top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Akgül- Hiçbir Şey Olamayan Otobüs Kaptanı

Ona terminalin dışında, sigara içilen bölümde denk geldim. Diğer üç otobüs kaptanı ile bir de muavinin oturduğu masadan ayrı bir masada oturuyordu. Elli yaşlarında vardı, bayağı da cüsseliydi. Masasında, çayla birlikte tütüncülerde satılan şu ucuz sigaralardan birini içiyordu. Üzerinde, dönüş seferinden ziyade, yeni sefere çıkacağını belli eden, birkaç saat önce ütülenip de giyilmişçesine tertemiz ve hiç kırışığı olmayan beyaz bir gömlekle siyah pantolon vardı. Lacivert de bir kravat takmıştı. Siyah kunduralarının yeni olmamasına rağmen özenle boyanıp parlatıldığı hemen, ilk bakışta anlaşılıyordu.

Tüm bu özenli giyim kuşamı ve sağlıklı, tıraşlı yüzü, cüsseli bedeniyle de birleşince gittiği yerlerde korku ve endişeye sebep olup buna mukabil, tanınmamış olmanın verdiği merakla da saygı uyandıran bir Orhan Kemal karakteri ortaya çıkarmıştı. Boğumlu parmakları arasına yerleştirdiği sigarasını içerken ve çayını yudumlarken takındığı ağırbaşlılıktan, bekleme odasına, gün görmüş ve birçok badire atlatmış insanlardan neşet edip aynı zamanda da onları düşünceye sevk eden ve bu nedenle de ortamı, ister istemez sükûta boğan havaya benzer ağır bir hava yayılıyordu. Yalnız bu havada, yanlış giden bir şeyler de var gibiydi çünkü az ötesindeki diğer otobüs kaptanları ve yanlarındaki tek muavin, bu havadan bihaberdiler. Belki de onunla uzun süredir tanıştıklarından benim aksime bu havanın etkisinden kendilerini az buçuk muaf tutuyorlardı.

Salonda bekleyen benden başka, orta yaşta bir erkek yolcu daha vardı, Karst marka tek valizini oturduğu masanın arkasındaki duvara dayamış, bir köşede çay içip poğaçasını yiyordu. Konuşulanlara kulak kabarttığı söylenemezdi. Ortadaki ilginç sohbet ya ilgisini çekmiyor ya da yolculuklarda öğrenmişti ki anlatsan da dinlesen de her şey yolculuk bitene kadardı, öyleyse anlatmasan da dinlemesen de olurdu. Kendimden de bilirdim ki yolculukta göz, kulak, gördüğünü, duyduğunu, gördüğü ya da duyduğu ne kadar ilginç olsa da bir iki gün içinde hafızanın derinliklerine itiverirdi. Yalnız, içimden bir ses bu durumun bu sefer farklı olacağını söylüyordu.

Kaptanlar çay söyleyecek olunca tek başına oturan kaptana da seslendiler, “Çayını tazelesinler mi, baba?”

Bu teklifte samimiyetten ziyade, benim o an nedenini bilmediğim, gizli bir istihza da vardı.

Cevap vermeyip başını salladı. Çaycı masalara çayı bırakıp çekilince ötekiler, “Anlatsana be baba, nasıldı senin şu felsefen?” diyerek gülüp sataştılar ona.

O, bu gülüşmeleri kendisine gösterilen bir yakınlık olarak algılayıp, “Hangisi?” dedi.

“Hangisi olacak baba, börtü böcek felsefesi işte!”

“Ha, şu felsefe. Durun anlatayım,” dedi.

Sigarasından bir nefes çekti, çayından bir yudum aldı, anlatmaya başladı.

“Şimdi altımızda teker, onun da altında yol, onun da altında toprak, onun da altında solucan ve börtü böcek. Tersinden gidersek en altta börtü böcek, solucan, onun üstünde toprak, onun da üstünde yol, onun da üstünde teker, onun da üstünde otobüs ve nihayetinde bizler. Bizler ki birer eşref-i mahlukatız, tekeri ve otobüsü icat ettiğimiz için de en üstteyiz ama gün gelir börtü böceğin, solucanın yanında oluruz ki onun için kaptanım diye öyle kasım kasım kasılmayalım, vitese de öyle şak diye asılmayalım.”

Ötekiler, “Yaşa be baba!” diye bağırdılar.

O da onların coşkusuna ortak olmak istiyordu ama nedense kendini tutuyordu. Yine de hafifçe tebessüm etti. Belli ki bu, onun konuşması için diğerlerince girizgâh niyetine bir davetti ve o da daveti seve seve kabul etmişti. Konuşmasını sürdürdü.

“Her şey yolundaymış, kalkabilirmişim. Nah yolundaymış!”

Diğerlerini güldürdü bu söz.

“De bakayım bana, gittiğin yoldan başka yola direksiyonu kırabiliyor musun? Yok. Yolundaymış eşşoğlueşek, ne anlarsın sen yoldan.”

Öfkelenmişe benziyordu, sözcükler ağzından bir tirat gibi çıkıyordu.

“Kolay mı lan otobüs kaptanı olmak? Deyyus, ne bilecek, bir hayatın, bir yolculuğun kaptanı olmuş mudur ki hiç?”

“Olmamıştır baba, olmamıştır,” diye onu onayladı kaptanlardan biri.

“Bir otobüs teslim etsen ne yapar, götürür şarampole yuvarlar, haksız mıyım?”

“Haklısın baba,” dedi aynı kaptan.

“Haklıyım ya... Kaptanlık senin tamam demenle tamam olmuyor ki. El, ayak, düşünce hepsi bir arada, aynı anda olacak. Kalkmış, tamam, diyor, biz bilmiyor muyuz lan tamam olup olmadığını!”

“Bilmez miyiz baba,” dedi az önce söze karışan kaptan.

Kimden bahsettiklerini pek anlamadım, herhâlde seferden önce, onlarla gevezelik eden şu değnekçi, simsar ya da çığırtkan olarak bilinen kişileri kastediyorlardı ya da yazıhanedeki görevlileri... Sözleri, az önceki ağırbaşlılığını bende biraz örselemiş gibiydi. Sözlerinde hayattan mı okumaktan mı damıtıldığını bilmediğim ince düşünceler olsa da sinirli bir kişiliği olduğu belliydi.

Onlara dönüp, “Siz şimdi Abdüş’ü de anlat dersiniz,” dedi.

Ötedekiler evet anlamında kafalarını salladılar.

“Dedim ki bizim Abdüş’e, öp bakayım lan kraliçemizin elini. Abdüş anlamadı. Lan Abdüş, Güdük Abdüş, düşüncelerin de senin gibi güdük, senin gibi cücük kalmış, yine anlamadı.”

“Abdüş’e yetiştiririm ha baba!” dedi tek muavin.

“Yetiştir oğlum, yetiştir, n’olacak. Abdüş bir şey diyemez bana, cürmü kadar yer yakar.”

“Sen bilirsin baba, demedi deme.”

“Boş ver sen şimdi Abdüş’ü de anlatacaklarımı dinle. Bir ana geldi, öyle yaşlı, ötesinde berisinde mahiyeti. Allah uzun ömür versin, bir ömre kim bilir neler neler, kaç savaş sığdırmıştır. Kim bilir, mahiyetindekilerini o güne kadar nasıl da koruyup kollamıştır. Yüzüne bakınca neler çektiği bizim yollara benzeyen o derin kırışıklıklarından anlaşılıyor ama bizim Abdüş bunları anlamaz. Bunlar ince düşünceler. Ana dedimse tam ana, sizin anlayacağınız bir kraliçe. Tabii kolay mı bu hayatta ordusuz, ülkesiz, bayraksız, devletsiz kraliçe olup da yoluna devam etmek? Kolay değil. Ben böyle kaç kraliçe taşıdım. Bilirsiniz, bu kraliçeler en çok doğudan çıkar. O da belli ki bir savaşı omuzlayıp benim otobüse denk gelmiş. Abdüş oğlum, dedim, anayı yorma. Ana da, sağ olasın evladım, dedi. Ne demek ana, vazifemiz size hizmet etmek, dedim. Kavimler göçüymüş, asıl kavimler göçü işte bu arkadaşlar, siz parça parça olduğuna bakmayın. O parçaları toplasak Hun İmparatoru Attila’nın ağzı açık kalırdı. Bu sebeptendir ki sizi bilmem ama ben kendimi modern bir at sürücüsü olarak görürüm.”

“Öyle ya baba, öyle,” dedi kaptanlardan biri.

“Dur hele, dur Abdüş diyordum. Bizim Abdüş’te kafa yok. Oğlum Abdüş, gidip geliyoruz, değil mi? diye sordum bir keresinde. Yüzüme alık alık baktı. Abdüş, dedim, senin hiç gidiş gelişlerin yok mu evladım? Gidip geliyoruz ya Kaptan, dedi, yoksa gidip gelmiyor muyuz, anlamadım meseleyi. Anlamaz tabii, bilirsiniz Abdüş’ü, ona göre gelgitler, iki şehir arasında gelip gitmek. Hem de benim yanımda. Severim onu sevmesine de keratayla mühim meseleler konuşulmuyor ki. Dinine yandığım biraz öte dünyadan çaksa, çakmıyor. İstiyorum ki ben şöyle gazı körüklemişken öte dünyadan konuşalım, o da o sıra diye ki, ooo Kaptan, o iş bizim için çocuk oyuncağı, kaç sefer düzenledik alimallah, o seferden de alnımızın akıyla çıkarız. Ben de diyeyim ki, çıkar mıyız be Abdüş? Çıkarız ya Kaptan, o ne ki. Biz bu yolda neler neler gördük, ondan mı korkacağız. Yok, bizim Güdük Abdüş’ün aklı böyle şeylere çalışmaz, böyle şeyler düşünemez, onun için de böyle şeyler söyleyemez.”

Sigarasından derin bir nefes çekti.

“Ne yaparsın baba işte, yanında gide gele öğrenecek,” dedi muavin.

“Yok öğreneceği, kaç yıldır yanımda. Muavin değil de bir orman bekçisi sanki. Ormanda gezinir gibi gezinip duruyor otobüsün içinde. Bir ağaca yetiştirir gibi, bir yolcuya su yetiştiriyor, ağaçlardan aşağıya dökülenleri topluyor, ormanın altını silip süpürüyor. Sizin anlayacağınız minicik fidanları, koskoca ağaçları saksılarına yerleştiriyor.”

İlk defa gülüyordu, keyiflenmiş gibiydi.

“Bas gazaymış,” dedi, laf lafı açıyor faslını geçmiş olduğu belliydi. Konuşmaları, düşünceleri yola çıkmış bir otobüs gibi oraya buraya girip çıkıyor, konuları aynı minvalde devam ediyor gibi görünse de inen, binen birbirinden farklı yolcuları anımsatıyordu.

“Nereye kadar basacaksın, duruyorsun işte sonunda. Yahu kardeşim, hayat bir yerinde, sayın yolcular, bundan sonrasına atlarla devam ediyoruz, demiyor mu? Diyor. Kimsenin anladığı yok. Bunu bir defasında anonsla duyurdum yolculara. Sayın yolcularımız, elimizde olmayan sosyo-ekonomik, jeopolitik, evrensel, kuramsal, metafiziksel ve envai çeşit sebeplerden dolayı yolculuğumuzun bundan sonrasına atlarla devam edeceğiz. Dikiz aynasından izliyorum yolcuları. Hepsi de hınk diye ürperdi, ne oldu, diye birbirlerine bakıp olayı anlamaya çalıştılar. Yahu, mola, dedim mola. Güldüler. Bilirsiniz beni, bazen böyle güzellikler yaparım.”

“Bilmez miyiz baba, kaptan değil, feylesofsun maşallah!” dedi kaptanlardan biri gülerek.

Konuşmaya kendini öyle kaptırmıştı ki sanki anlatmıyor da anlattıklarını yaşıyordu.

“Kaç adam taşıdım ben... Kaç kadın, hepsini nasıl da omuzladım. Kaç güzel düşünce, farkında olmadan kaç kirli düşünce... Kimsenin haberi olmadan şehirden şehre tazecik gelinleri mi taşımadım, evden kaçanları mı... Kaç ümitsiz için çayırlara sürdüm otobüsümü... Az mı taşıdım daha bıyığı terlememiş askerleri vatanlarına, kimsesizleri kaç defa bir yol kenarında bırakmak zorunda mı kalmadım, bir bilseniz, kaç aşığı çöllerine götürüp bıraktım arkadaşlar. Eee, motor mu dayanır buna, patron iki de bir beni sıkıştırıp diyor ki, motor bozulmuş. Bozulur be, ne yapayım? Onun derdi para. Siz söyleyin arkadaşlar, dini imanı para değil mi onun?”

Kaptanlardan biri başıyla onayladı.

“Para ya baba, vallahi anamız ağlıyor direksiyon başında.”

Onun sözünü kesip akıp giden konuşmasına devam etti.

“Çok zaman önce bir gün zam isteyince patron çekti beni karşısına. Bak oğlum, efendi adamsın, birkaç şey söyleyeyim ama alınma ha, sözlerimin hepsi o kalın kafanın alması için, dedi. Hayatta iki şey vardır, diyerek de konuşmasına devam etti. Onların arasında olmamaya bak ama aradasın. Ya okuyup adam olacaktın ya da tüccar... Sen aradasın, onun için ne darıl ne öfkelen, talihine şükret ki kazanın kaynasın. Eğer ki bu saatten sonra okurum, ticarete atılırım diyorsan o başka.’

Bokuna yandığımın dünyası, dedim, parası olana beni nasıl da böyle rezil ediyorsun. Okumadık, ticarete atılmadık diye suç bizde mi arkadaş. Vermedi zammı, şeytan dedi ki kır direksiyonu da görsün dünya kaç bucakmış ama korkarım ben Allah’tan. Tövbe çeke çeke çıktım sefere. Aradaymışım. Arada olmam mı lan, hep iki şehir arasında. Anlayacağınızı sanmam ama söyleyeyim kardeşim.” Burada sanki bir kumarbaz gibi elini yükseltti. “Gide gele biz de yolculara benzedik. Düşüncelerimiz, duygularımız onların düşüncelerine, duygularına... Bir bakarım, daha dünyayı tanımayan biri, almış yanına kalbini, hayallerini; düşüncelerle sarıp sarmalanmış, geldiği yere hiç benzemeyen bir şehre götürüyor; bir başkasını görürüm, yenik düşüncelerini toplayıp gelmiş; o şekilde yaralarını sarıp sarmalayacağını düşündüğü memleketine geri dönüyor. Bizlerin arkadaşlar, bir yanı kalplere yaslanıyor, bir yanı düşüncelere. Umarım ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”

“Anlamaz mıyız baba,” dedi kaptanlardan biri. Bu arada çaylar tazelendi.

Nasıl bir kaptandı bu? Böyle bir kaptan olabilir miydi? Olma ihtimaline karşı şöyle düşündüm. Demek ki otobüsünün bir yerlerine zula ettiği kitapları var, onları seferlerde, molalarda okuyor. Başka türlü bu düşüncelere nasıl erişebilirdi ki? Yok, kaptanları küçümsediğimden değil, yolculuklarda bazılarına eşlik etmişliğim vardır; otobüsten, arabadan konu açılmamışsa sohbetleri gayet dinlenir adamlardır. Gün görmüş olduklarından duyguları, düşünceleri şaşırtıcı derecede olgundur. Yalnız karşımda konuşan, diğer gördüğüm bütün otobüs kaptanlarından farklıydı. Pek benzemese de bu, bana çocukken annemden dolayı gitmek zorunda kaldığım SSK hastanesinde, her defasında kendisine tesadüf ettiğim, her daim takım elbiseli, çantalı olan bir adamı hatırlattı. Bilmiyorum ama elindeki çantadan onun bir mümessil olduğunu sanıyorum. Doktorun odasına girmek için beklerken ya da ilaç kuyruğundayken kendini tutamaz aniden, “Siz,” derdi, “Zeki Müren’i bilir misiniz? Bin kadar bestesi vardır, bin kadar!” Bunu bir kez söylemekle yetinmez, birkaç defa, her defasında bir öncekinden daha yüksek bir sesle bağıra çağıra yapardı. Hakikaten bir ilaç mümessili miydi yoksa hastaneden çıkamayan, Zeki Müren aşığı bir meczup muydu? Bunu o gün de bilmiyordum, bugün de bilmiyorum. Bu kaptan da nedense bana onu çağrıştırdı.

“Bozulmaz mı motor, bozulur ya, bozulur,” dedi tekrardan.

Ne kaptan ne de muavin olan birinin bekleme salonuna damlamasıyla konuşmasını sonlandırdı.

“Eee ağalar,” dedi yeni gelen, “ne var ne yok, sohbetiniz bol olsun.”

Bunu söylerken gülmüştü, tek başına oturan kaptan birden ilk gördüğüm andaki vakur hâline döndü. Ötedekiler, yeni gelenle biraz konuştuktan sonra çıkıp gittiler. O, birkaç dakika boyunca diğerlerinin arkasından hüzün dolu gözlerle bakakaldı. Niçin kalkıp da diğerleriyle birlikte otobüsüne gitmemişti ki?

Çaycı, “Senin otobüsün gelmedi herhâlde,” diye güldü masadan çay bardağını alırken.

O an göz göze geldik. Benim bir şeyler sezdiğimi anlamışçasına başını önüne eğdi. Utanmışa benziyordu.

Anladım ki o, bu terminali terk edemeyen, yapmadığı seferleri anlatan, kendini bir gün çıkacağı seferlerin otobüs kaptanı olarak düşleyen biriydi. Abdüş dediği de uydurduğu muaviniydi. Kafasında yaratıp yaşattığı...

Onu bu durumda görünce niçin orada olduğumu hatırlamaya çalıştım. Az sonra binip gideceğim bir otobüsü mü bekliyordum yoksa birazdan otobüsten inip gelecek birilerini mi? Onu gördükten sonra bunun hangisi olduğunun o kadar da önemli olmadığını hissettim. Bu düşünceler içinde, biraz da onu daha fazla utandırmamak adına, çayın parasını ödeyip bekleme salonundan ayrıldım. Yanından geçerken, nedendir bilmem, onun da duyacağı bir ses tonuyla ağzımdan şu sözler dökülüverdi.

“Boş ver be Kaptan, kırıver direksiyonu, gidilecek başka yol mu yok?”


Mehmet Akgül

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page