Kıraathanenin bir köşesine çekilmiş, elimdeki gazeteyi gözden geçiriyordum. Yanı başımdaki masada oturan temiz kıyafetli genç bir adam garsondan istediği hokka kalem ile mektup yazıyordu. Ben gazetenin bir fıkrasını okumaya daldığım sırada bir tıkırtı oldu. Aynı zamanda yanımda oturan adam:
“Hay Allah belasını versin...” diye mırıldandı. Baktım. Nasılsa hokka devrilmiş, adamcağızın sakız gibi beyaz pantolonunu berbat etmişti. Üzgün olduğumu gösterircesine yüzüne baktığım esnada bir taraftan elindeki mendil ile pantolonunu silmeye uğraşmakla beraber acı bir gülümsemeyle:
“Ah bilmezsiniz azizim... Bilmezsiniz, sanki ben dünyaya aksilik için gelmiş bir adamım. Bugün beyaz pantolon giydim ya. Mutlaka bir şey dökülüp leke olacak...” dedi. Sözünü cevapsız bırakmamak için:
“Ne çare... Kaza... Olabilir ya…” cevabını verdim. Yine gazetemi okumaya devam edecektim, fakat adamcağız üzgün bir tavırla başını sallayarak dedi ki:
“Hayır, efendim, öyle değil. Kaza ara sıra ve nadiren olur. Fakat her gün üst üste olmaz. Hâlbuki böyle aksilikler bana her gün olan şeylerdendir. Evet, her gün... Mutlaka bir tersliğe uğrarım. Başımdan bela eksik olmaz... Siz bence bu sözüme şaşırırsınız. Hakkınız da vardır. Fakat gerçek bu... Size nasıl anlatayım bilmem ki! Mesela sabahleyin evden çıkarken hava güzel diye baston alıp çıksam akşamüstü mutlaka yağmur başlar. İki kişi birbirleriyle kavga ederken yanlarından geçsem birinin ötekine savurduğu sopa mutlaka bana isabet eder. Ayırmak için aralarına girsem kavgalarını bırakıp beni döverler. Tavla, bezik, bilardo oynarsam muhakkak kaybederim. Tiyatroya gidecek olsam ya oyunu polis durdurur, yasaklar yahut müşteri gelmediği için tatil etmeye mecbur olurlar... Size tarif edemem ki... Ne söyleyeyim. Aksilik benim ta doğduğum andan başlar. Annem beni doğuracağı sırada sancı çekmeye başladığı zaman gece vakti ebe ararlar. Oturduğumuz mahallede iki ebe varken birisi hasta, diğeri Göztepe’ye gitmiş. Edirnekapı’sındaki Şallı Ebe’yi getirmeye giderler. Hemen kadını bir arabaya koyarlar. Araba süratle dar bir sokaktan dönerken köşedeki çeşmeye çarpar. Tekerleğin biri fırlar. Ebenin kolu kırılır. O sırada kendiliğimden ortaya çıkarım. Annemin sütü olmadığı için bir sütnine bulmak lazım gelir. Güçlü kuvvetli, sütü bol bir Anadolulu kadın bulurlar. Ben memeyi ağzıma alır almaz kadının sütü çekilir. Ne ise… Mektebe verirler. Dersimi ezberlediğim gün hoca hiç derse çağırmaz. Çalışmamış olursam derhal çağırır... Bayram günlerinde mutlaka salıncaktan yahut atlı dolaptan düşerim... Hiç unutmam, bir bayram günü yepyeni elbisemle teyzemin elini öpmeye gidiyordum. Komşunun evinde tahta siliyorlarmış. Pencereden döktükleri bir kova dolusu kirli su başımdan aşağı inmez mi? Sünnet düğünümü hiç sormayınız. Hamursuz bayramına tesadüf ettiği için hokkabaz bulamazlar. Bir hayalci bulurlar. Herif tam oyuna başlayacağı sırada perde tutuşur. Evin içi alt üst olur. Orası da lazım değil. Elime fincan, tabak bardak gibi bir şey alamam. Çünkü yüzde doksan dokuz düşüp kırılır. Mesela çarşıda bir şişeye imrenecek olsam cebimde para bulunmaz. Param bulunduğu vakit midem bozuktur, canım bir şey istemez. Bir paket tütün alsam içi yarı yarıya toz çıkar. Büyüklerden birini ziyarete gitsem ve o sırada nezleye tutulmuş bulunsam mutlaka mendilimi evde unutmuş olurum. İki de bir de burnumu çeksem ayıp olacak. Anlayacağın güç mesele... Haydi, bunlara bir şey demeyelim. Normaldir deyip geçelim. Ya buna ne demeli? Mektepten çıktım, babamın arkadaşlarından bir tacirin yanına kâtip sıfatıyla girdim. Artık iş güç sahibi oldum diye seviniyordum. Bir ay geçmeden adamcağız iflas etti. Aksilik derecesini düşününüz ki elimde Şark demiryolu biletlerinden bir tanesi vardı. Bir gün parasız kalarak götürüp sarrafa sattım. Bir hafta sonra gazetede çekilen kura numaralarına bakarken ne göreyim? Birinci ikramiyeyi kazanan numara sattığım biletin numarası değil mi? Âdeta talihsizliğin yaşayan şekliyim birader… Bunlar size masal gibi gelir. İnanamazsınız. Canım uzağa gitmeye ne hacet? Birader evlendiği zaman kına gecesinde çalgı ve eğlence arasında merdivenden düştüm, başım yarıldı. Çalıştığım kalemden kadro harici kaldığım için gazetelerden birine girdim. Üç gün sonra gazete kapandı. Hangi birini söyleyeyim. Hele şuna ne dersiniz? Evlenmeye karar verdim. Alacağım kız Üsküdar’da oturuyor. Her şey hazırlandı. Düğün günü parlak tuvaletle, yeni elbisemi giyerek Üsküdar’a geçmek için sabahleyin vapura bindim. O sırada İstanbul’da kolera vardı. Tam Kız Kulesi açıklarına gelince vapurda bir gürültü koptu. Meğer yolculardan biri kusmaya başlamış. Şüpheli diye bizi doğru Kavak karantina odasına götürmezler mi? Aman, şimdi ne olacak? Üsküdar’da düğün halkı beni bekliyor. Ben Kavak’ta, o mükemmel damatlığım asitfenik ve süblimelere bulanmış, yirmi dört saat...”
Artık daha fazla dinlemeye tahammülüm kalmamıştı.
“Yeter artık… Yeter...” diye haykıracaktım. Bu sürekli devam eden talihsizlikleri, bu zincirleme belaları dinlemek bende bu adama karşı derin merhamet hissi uyandırmakla beraber sıkıntıdan boğulmak derecesine getirmişti. O hâlâ söylüyordu. Artık kendinden geçmiş, sözlerinin arkasını kesmek istemiyordu. İhtimal ki daha birçok şeyler söyleyecekti. Fakat ben hemen yerimden kalkıp saatime hızlıca bakarak:
“Affedersiniz... Saat dörtte birisiyle buluşmaya mecburum... Devamını ikinci karşılaşmamızda anlatırsınız...” diyerek kapıdan dışarıya kendimi attım. Ben kapıdan çıkar çıkmaz içerde bir şangırtı koptu. Dönüp baktığım zaman garsonun kırılmış nargile parçalarını yerden toplamakta ve bu adamın da hiddetle ellerini sallayarak homurdanmakta olduğunu gördüm.
Mehmet Ali
Yayıma hazırlayanlar: Servet Toklu, Mustafa Bostan
Not: Bu öykü “Yirminci Asırda Zekâ” adlı derginin 15 Nisan 1912 tarihli sayısında yer almıştır. Mehmet Ali takma adının tam olarak kime ait olduğu bilinmemektedir.
Comments