Bazı öykülerde, kahramanların
Leonard Cohen ile Bob Dylan
şarkıları söylediğini duyarım.
Babamın tek kardeşi ve ağabeyi amcam evinde öldü ve o hâlde, ölümünün üzerinden ancak bir hafta geçtikten sonra bulundu. Haberimiz olduğunda cesedi morgdaydı. Bu, beni epeyce üzdü. Babamsa bu vefat haberini alınca karışık duygular yaşadı. Bu duygular zannederim hem ölüm hem vefa(sızlık) hem de öfke arasında pay edilmişti. Haberle ilgili konuşmak istemedi, ağzını bir kepenk gibi kapattı. Dilinin gerisindeki zihnini böylece susturabileceğini düşünüyor olmalıydı. Geçmişe, kırgınlıklara dönmek, ağabeyiyle arasında geçenleri düşünmek istemiyordu. İlk başta ne annem ne de ben bu sessizliği bozmaya cesaret edebildik. Ama sorulmasa da ortada cevaplanması gereken koskoca bir soru vardı. Cenazeye gitmeyecek miydik?
Babamla amcam uzun süredir konuşmuyorlardı. Amcamın çocukları gibi babam da ağabeyinden uzun zamandır küçük bir vefayı esirgemiş, onu hiç arayıp sormamış, üstelik ona karşı duyduğu öfkeyi, nefreti günden güne daha da besleyip büyütmüştü. Yaşamında ona baba, kardeş, ağabey olarak sahip çıkılmamıştı, tamam da ölüsüne olsun sahip çıkılmayacak mıydı? Annem bir yokladı. O kepenk öyle bir sert inip çıktı ki annem, o soruyu sorduğuna soracağına pişman oldu. Babamın amcama duyduğu öfke, kardeş sevgisi ve pişmanlık adına yeşerecek duyguların şimdi bile ortaya çıkmasını engellemiş, onları daha tutuşur tutuşmaz sönmeye mahkûm etmişti. Öyle de olsa annem, yine nereden bulduğunu bilmediğim bir cesaretle, yalvaran gözlerle, çekine çekine, “Bari son görevimizi yapsaydık,” diyebildi. Kepenk inip kalkmadı bu sefer, sadece “peki” sözcüğünü dışarı salmak için azıcık hareket etti. Konuyla ilgili başkaca da bir şey konuşulmadı, hazırlıklar tamamlanınca hemen yola çıktık.
Defin işleminden sonra amcamın evinde, kimsenin ağzını bıçak açmadı. Hem amcamın çocukları hem de babam, bu ölümün acısının paylaşılmasını -zannederim- kendilerinde bir hak olarak görmüyorlardı. Paylaşmak da istemiyorlardı. Belki itiraf edemeseler de tüm bu olanlardan sonra pişmandılar, bu pişmanlığın dili ise insan için henüz keşfedilmemişti. Babam da dahil hepsi başlarını öne eğmiş, öylece oturuyorlardı. Onlar belli etmemeye çalışsalar da yüzlerinde, kalplerinde, düşüncelerinde, pişmanlıkla öfkenin, pişmanlıkla nefretin bir savaşa tutuştuğunu, bu savaşın ağırlığıyla başlarının önlerine eğildiğini ve altından kalkamayacakları bir durumla baş başa kaldıklarını ortamın sessizliğinden hissedebiliyordum. Ortam o kadar sessizdi ki çıt çıksa o an orada bulunan herkes korkudan kalp krizi geçirebilirdi. Bu sessizlik biraz da içlerinde irice kazıklara bağlanmış, huzursuz depreşip duran atların sesini kısmak içindi. İçlerindeki atlara atlayıp hızla buradan çıkıp gitmek istiyorlar, bunu yapamayınca da içlerindeki atların sesi duyulur diye sustukça susuyorlardı. Suskunluk, suskunluk, suskunluk... Taziyeye gelenlerde bile suskunluk. Amcamın taziyesine gelen tanıdıkları, konu komşusu bu suskunluğu doğal bir tepki olarak algılıyorlardı ama işin iç yüzü hiç de öyle değildi. Hiçbirinin konuşmaya yüzü yoktu. Konuşsalar niyetlerinin, evin kapısını, bunca pişmanlığın, acının, onlara da sirayet eden öfkenin, nefretin üstüne kilitleyip, bir an önce buradan uzaklaşmak olduğunu söyleyeceklerdi. Fakat gelen giden olduğundan bugün ve belki yarın da burada olmak zorundaydılar. Onları buna mecbur bıraktığı için içerinden amcama kızdıklarını da, huzursuzluklarından, sessizliklerinden hissedebiliyordum. Ortamda deyim yerindeyse buz gibi bir hava esiyordu.
Gün bu sessizlikle bitti. Gece ise, biraz korkudan, biraz da amcama karşı duyulan -ölümün bile silemediği- öfkeden, nefretten ötürü, hiç kimse, rahmetlinin odasında kalmak istemedi. Hal böyle olunca odaya ben geçtim. Odada, duvara monte edilmiş ancak göğsüme kadar gelen, tek sıra hâlindeki kitaplıktaki dışı kırmızı deri ciltli kalın defter dikkatimi çekti. Açıp bakınca onun amcamın günlüğü olduğunu anladım. Şöyle bir karıştırınca son sayfadakiler beni oldukça şaşırttı ve nedense de ürküttü. Günlükte öldüğü günlerin de tarihi vardı. Altında, yine kendi el yazısıyla o günlere dair notlar. Bu durum acayip kafa karıştırıcıydı. Öldüğü günlere ait olanları oracıkta okuyuverdim. Bunlar gerçek miydi yoksa -babamın onu her zaman alaycı biri olarak betimlemesine bakılırsa- bu da amcamın yine bir gevezeliği, bir işgüzarlığı mıydı? Günlükte kırık bir aynadan bahsediliyordu. Duvarlara göz gezdirdim, boy hizamda bir çivi gördüm. Çivinin altındaki belli belirsiz grilik, orada bir aynanın asılı olduğunu gösteriyordu.
Sabah ilk işim amca çocuklarına, rahmetlinin odasındaki ayna izinden bahsedip, daha önce orada ayna olup olmadığını sormak oldu. Bunu niçin sorduğuma pek takılmadılar. Varmış. Polisler, onu kırılmış olarak bulmuşlar. Aynanın ölümle bir ilgisi kurulamayınca -doğal olarak- onlar da çerçevesiyle birlikte kırıklarını da toplayıp çöpe atmışlar. O gün, pek ihtiyaç duyulmasa da eve gelişigüzel bir çekidüzen verildi. Bu, taziyeye gelecek olanlar için yapılan bir hazırlıktan ziyade, orada geçirilecek son gün olduğu içindi. Akşam, taziyeye gelen son misafir de kalkınca amcamı da ölümünü de acısını da evine kilitleyip oradan ayrıldık. Suratına olmasa da babam ve amcamın çocuklarınca bu şekilde -ellerinden sadece bu geliyordu- sanki onun yaşamına, ölümüne, gelmişine geçmişine sövülmüştü. Dilleriyle ifade edemediklerini elleriyle yapmışlar, onun anısı hatırına da olsa, evde bir gün daha kalmaya katlanamamışlardı. Amcamın tek kızı, sanki babasının -ölmüş olsa da- kapıdan çıkabileceğini düşünerek, kendi kilitlediği kapının kilidini, harekete hazır arabasından inip inip, tekrar tekrar kontrol etti. Veraset işleri falan ise sonra halledilecekti.
Babama da amcamın çocuklarına da günlükten bahsetmedim. Ne de olsa günlük onlara yazılmamıştı, dahası böyle şeyler benim dışımda sülalemizde kimsenin dikkatini çekmezdi. Günlüğe, özellikle de amcam yazdığı için öcü muamelesi yapar, “zırvalık” der, dudak bükerlerdi. “Her zamanki zırvalıklar işte,” derlerdi. O an bahsetmiş olsam bile, “Bunağın zırvalıkları,” derlerdi. Ki bu ve buna benzer konuşmalara hem babamda hem de amca çocuklarında çokça şahit olmuştum.
Bilirdim ki çocukları gözünde tüter, babamı da çok ama çok severdi ama bunu bazı olaylardan sonra hiç mi hiç dile getirmemişti amcam. Biricik kızı eşini bırakıp başka bir adamla kaçmıştı. Damadında bir suç bulamadı. Ortada bir de çocuk bırakmıştı kızı. Öfkesini teskin etmek istese de sonunda dayanamadı, silahını alıp kızının çalıştığı yere gitti, kızını sordu, söylemediler. İş çıkışına kadar bekledi. Kuzenim atik davranmayıp kaçmayı aklına getirmeseydi, amcamın attığı o tek kurşunla ölebilirdi. İş çıkışında, babasını bir köşede görünce, ne yapacağını anlayıp bağıra çağıra kaçtı ve amcamın elinden kurtuldu.
Erkek çocukları amcamın evlenme isteğine karşı çıktılar. Bu karşı çıkış, amcamın zengin olmasına dayanıyordu. Yengem yirmi yıl önce ölmüştü. Babam da girdi devreye, “Yaşından başından da mı utanmıyorsun, rahmetlinin kemiklerini mi sızlatacaksın!” diye posta koydu. O gün amcamın kafası attı, neyi varsa sattı ve parasını babamla, çocukları arasında pay etti, ardından da hem babama hem çocuklarına burada söylenmez ama ben söyleyeyim siktiri çekti. Evlenmedi de. Çocuklarını, kardeşini kaybettikten sonra, sanırım o saatten sonra bir kadının onu asla mutlu edemeyeceğini düşündü.
Öldüğü günlere dair tuttuğu notlarda, anlattıklarının gerçek mi zırva mı olduğunu anlamak için kaç defa okudumsa da işin içinden çıkamadım. Amcam, benim gözümde, doğuşundan ölümüne kadar sürecek evrimini tamamlamış gibiydi. Her zaman ne ise o olmuştu. İlkelerinden hiçbir zaman, hiçbir şekilde taviz vermemişti. Zaten arası herkesle bu yüzden açılmıştı. Ben yine de onu severdim. Çocukken deli dolu hikayeler anlatır, onunla geçirdiğim vakitleri neşeye boğardı. Bir ara şiire de merak sarmış ama bundan nedense çok çabuk vazgeçmişti. Bu vazgeçiş, şiir için yeteneğinin olmadığını keşfetmesine ya da bir şeylere kızmış olmasına mı dayanıyordu, bilmiyorum. Her şeye rağmen günlüğü gösteriyordu ki yazmaktan vazgeçmemişti. Fakat sadece kendisine sakladığı bir günlükte, o anlattıklarını yazarak ne amaç gütmüş olabilirdi ki? Günlüğü, çocuklarının, tanıdıklarının okumayacağını bile bile, anlattıklarını bu şekilde tahayyül etmeye niye yeltenmişti ki? Yazılanlar tahayyül müydü? Hem günlükte yazılanlara kimin inanmasını bekliyordu? Benim mi… ya ben tesadüf etmeseydim günlüğe... Sorular, sorular...
İçimden bir ses, amcamın günlükte anlattıklarını yaşadığına inanmamı istiyor. İnandırıcı olmaktan gayet uzak olsa da öyle olduğunu söylüyor. Okuduklarımın gerçek olabileceği hissi beni bir yerden ele geçiriyor ama bunun nasıl olduğunu açıklayamıyorum. Sanırım, buna sebep, çocukken amcama hep inanmış olmamdan, beni hiçbir zaman kandırmamış olmasından kaynaklanıyor. Evet, amcam günlükte anlattıklarını yaşamıştı, yaşarken zaten ölü değil miydi... ölüyken de yaşamış olamaz mıydı? Neden olmasındı?
İnanıyorum ki günlüktekiler amcamın hayal gücünün bir ürünü değil. Onlar, kendisinin de nasıl gerçekleştiğini bilmediği bir öbür taraf günlükleriydi. Ölü bir adamın öbür taraftayken tuttukları günlüklerdi. Bu şekilde, yaşamdan alamadığı mutluluğu, azıcık da olsa ölümden alabilmişti.
Günlüğü aşağıda, onun ağzından, olduğu gibi nakletmeye çalıştım. Pek tabii bunu yaparken de tüm anlatılanları bir öykü düzenine koydum.
İşte amcamın öbür taraftaki günlüğünün öykü hâline getirilmiş şekli.
Öldüm ve kendisinden haber alınamayan bana henüz ulaşılmış değil. Ölümümün üzerinden kaç gün geçti, bunu bu hâlimle pek idrak edemiyorum. Henüz arayan da soran da yok. Zaten yaşarken de öyle pek fazla arayan soranım olmamıştı.
Evim, on yıl önce imara açılan bir bayırda, diğer evlerden uzakta, bayırın en sonunda. İkide bir sanıyorum ki bana bir canlılık geliyor, bu canlı halimle yataktan kalkıp aynanın karşısına geçiyorum, oradan da pencereye varıp -tıpkı hayatta olduğu gibi- eve doğru gelen birileri var mı, yok mu, diye yokuşa bakıyorum. Bunun nasıl olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Bu arada kalmışlık, ölmeden önce yapılması gerekenlerin çoğunu yapmadım da ondan mı yoksa bu da her zamanki gibi yarım kalan işlerimden biri mi, tam olarak emin olamıyorum.
Belki de insan, kim bilir, son anda gözden geçirilmesi gereken bir şeyler var da, ya da vedalaşmak için kendisi ve çevresindekiler de farkında olmadan ölmesine rağmen birkaç gün, birkaç saat daha yaşıyor, ortalıkta gözüküyor. O sırada da -neredeyse orada- yarım kalan o iş pat diye tamamlanıyor. Benim durumum da zannederim böyle. Yanımda birileri olsa ona -ama hiç kimsem yok- “Bana iyice bak hele, yaşıyor muyum, ölü müyüm?” diye sorardım. Bunu öğrenmek isteyişim, ölümü kabul etmek istemeyişime ya da dünyaya bağlılığın bir sonucuna dayanmıyor. Hayır, benim yaşımdaki biri yaşam gibi ölümü de, kendi adına yedi gün yirmi dört saat açık olduğunun bilincinde olarak, çoktan içselleştirmiştir. Evet, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ölüyüm, bunu biliyorum ve öldüğümden beri evimden hiç çıkmadım.
Bir kalp rahatsızlığı yaşayınca, ki ben hep kalp rahatsızlığı yaşamışımdır, “Vaden geldi senin!” deyip yatağıma uzanıvermiştim, zar zor, hırıltılı hırıltılı nefes almaya çalışırken, “Haydi,” dedim, “haydi, ha gayret! Son nefesini veriyorsun, dayan kuzum.” Sanki midem yanmış da midemdeki -ne ise- ağzıma gelmişçesine o an göğsüm bir indi bir kalktı ama işte nedense hâlâ uyanıp duruyorum. Bu uyanma her zamanki uyanma mı, başka bir uyanma mı, bilmiyorum.
Acıkmıyorum, üşümüyorum, kırçıl sakallarım uzamıyor, tuvalete de gitmiyorum. Yaşarken tam da bunları istiyordum ama bu da insan olma onurumu elimden alırdı sanırım. Telefon çalmıyor, çalıyorsa da duymuyorum. Bu hâldeyken bunun tadını çıkarmalı mıyım, bunu da düşünmedim değil, yalnız bir ölümün tadı nasıl çıkarılabilir ki? Şimdi kalkıp da -hemen uykum gelmezse- neredeyse yüzüne hiç bakmadığım o telefonu elime alıp -yapabileceğimden şüpheliyim- Bakkal Ahmet Efendi’yi arayarak, “Yahu, bir haberim var”, o da “Hayırdır inşallah!” deyince “hayır, hayır, öldüm yahu, öldüm!” mü demeliyim? Kim inanır böyle bir şeye? İşte kaç gündür uyuma, ardından duvardaki saatten, dolayısıyla da zaman mefhumundan azade olup -ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir uyanıklık hâli- uyanmayla odadaki küçük duvar aynasının karşısına geçme, pencereye varıp gelme, tekrar ansızın uyuma...
Aynanın karşısına ilkin, rahmetli mi yoksa o bildik ben mi olduğumu öğrenmek için geçtim. Aynada ne rahmetliyi -ölünce kendimden başka bir şey göreceğimi düşünüyordum- ne de kendimi görebildim. Ayna sanki bana oyun oynuyordu. İçinde bir geçide sıkışmış bir gergedan duruyordu. Mühim dediğim mesele buydu. Kendimi yokladım, ağzımı, özellikle burnumun üstünü, büyük bir çıkıntı aradım. Ben, bendim. O an korktum. Korkumu biraz olsun teskin edince, her uyanmada aynanın karşısına geçip gergedanın durumunu gözlemlemeye başladım. Tabii aynayı kırmadım. Hani, o büyük öykücünün kafasının içinde, kara kuru bir çocuk ona oyunlar oynamıştı da, o da aynayı kırmıştı ya. Yok, kırmadım, gergedanı kırmak istemedim. Gergedan sıkıştığı geçitten kurtulmak için var gücüyle çabalıyor, lakin bu çabasını bir nihayete erdiremiyordu.
Durumum kadar aptalca bir fikir olsa da gergedana dokunmak için elimi duvardaki aynaya uzattım. Parlak yüzey, elimin aynanın ötesine geçmesine izin vermedi. Ölüm de hayat gibi parlaklığı sadece gösteriyor, onun içinde olmaya izin vermiyordu. Sesin işe yarayabileceğini düşündüm lakin bir gergedan için hangi nidanın kullanılabileceğini bulamadım... Kedi, köpek, keçi, inek, at vesaire hayvanlar için onları muhatap aldığımızı bildiren nidalar vardı ama bir gergedana ne söylenir, nasıl seslenilirdi ki? Mesela ona, “Günaydın gergedan kardeş!” denir miydi? Çokça, “Hey! Ho!” diyerek şansımı denedim. Bir kıpırdama olmadı gergedanda, dikkatini çekemedim. “Hey, hey, ho, ho!” diye ünlemeye devam ettim. Ses sanki yankılanıyordu. Acaba o mu bana sesleniyordu, ben mi ona? Aynadaki yoksa ben miydim? Sıkışıp kalmış ben. Hani bir kavanoz kapağı üretim hatası nedeniyle açılmaz ya, acaba hayatta olduğu gibi ölümde de arada mı kalmıştım? Kapak sanki bir türlü açılmak istemiyordu.
Aksiliğime, bir ortama girdiğimde ortamdakileri düşüncelerimle ürkütüp kaçırtmama bakılırsa aynadaki bendim. Yıllardır görüşmediğimiz çocuklarımın, en son görüşmemizde, “Senin devrin bitti!” demesine de bakılırsa elbette bendim. Her hâlimle, eski kafalılığımla soyu tükenen biriydim. Herkesten uzak bir yerde yaşıyordum. İmkân olsa, cenazemde bile, ürküttüklerimi yine düşüncelerimle ürkütüp kaçırtmak isterdim. Bir gergedan olarak onları inlerine kadar kovalamak isterdim.
Düşüncelerim, herkesi ürküttüğü ve değer akçe olarak da kabule layık görülmediğinden günden güne eve kapanmıştım. En son -yıllar önce- çoğu okuryazar olan bir arkadaş meclisinde, eleştirdiklerinin uzantılarında boy gösterenlere “iğrençsiniz” dedim, “çıkarcısınız” dedim, “alçaksınız” dedim, “sizin ipinizle kuyuya inenin...” dedim, en sonunda da “ayna kırmayı öve öve bitiremiyorsunuz ama siz iğrenç aynalarınızda kendi iğrençliğinizi ve düşüncelerinizi iğrenççe çoğaltıyorsunuz, merak ediyorum, acaba aynaya bakınca ne görüyorsunuz, sizler de aynalarınızı kırmayı düşünüyor musunuz?” dedim.
Herkesin kapısını vurup çıktım. Ne gerek vardı bütün bunlara diye kendime çokça sordum, gerek var mıydı böyle ürkütmelere, beni az buçuk adam yerine koyup dinleyenlere, akrabalarıma böyle sitem etmeme? Vardı. Bütün o akrabalıklar, dostluklar, arkadaşlıklar, ilişkiler, samimiyet kaidesi üzerinde yükselmiyorsa neye yarardı ki? Bu düşüncelerimle, bu hâlimle çevresine huzursuzluk veren bir gergedana dönüşmüştüm demek ki. Nerede görülsem orası, bu huzursuz gergedandan kaçılan ve sonunda sadece boşluktan, kimsesizlikten ibaret olan bir yere dönüşüyordu. Zamanla dünyam, benim açımdan boşluk denen bir yörüngeye oturmuş, orada dönüyordu. Güneşsiz, aysız, yıldızsız, ışıksız... Aynadaki bendim, evet, ben. Başka ne olabilirdi ki...
Şimdi “Ho!” diyerek seslenip sıkıştığı yerden çıkmasına yardımcı olmaya çalıştığım gergedan, bendim. Oysa diğerleri beni sıkıştığım yerden kurtarmak yerine ho, ho! deyip iteleyerek daha da sıkıştırmaya, ho, ho! diyerek daha da fazla ürkütmeye çalışmışlardı. Ho da ho! Ho da ho! Ho da ho!
Hayatım tümden ho da ho, ho da ho’ydu! demek ki.
Ho da ho! Ho da ho! Ho da ho!
“Ho, ho!”
Yok, gergedan debelenip duruyor sıkıştığı yerde, tıpkı benim gibi. Çıkamıyor. En son uyanışımın hangisi olacağını düşünüyorum. En son uyanışım hangisiyse onda gergedanı aynadan çıkıp gitmiş olarak görmek istiyorum. Hayattayken tek istediğim şey şu, derler ya, ölüyken benim de tek istediğim şey, gergedanın oradan çıkıp gitmesi. O, oradan çıkıp giderse o zaman ben de onunla çıkıp gitmiş olacağım. Bu bir çıkara dayanmıyor. Bu, hayatla mücadelemin özetine dayanıyor. O, oradan çıkıp giderse sanıyorum ki hayatım baştan sona doğrulanmış olacak.
“Zorla kendini,” dedim, “derin soyulacak, orandan burandan, sonradan üzerinde, kalbinde kuruyacak kanlar akacak ama bunu kafana çok da takma, n’olur sadece zorla, o geçidi geçmek zorundasın, yoksa bak, aynayı kıracağım...”
Aslında gergedan ve durumum dışında her şey tamamdı. Hatırladığım kadarıyla ölmeden önceki günüm ve öldüğüm gün, benim adıma, içinde hem melankoli hem de huzur barındırıyordu. Köpürüp köpürüp devam eden akışın sonuna geldiğimi o iki günde daha fazla hissetmiştim. Yaşamın hakkını nasıl vermişsem ölümün de hakkını öyle vermeliyim, diye düşünmüştüm. Koskoca evrende -diğerleri öyle düşünmese de- bazen yayla çiçeği olarak bildiğin dünyadan işte sen de “gidiyorsun”a yakın bir şeyler geçirmiştim içimden. Öyle hatırlıyorum.
O iki günde tüm hayatım boyunca olduğu gibi, geride kalanlara arkamdan laf söyletmemek için, ev temizliğini tekrar tekrar yaptım, perdeleri yıkadım. Ortada, birilerini şaşkınlığa sevk edecek hiçbir şey bırakmadım. Bütün bu hazırlıklar, herkesi eninde sonunda ziyaret eden o büyük, kadim misafir için değildi. Her şey yerli yerinde ve tertemiz bulunsun istedim. Şimdi kendime diyorum ki evet, bir gergedan ahlâkı da böyle olur. Bir gergedan arkasından kendine asla laf söyletmez.
İyice hâlsiz düştüğümde sobaya odun atıyordum. Yatağa uzandım. Soluğum sanki ateş gibi etkisini yitirip sönüyordu. Yattığım yerden pencereye son defa birkaç kez baktım, burcu burcu kokan tüm o yayla çiçeklerini gördüm. Göğsüm, o sırada kalkıp indi.
Dünya üzerindeki son durumumu, kendisinden uzun süredir haber alınamayan kişinin cesedine ulaşıldı, diye vereceklerdi. Vakti zamanında edebiyatla az buçuk iştigal ettiğimi hatırlayan da çıkarsa belki birkaç cümleyle de amatör şairliğimden bahsedilecekti. O kadar! Ama yatağımda boylu boyunca uzanan bir ölü olarak bulunmam, beni bulanları ilkin şoka uğratsa da perdelerin bembeyaz, her şeyin yerli yerinde ve tertemiz oluşu, sobanın zemininde bile hiç odun kırıntıları bulunmayışı ölümümün huzurlu bir ölüm olduğuna beni bulanları ikna etmeye yetecekti. Ölümüm, asla, geber, diyenlerin istediği gibi bir ölüm olmayacaktı, otopside ölüm sebebime, huzurdan öldü, yazacaklardı.
Gelen birileri var mı, diye sık sık pencereye gittiğimi söylemiştim. Gelen birileri ikimiz için de bir müjde olacaktı. Bu müjdeye sanki benden çok gergedanın ihtiyacı var gibiydi. Kaç gündür sıkışıp kaldığı o geçitte, gözümün önünde can çekişiyordu. Sonunda birkaç kişi yokuşta göründü, eve doğru geliyorlardı, ona müjde verebilirdim. Gelenler, nasıl olmuşsa, beni en sonunda akıllarına getirmişlerdi.
Sevinçle, “Hey, Gergedan, geliyorlar, buldular bizi yavrum, buldular,” diye bağırdım.
Bu sözlerimle birlikte geçitteki kayalar kıpırdamaya başladı. Eve iyice yaklaşmış olmalıydılar, duymasam da birazdan kapı vurulacaktı. Gergedan, bu sefer bütün gücüyle, son bir gayretle, derisinin orasının burasının soyulmasına da aldırmadan her zamankinden daha fazla çaba gösterdi. Her çabasında, derisinin soyulan yerlerinden oluk oluk kan akıyordu. Hani neredeyse insanın üstü başı terden sırsıklam olur ya, öyleydi.
“Ha gayret Gergedan, ha gayret!” dedim.
(Yedinci günün devamını buraya günlükten olduğu gibi aldım.)
Ayna, gergedanın soluğuyla ve oluk oluk akan kanının sıcaklığıyla buğulandı. Buğudan bir şey göremez olunca zamanımızın geldiğini anlayıp bu son günümüzü yazmak için masaya oturdum. Ben yazarken gergedan aynayı kırıp odada bitti.
Gözlerindeki mutluluğu görebiliyordum. O, bu çabasıyla, gösterdiği kahramanlıkla özel bir ismi hak etmişti. Ona Koca Oğlan, dedim.
“Hoş geldin, Koca Oğlan!”
Masaya sokuldu, beni rahatsız etti, sanki oyun oynamak ister gibi bir hâli vardı.
“Dur,” dedim, “dur, Koca Oğlan, sen bir kedi değilsin, dur da yazacaklarımı dinle, sonra bol bol oynarız.”
Aynanın kırılmış olması hem Koca Oğlan hem de benim için müthiş bir olay oldu. Bir aynanın kırılmış olmasına hiç bu kadar sevinmemiştim.
Tabii, bununla mutluluğun sadece öbür tarafta olduğunu söylemiyorum. Dünyada ona erişebilen için mutluluk, bazen bir kedide bazen de dünyaya gözlerini bir kez daha açmış olmanın gizemindedir. En zoru ise, ulaşabilen için, o yüksek yaylaların kuytularında açan yayla çiçeklerindedir.
Evet, dünya ve hayatım, hayalimde bir yayla çiçeği idi ama netice itibarıyla benim adıma ayna kırıklarının toplamından başka bir şey olmadılar.
Koca Oğlan’ın odada bitmesiyle tüm yayla çiçeklerinin kokusu odaya sinmişti. Onların kokusunu iyice içime çektim. Birazdan Koca Oğlan’la yayla çiçeklerinin kokusunu takip ede ede o yüce yaylaya doğru yola çıkacaktık.
“Bak, burayı iyi dinle Koca Oğlan, burada ne yapacağın yazıyor,” dedim.
“Gel Koca Oğlan, gel!”
Koca Oğlan, aynaya nasıl girdiyse o ufacık açıklıktan da göz kapaklarımın altına giriverdi, girmesiyle de gözlerim kapandı.
“Anladın mı Koca Oğlan, şimdi günlüğü yerine koyacağım ve yatağıma uzanacağım, seni az önceki gibi çağıracağım, sen de göz kapaklarımın içine gireceksin,” deyip günlüğü yerine bıraktım.
Günlük burada bitiyordu. Bu kısmın altına, okudum ve sana inanıyorum Koca Oğlan, yazdım.
Onun da altına “Günlüğün yayla çiçeği kokuyor ey Koca Oğlan, yayla çiçeği!” diye not düştüm.
Mehmet Akgül
Comments