balıkları şehre attığı büyük bir ağ ve birkaç olta ile tutuyordu. Şehre ağ ve olta atıp balık tutma merakı altı yıl önce başlamıştı. Kızı doğduktan iki sene sonra. Çatıdaydı. Aşağıda küçük kızlar, anneleri–babaları yanında yürüyüp gidiyorlardı. Kadınlar, süslü püslü, güzel ve mutluydular. Apartmanın en altındaysa bunun tam tersi. Caddede bir küçük çocuk koşarken düşmüş ama kalkıp koşmaya devam etmişti. Bir kadın, geçmişti caddeden; güzeldi, keyfi yerindeydi, sanki kaldırımlar onun yürüyüşünü bozmamak istercesine ayağının altında bir çimenlik oluyordu. Bir adam görmüştü, etrafına mutluluk saçan, eşine, çocuklarına...
O gün bacalara göz gezdirdi. Üç baca vardı, onlara büyük bir ağ bağladı, ağı şehre fırlattı, birkaç tane de olta sarkıttı aşağıya; caddeye, şehre. Balık tutacaktı. Tuttu da. Tuttuğu balıklar, Vakıf Bey gibi, insan biçiminde de oldu; pasta, mutluluk, neşe, güzellik, kişilik falan ve tabii ki de zaman biçiminde de.
Vakıf Bey, onun bu balık tutma felsefesini bir yere kadar anlıyorsa da minikleri yakalamasına kızıyordu. “Bırakalım onları,” dedikçe kapıcı, onun kaynatasını olduğunu unutup, “Hayır, en lezzetlisi, asıl bu küçük balıklardır, sen anlamazsın,” diyordu. Öyle olunca damadıyla arasına, ister istemez bir soğukluk giriyordu.
Vakıf Bey’e göre küçük değil, büyük balıklar yakalanmalıydı. Yakaladığı çoğu büyük balığın içi ne kadar geçmiş, kof olsa da... Hele yakaladığı bazı büyük balıkların düşünceleri, yaşamı sakatlayan anlattıkları yok muydu, onlar Vakıf Bey’i tiksindiriyor, deli ediyordu.
Yakaladığı büyük bir balıkla biraz muhabbet etmişti. Balık, birini işe alıyordu, ona, “Paranı, burada çalışanlar verecek,” diyordu, “sen onlara yemek yap, çay yap, ortalığı temizle,” diyordu. Ona tekrar, tekrar, “Paranı burada çalışanlar verecek,” diyordu. “Onlar ne kadar verirse hepsi senin,” diyordu. Para toplanıyordu, yemek yapan, çay yapan ve temizlik yapan o tek kişi için. Toplananlar Vakıf Bey’in yakaladığı balığa veriliyordu. Balık da onu çalışanına verecekti, işe yeni aldığına. Parayı toplayanlar; çay yapan, yemek yapan ve ortalığı derleyip toplayanı sevdiklerinden, üçüne beşine bakmayıp gereğinden fazla para topluyorlardı. Gereğinden fazla olan aslında bir asgari ücretin yarısıydı. Balık, çalışanına, toplananın yarısını veriyordu, onun için toplanan paranın yarısını, yani asgari ücretin dörtte birini. Parayı toplayanlar, bundan haberdar olup iğreniyorlardı ama bir şey yapamıyorlardı çünkü balık onların müdürüydü.
Bunu Vakıf Bey’e gülerek anlatmıştı balık. O balığı bu anlattıklarından sonra tuttuğu gibi caddeye fırlattı, ardından da elini bolca suyla yıkadı. Bolca suyla... Sanki eli hiç bu kadar kirlenmemişti. Elinden bile nefret etmişti o an. Hayır, atmamalıydı o balığı şehre, o balığı yere çalmalıydı. Böyle balıklar yere çalınmalıydı. Aklına geldikçe bunu yapmadığı için kendine kızıyordu.
Şimdi de tuttuğu başka bir balıkla konuşuyordu. Öykü yazan bir balıktı bu. Balık, yazdığı öyküleri Vakıf Bey’e anlatıyordu. Vakıf Bey, balığın öykülerini sevmişti. Damadı çatıda görününce onu tuttuğu yere yavaşça bıraktı. Damadının bugün nedense yüzünden düşen bin parçaydı.
Damadı yüzünden düşen bu bin parçayı yem olarak kullanacaktı. Ağ ve oltaları sinirle aşağıya sarkıttı. Şehir kabardı da kabardı, dalga dalga yükseldi. Ağı sımsıkı kavramıştı. Sanki şehrin ağzını elinde tuttuğu o görünmez ağ ile bağlayıp bir daha açılmamak üzere uzaklara atmak istiyordu. Acayip sinirliydi. Vakıf Bey, daha önce onu hiç böyle görmemişti. Ayağı kayıp düşebilirdi de. Onu çatıda görenler, oraya başka bir amaçla çıktığını da düşünebilirlerdi. O ise bugün tutabildiği kadar balık tutacaktı, aslında tutmak istediği tek bir balık vardı. Minicik bir balık. Şirin bir balık. Elinde gitarı olan bir balık. İlkokula giden minicik bir kız çocuğu. Minicik. Papatyalardan örülmüş tokası olan, okuluna gidip gelen minicik bir balık.
Ağı çekti de çekti. Vakıf Bey de ona yardımcı oldu. Balıkları çekiyor ama hiçbirini saklamıyordu, hepsini tekrar şehre fırlatıyordu. Acayip sinirliydi. Bir büyük hastane yakalamıştı, içinde binlerce doktorun gezindiği büyük bir hastane. Ağın orasından burasından serumlar, steteskoplar, enjektörler, filmler sallanıyordu. Hastaneyi olduğu gibi şehre fırlattı.
Acayip sinirliydi. Siniri, minicik balığı tutuna kadar sürdü. Ağda, minicik bir balık duruyordu. Şirin bir balık. Elinde gitarı olan bir balık. Papatyalarla örülmüş tokası olan minik bir balık. Minik balık caddede yürüyordu, okuldan dönüyordu. Annesiyle. Annesi ağda değildi. Vakıf Bey minik balığa karşıydı, onu tutup caddeye tekrar atmak istedi ama damadı ondan daha hızlı davranıp minik balığı ağdan aldı.
“Bu en güzeli,” dedi.
Vakıf Bey çarnaçar bu sefer ses çıkarmadı. Kapıcı o akşam en alttaki dairesine minik balıkla döndü.
Kapıcının kızı kanepede oturmuş, televizyon izliyordu. Çocuğu ile göz göze geldi. Kanepeye eğilip üstü başı balık kokmasına rağmen kızını öptü.
“Baba,” dedi kızı, “bugün balık tuttun mu?”
Bu söz üzerine onu daha da öptü, kızının kokusunu doyasıya içine çekti.
“Tuttum,” dedi, “görmek ister misin?”
Kız, “Evet!” diye sevindi, yekindi ama ayağa kalkamadı. Dün hastanede belli olduğu üzere hiç kalkamayacaktı. Bu gerçeği içine gömüp çocuğuna o tuttuğu balığı gösterdi.
“Bu tuttuğum balık küçük bir prenses,” dedi, “daha sekiz yaşında, rengarenk çoraplar giymiş, onun da altına yine rengarenk ayakkabılar giymiş, gitarı da var, papatyalardan örülmüş minicik bir tokası da ve şehirde yürüyor, okuldan dönüyor,” dedi zar zor.
“Bu benim herhâlde.”
“Evet,” diye başıyla onayladı babası onu.
“Çok yürüdüm mü baba bugün?”
Yine başıyla onayladı babası onu.
“Haydi, baba. Bugün biraz daha yürüyelim mi? Hı?”
Vakıf Bey çatıdaydı. Şehir güzeldi, ışıklarını yakmıştı. Aşağıda damadını gördü. Damadının yanında bir kadın ve çocuk vardı. Çocuk tekerlekli sandalyedeydi. Torunuydu. Torunu tekerlekli sandalyedeydi.
Vakıf Bey cenazesinde gülmüştü, belki de kıkırdamıştı ama şimdi ağlıyordu, arı onu sokmuştu.
Mehmet Akgül
Yorumlar