Dışarıda nasıl da rüzgâr var. Pencerelerin kapalı mı? Bu bahar balkonumuza yine serildi kuru yapraklar, bir görsen… Sen de duyuyor musun abla, sabahları rüzgârın hafif adımları altında ezilen kuru yaprakları? Az sonra yağmur başlar. Önce kof bir gök gürültüsü yoklar semayı, ses sesi dürter. Ses, benim gibi korkakların korkularını dürter. Kuşlar gök gürültüsüne pabuç dilleriyle karşılık verir. Mahallenin sorumluluk sahibi köpekleri havlar belki, ilham perileri evlere dağılır, ağaçlar hışırdar kendi aralarında, sokağın rengi soluverir hemen. Ne naif bir ayaklanma. Hani eskiden yağmur her yağdığında buğulu pencereden sokağı izlerdim ya donuk donuk. Sen de pencere pervazlarını şair yuvası beller, “Şair mi olacaksın kız bakim başımıza?” derdin. Soruyla beraber sesin çatlardı, bir ayna olmamı istemediğinden dolayı değil mi abla?
Bazen her şey, hiç değişmemiş gibi aynı geliyor. Mahallenin kuru sesleri, komşular, özellikle Nuran Teyze ve müritleri hatta karışan yemek kokuları ve karışan tabaklar. Değişmek istemiş de başaramamış gibi değil, değişmekten hep korkmuş gibi bir ürkeklik var bu aynılıkta. Sonu gelmez aynılık seni de korkutuyor mu abla?
Rüzgâr dindi az önce, mutfak penceresi ıslık çalmıyor artık. “Tık, tık, tık" seslerini duydun mu? Yağmur başlayalı neredeyse on dakika oldu. Nasıl da deli yağıyor. Bulutlar aynı sen gibi kendi saçlarını yoluyor. Özellikle babam evde olmadığı geceler, tahta kapının arkasına dayadığımız hani bizi koruduğuna inanıp en küçük tıkırtısına uyandığımız o eski beşiği çöpün kenarına bıraktım geçen hafta. Ertesi gün baktığımda yerinde yoktu. Anılar kaybolmaya ne kadar da müsait biz serbest bıraktığımızda. Neyse. Eski ne var ne yoksa attım işte. Annemin uzun eteklerine, yazmalarına, kokulu tespihlerine kıyamadım yalnız. Acının tüm tarihi işlemeli o al eteği mahallede en çok anneme yakıştırırdım ya... Tüm bu yakıştırmaların dibi tutsa, şairler aç kalır mı abla?
Senin yokluğunda, annem, üflediği sigara dumanlarının içine, ta yüreğine, senin adını da fısıldardı her nefeste. Yürekten yüreğe o dumanlı yolun dağılmaya pek meyilli olduğunu söylerdi. Annemin söylediği hiçbir şeye inanmazdım. Yine de bizden uzaktayken tüttürdüğünü bildiğim o marka sigaranın dumanında, her defasında, annemi duyduğunu zannederdim o zamanlar. Sensiz yaptığımız ilk pazar kahvaltısında kriz geçirmişti annem. Babamın seni görüp de dövdüğü günkü gibi titriyordu. Sürmeli gözlerinden renksiz renksiz süzülen iplikçikler, üzerindeki o çok sevdiği mor bluzu patlıcan moru etmişti. Elinde olsa o ipliklerden bana bir kazak örerdi oturduğu yerde. Yine nerelerde sürttün kazağı. Senin adına döktüğü yaşları üzerime şöyle geçirir, süzer, onu zor duruma düşürecek olma ihtimalimi, soğumuş çay bardaklarının şahitliğinde mühürlerdi.
Yıllar sonra, yarısı yenmiş bir temmuz gününde, aynı bu şekilde kapının dar eşiğine oturup yönsüz sorular sormuştum sana. Sorular soruların kuyularını kazıyor, daha cevapları dinlemeden azarlıyordu. Sorular sana ulaşıyor muydu? Hiç bilmiyorum. Bu bilinmezlik, o bilinmezliği örter mi abla?
Babam ve annem, dıdımızın dıdısının düğününe gitmişlerdi. Hatırladın değil mi? Evden çıkmadan evvel yine bu eşikte tokat atmıştı babam, anneme. Ses, eşikte kuş olup kanat çırpmıştı. Soluğumuz, oturduğumuz yerde çırpınmıştı. Kal gelmişti duvarlara. Yine de birimizin elbisesi var, birimizin yok diye evde kalmayı başarmıştık. Sen on dördündeydin, ben dokuz. Hatırlıyorsun değil mi ayrıntıları da? Balkonda oturuyoruz, dudaklarında ilk sigaralarından biri. Hem öksürüyor hem de yaşlı gözlerle gülümsüyorsun. İlk aşkını bana ilk defa açıveriyorsun. Sen anlatıyorsun, benim kalbim küt küt atıyor. Sen ağlıyorsun. Ağlıyoruz. Kahkahalarımız ikiz doğuyor o gece. Hiç soru sormuyor, bölmüyor, yalnızca dinliyorum. Yıldızlar kadar uzağım belki anlattıklarına ama yıldızlar kadar sessiz ve ışıl ışıl dinliyorum anlattıklarını. Ben seni, gece ikimizi dinliyor sanki. Salonun ışıkları açık, televizyon içeride çalışmaya devam ediyor bir yandan. Karanlık balkon duman tütüyor, balkon ikimizi de tüttürüyor diğer yandan.
İlkyazın sonlarına doğru yer döşeklerini taşırdık ya seninle balkona. Nasıl da ağır gelirdi o zamanlar. Akşam ser, sabah topla. Üşenirdik. Uykumuzun ağırlığı yataklara geçer, yastıklardan yere düş damlardı sanki. Uyandığımızda ise yalnızca seni ısırmış olurdu yakarcalar. Uykudan uyanıncaya kadar kaşımaktan kanatırdın kolunu bacağını. Yine de her sabah, kolunda, bacağında, bazen boynunda açan yaralara rağmen sinekleri bağışlardın. “Affettim onları.” derdin. “Yeter ki izi kalmasın.” Annemi de affettin mi abla?
Mehmet Cebe
Comments