Eller sertçe sarstı bedeni; tombul, yumruklaşmış parmaklar derin bir öfke ile tuttu, tuttu ve yere vurdu.
***
Bir rüya gördüm. Bana çok benzeyen ama bir yerde de bana hiç benzemeyen biri, beni yatağa bağlamıştı. Önce bana suçlayıcı, yargılayan hemen mahkûm eden belki de kalemimi kıracak bir bakış attı. Sonra, “Neden varsın?” dedi ve sağ bacağımı kavradı. Bacaklarım ile gövdemin geri kalanının kesiştiği yerde önce ince bir sızı duydum. Sızı etrafını yıkan, delişmen, boz bulanık, sarımtırak bir nehre döndü. Bedenimin her noktasından duyulmasını istediğim bir acı ile bağırmaya çalıştım, bağıramadım. Ancak görüyor ve hissediyordum. Bacak alelade bir nesne gibi sallanırken, çığlık atarak varlığımın geri kalanını harekete geçirmek istedim. O an ağzımın şekilsiz, çorak bir düzlükten ibaret olduğunu fark ettim. Kesildi nefesim, uyandım.
***
Annemin sert, tüm keskinlikleri törpüleyen, başka şans bırakmayan sesi ile uyandım. Bolca dedikodu ve mebzul miktarda sahte kahkahaların eşlik edeceği mutat altın günlerinin sabahında annem hep aynı telaşın içine düşer, eve gelen tüm komşuların evin temizliği başta olmak üzere kendisini içten içe, en acımasız şekilde yargılayacağını bilir, bundan mütevellit el alemin lafını yememek için çok çalışırdı. Bense evde, “Hoş geldiniz,” diyen gri bir gölge olarak bir görünür ve ortalıktan kaybolurdum.
Annem mükemmel bir ev kadınıydı. Her sabah aynı saatte kalkılır, aynı saatte aynı şeyler ile kahvaltı yapılır, üstüne keyif kahvesi içilir; çamaşır, bulaşık, ütü ve temizlik ekseninde sıradan ama mükemmel bir düzen içinde hayat devam ederdi. Eve gelen herkes yemeklerin içine katılmış sevgiden bahseder, tarifini ister, şöyle göz ucu ile bakılan parkelerdeki temizliğe hayran olur, annemin misafir ağırlamasını överdi.
Annem mükemmel bir ev kadınıydı. Mükemmel anne?
Bense kendimi evin içinde bir eşya olarak görüyorum. Mesela masanın üstüne yerleştirilmiş Çin işi plastik çiçek, girişte misafire verilecek topuk kısımları aşınmış, üstüne ayak kokusu sinmiş yünümsü terlik… Çok cesur olur da evde dolaşırsam, en fazla misafir gibi davranırım. Eşyadan hallice. Koltuğa oturup ayak parmakları aynı hizada bacaklar diz kapağından bitişik, eller göbekte kenetlenmiş. Eşya. Misafir.
En çok da gerçek misafirler geldiğinde duyardım yokluğumu. Kapıya yakın eski, alçak, yayları gıcırdayan, deri görünümlü koltukta otururken sanki ben odada yokmuşum gibi konuşurlardı. “Hayırlısıyla mürüvvetini göreydik,” derlerdi mesela beni öldürdükleri salonda. Bir kişi de beni görmezdi. Suçlu ile mağdur aynı karede.
“Kız çocukları hayırlı olur zaten, erkeklerde hayır mı kaldı?” “Hepsi gelinlerin ağzına bakıyor.” “Bak sizinki ne güzel dizini bükmüş size bakıyor.” “Maşallah.” Sonra başkası kendi çocuğunun yeni kazandığı okulundan bahsederdi ağzı dolu dolu. Etten kemikleri görünmeyen şişman elleriyle sigara böreklerini avuçlarken araya sıkıştırırdı çocuğunun okul başarılarını.
Bana mı baktı o? Yok, ben burada değilim ki. Hem niye hayırlı oluyorum, başkası hayırlı olsun. Ben de ağzına bakılan bir gelin olayım. Hem bulduğunuz kişiler de benim gibi olmak zorunda mı?
Acılar bir gün elbet geçiyor ama acı çekmiş olduğum gerçeği hep benimle kalıyor. Okulda arkadaşlarımın açıktan ya da arkamdan dalga geçtiği zamanlar geride kaldı. Sınıfımdaki hiçbir arkadaşım okula kahvaltı yapmadan geldi diye, pantolonu ya da eteği ütüsüz diye mutsuz değildi. Onların mükemmel ev hanımlığı yapan anneleri yoktu. Ama onlar tamdı. Derinden kanatırcasına kesilmiş tırnaklar, kolalı yaka ve ütülü üniforma, öğretmenin taleplerine uygun hazırlanmış beslenme çantası ve yapılan başarılı ödevler beni mutlu etmedi. İçine düştüğüm kural ve düzen sefaletinin ayrıntılarından kurtulup sokakta dilediğimce koşamadım hiç. Bisiklet alacak param olsa da yetişmedi ayaklarım pedallara, bundandır ki hiç sevmedim kiraz ağaçlarının çiçek açtığı mevsimleri. Gelmesin istedim tatiller. Sokakta, toza toprağa gönlümce bulanıp kafamı bir dilim karpuza gömüp akşam edemedim. Sanki dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi bendim. İçimdeki deniz kendimle baş başa kaldığım her anda köpürüyor, dalgalarım kabarıyor ve beni acımasızca dövüyordu. Dışımla öyle bir sessizlik duvarı örmüştüm ki arama, içimde tuttuklarım ile boğuluyordum. Halbuki bizim mucize dediğimiz şey Tanrı’nın bir anlık ilgisiydi. Ve ben ilgisizlik çukurunda boğuluyordum. Aynaya her baktığımda hiç büyümeyen çocuk gözlerimi, bir kere anlamlandıramadığım suçumu ve kime olduğunu bilmediğim kırgınlığımı görüyordum. Kendi içimde yersiz yurtsuz kalmış, her an yine kendime çarparak hırpalanıyor ve suçluluğuma utancımı da ekliyordum.
Suçluluk ve utanç arasında derin bir fark vardı. Suçluluk ne yaptığın ile ilgili, utanç ise ne olduğun ile ilgiliydi. Ne yazık ki ben kendi kuyumda derin bir utanç duyarken, suçumu hâlâ bilmiyordum. Acaba anneme bunu yaptıracak ne yapmıştım? Sadece üç yaşında olan bir çocuk ne suç işlemiş olabilirdi de annesi onu bu hale getirmiş olabilirdi? Henüz suç kavramını bilmeyen bir çocuk mu babanın evden gidişinden mesuldü de anne her gün kızına böyle davranıyordu? Erkek olsaydım farklı mı olacaktı her şey?
Delirmek insanı suskunlaştırıyordu. Bu yüzden deliler kimse ile değil, yalnızca kendileri ile konuşuyordu. Ki bundan olsa gerek deliye kimse musallat olmuyordu. Susmak aynı zamanda en büyük düşmanımdı. Her yerde susmuştum. Okulda, pek görünmediğim sokakta, beş çayında, odamda, kendimde… Susmak yaralanmışların en büyük düşmanıydı. Ve ben düşmanımı ruhumda, zihnimde bir kambur gibi taşıyor, ondan kurtulmak için hiçbir şey yapamıyordum. Bir kurbana ihtiyaç vardı ev denilen dört duvarı kapalı yerde. Suskun, çaresiz, küçük ve eksik kalmış bir kurban.
Hayatımda hiç iyileşme sancısı çekemedim. Öfke duyacağım bir ailem olmadı. İtaat dedikleri kelepçe elimden hiç çıkmadı. Benimse acımı hafifleteceğim bir öfkem bile yoktu. Sancım içimde, kendimeydi. Bir gün, sadece bir gün annemin karşısına çıkıp ona avazım çıktığı kadar bağırabilseydim; bir eşya olmadığımı, öteki olmadığımı haykırabilseydim bileklerime ve ruhuma taktığım görünmez kelepçeler kırılacaktı. Ben savaşmayı değil kaybetmeyi seçtim. Bu yüzden yıkıldım, çok yıkıldım, güzel yıkıldım.
Karşı koymayı bilen çocuklar yıkıcı olmazlar. Ben, bana yapılan hiçbir şeye karşı koymadım, koyamadım. Korktum, babamdan sonra annemi kaybetmekten. Sustum, içime içime. Sustukça içime attığım çaresizliğim ve sevgisizliğim beni yedi. Suskunluk duvarlarının görünmez kalınlığına dayanamaz hale geldim. Dört bir yandan sarılan ruhum ezildi, büzüştü, şekilsiz, anlamsız bir nesneye dönüştü. Azıcık sevgi, karanlıkta ses arayan ruhumu kurtarabilecekken, ben fark etmeden yeni duvarlara taş taşıdım. Çünkü hayatta hiçbir şey annenin kızına olan duygusal şiddeti ya da duygusal körlüğü kadar yıkıcı değildir.
Kavga edeceğim kimseyi bulamadım. Kaderimle, toplumla, resmi dairelerle, Tanrı’yla, anne ve babamla. Yine emir kipinde baktı annem yüzüme. Anladım. Kalktım ve kapı eşiğine geçip tombul yanaklı teyzelerin yaşlı ayakkabılarını ters çevirmeye başladım. Karınları doymuş halde çıktılar evden. Koridor boşluğunda sesi yankılandı en yaşlı olanının. “Bahtsız bu kız,” dedi, “anası kaldırıp yere çalmış da topal bırakmış çocuğu. Kadın olaydın da kocanı tutaydın, erkek vereydin kucağına herifinin. Ne suçu var bu kızın. Bari kör topal birini bulalım da everelim, sevaptır.”
Mehmet Altıparmak
Comments