İçten içe canını sıkan, yüreğinin kendine özgü armonisini bozan bir meselesi varsa neşe saçardı. Konuşur, sohbet konuları açar, espriler yapar, etrafındaki insanları eğlendirirdi. Ama ben bilirdim; keyfini kaçıran bir şeylerin olduğunu, sıkıldığını, yüreğine pus çöktüğünü anlardım. "Konuşmaya ihtiyacım var," demekti onda bu. "Anlatacak bir derdim var, yüreğim daralıyor, hiç iyi değilim," demekti ondaki bu şen gevezelik.
Bazı insanlar böyledir, üst derileri, kabukları taptazedir, parıldar. Sözcükleri mutlu, melodileri canlı, çehreleri dingindir, tasasızdır. Nasıl ki kimileri de asık suratlı, mutsuz, yaban durur da yakınına varıp biraz yoldaşlık ettiğimizde, "Yahu cancağızım rengarenk bir ruhmuşsun," deriz, işte onun gibi insanlar da en neşeli, en hoşsohbet anlarında bir iç sıkıntısını, yürek daralmasını gizlerler.
Konuşuyor, güldürüyor, ince esprilerle, iyi süzülmüş, elekten geçirilmiş ironik göndermelerle yakınındakilerin kasvetlerine iyi geliyordu. Ama onun göğü bulutluydu. Tüm bu neşe bir çağrıydı, "Acı çekiyorum anlasanıza, elini uzatıp beni yukarı çekecek biri yok mu?" diyordu. Ağlıyordu aslında ama kimse duymuyor, fark etmiyordu onu.
Onun gibi insanlara bilindik hoşbeşlerle, sözde arkadaşça, o yüzeysel girizgâhlarla sokulmak kolay değildir. Yabana kaçmış yılkı atları avuçlarında şeker getiren herkesi yaklaştırmaz kendilerine. Yaklaşıp yelelerinden okşamak, boynunu sıvazlayıp sakinleştirmek hüner gerektirir. Başka bir dil, başka bir kemâl, başka bir iklim gerektirir. Kılı kırk yaran açıklamalara gerek duymazdı. Başkalarında kabalık, horgörü, kendini beğenmişlik olarak göreceğiniz sözler, tutumlar onda alışılagelmiş nezaket ve görgü sınırlarının ötesine geçmiş rahatlatıcı, put kırıcı bir havaya dönüşür ve ilkel bir serbestlik, hayvani bir hürriyet coşkusu yayarak iyi hissettirirdi sizi. Dostlukların kurumsallaşmasını; nezaket ve muaşeret kurallarıyla donuklaşıp özündeki coşkunluğunu, içtenliğini ve teklifsizliğini yitirsin istemezdi. Erbap bir gözlemcinin ‘vahşice’ diyebileceği bir kibarlığa ve samimiyete inanırdı. "İnsan barbarca yaşamalı," derdi, "salt hayvansal varoluşla görmeli dünyayı."
Tartardı insanları. Gerçekten orada, yanlarında mıydılar? Konuşmaya, tartışmaya, yeme- içmeye, sokakta dolaşmaya, bir filmi izlemeye, kitabı okumaya, yoldaşlığa, sevmeye veya öfkeye bütünüyle kendilerini veriyorlar mıydı yoksa mevcudiyetlerinin sadece bir kısmıyla mı oradaydılar? Eğer onun ölçüsünde, yeteri kadar orada değilseler, yoksalar derhal vazgeçerdi her ne yapacaksa. İnsanları dinlerdi, eğilip tüm dikkatiyle, gözleri, kulakları, tüyleri ve kılcal damarlarıyla dinlerdi. "Hımmm…" derdi, "tam olarak anlatmak istediğin şey nedir, lütfen söyle." Öyle ki bazen muhatabı bu alışılmadık dikkat ve teyakkuz karşısında şaşırır, heyecanlanır ve tedirgin olurdu. Sözcükleri severdi, "Sözcükler," derdi, "basiretin ve ferasetin işaretleridir. Onları yerinde ve etkili kullanmak gerek." Neredeyse zalimliğe varan bir acımasızlıkla herkesi kendi hakikat ve mana eşiğinde görmek isterdi. Basit, alelade, üstünde düşünülmemiş kabaca bir şaka, en küçük bir aldırışsızlık onu öfkelendirir; bu da bazen insanların kaçıp gitmesine sebep olurdu. Çünkü o, bir konudan, mesela öğle yemeğinden söz edecekse Martin Luther King'in Lincoln Meydanı'ndaki "I Have A Dream" konuşması gibi adeta yıkıcı bir tutkuyla konuşurdu.
Gün doğmadan, şafak henüz karanlıkken uyanırdı. Dışarı çıkar, derin nefesler alıp verir, karanlığın içinde durur, doğuya bakar; fizik ötesi bir güç kendisiyle iletişim kurmaya çalışıyor da mesajındaki mecazları, retoriği anlamaya çalışıyor gibi ruhani bir dikkatle tabiatı dinlerdi. Sonra anlayacağını anlamış, tanrılardan günlük mesajını almış bir doymuşlukla ve halkına sitemle, hayıflanmayla, düş kırıklığıyla bakan bir peygamber gibi ışıklarını yakmamış evleri işaret ederek, "Saygısızlar!" derdi, "yaşamı hak etmiyor bunlar."
Bazı sabahlar tan ağarmadan yola düşürürdü beni. "Yarın," derdi, "ezandan önce kapıda ol ha!" Konuşmazdı o saatlerde. İnsan sesinin, şafak vakitlerinin o yarı uykulu ve gecelerden, düş maceralarından kalkmış da gelmiş yarım ağız konuşmaların içindeki dingin, kıpırtısız suyu çalkalayıp bulandırmasını istemezdi. Ta ki güneşin ilk ışıkları yüzümüze değdiğinde, kuşların, arabaların, durakların, çiftçilerin, ağaçların, kamyonların, dükkanların ve dünyanın bütün ahalilerinin sesleri tarlalardan tütmeye başlayan sisle birlikte kalabalık bir bando grubunun trompetleri, zilleri, nefeslileri gibi helezonlar şeklinde kentlere, köylere, tepelere yayıldığında, bakardım ki, heyecandan, sevinçten gözleri dolar ve fark ettirmeden ağlardı. Kabarırdı yüreği, sanki dünyayı ilk kez ya da son kez görüyormuşçasına panikler, duygulanır, kollarını açıp her şeyi kucaklamak, içine çekmek, yutmak isterdi. Sanki gördüğü, kokusunu aldığı, dokunduğu, duyumsadığı her şeyin daha üst, daha doyurucu, çok daha kemikten, etten bir boyutu vardı da kapasitesi bunu kavramaya yetmiyormuş gibi kıvranırdı. "Tüm bunlarda," diyordu, "görünmeyen, yakalayamadığımız, kavrayamadığımız; elementine, cevherine aklımızın yetmediği bir şey var. Ama ne?"
Herkes birer birer kalkıp gitmişti şimdi. Baş başa kalmıştık onunla. Tuhaf bir acı, neşesizlik hâli; kurumuş, boş bir kuyunun elem veren sessizliği gibi aramızda yatıyordu. Arka tarafımızda kalmış kumsalda belli ki dalgalar bezgin, uyuşuk gitgellerle kıyıyı bir ileri bir geri sürükleyip duruyordu. Denizden esen meltem ara ara tepemizdeki asmanın dallarını kımıldatıyor ve ötelerde bir balıkçı teknesinden çıkan motor poturtuları suya çarpa çarpa yumuşayarak ikimizin arasındaki sessizlikte eriyip yok oluyordu. Önümdeki sigara paketini aldı ve huzursuz, yavaş yavaş çevirmeye başladı. Denize taraf döndü, ayak ayak üstüne attı. Şimdi, tam bu anda, gittikçe nazikleşen bu sessizliği bozup, "Sende bir hal var sanki İlyas, anlat bakalım nedir sıkıntın?" diyecektim. O da, "Nereden çıkardın şimdi Ali, oturuyoruz işte yok bir şey," diyecekti. Ben de o gerçek, esaslı arkadaşların yapacağı gibi ısrar edecektim, "Var birader, var işte. Bilirim ben seni, için bulanık senin, keyfin kaçmış belli. İşle mi ilgili?" Ama bunların yerine, "Mesele nedir İlyas?" dedim. Başını bana doğru çevirdi ve, "İstifamı verdim," dedi. Bilinçsizce, tamamen refleksle, "İstifanı mı verdin, nasıl yani," dedim masaya doğru eğilerek. Gövdesini tamamen benden yana çevirdi, "Ne garip değil mi," dedi. Yüzünde uzun, bitimsiz kavgalardan, çatışmalardan sonra yenildiğini kabullenip teslim olmanın getirdiği bir huzur, sükûnet vardı sanki. Dudaklarında sineye çekilmiş haksızlıkların, düş kırıklıklarının, çok görmüş, çok çekmişliğin, birbiri ardına devrilen senelerin çizdiği acı ve alaycı bir tebessüm belirmişti. Devam etti, "çocukken dam başına çıkar, yıldızlara bakardım. İçimde öyle bir ateş yanardı ki Ali. Geleceği özlerdim. İnsan hiç gitmediği, bilmediği ülkeleri, o ülkelerin sokaklarını özler mi? Hiç tanımadığım insanları, kadınları, arkadaşlarımı özlerdim. Yüreğim patlayıp kaburgalarımı kıracakmış gibi şişip inerdi. Sevinçten ağlardım, öyle tutkundum bu dünyaya. O köyden, tarlalardan, rençberlik işlerinden kurtulmanın hayallerini kurardım. Allah'ın her günü. Erkenden kalkıp tütüne, çapaya, bostana, mercimek yolmaya gitmek, tüm zamanımı o anlamsız, bomboş ve yıpratıcı köy işleriyle tüketmek beni mahvediyordu. Kendimi korkunç bir plantasyonda, esir kampında kapana kısılmış gibi hissediyordum. Güneşin altında yanmaktan tenim kapkara olurdu. Tek kurtuluşum okumak diyordum, üniversiteyi kazanmak. Üniversite benim için bütün dünyaya gemilerin kalktığı dev bir liman gibiydi. Kazanacaktım ve sonra da kollarımı açıp tüm dünyayı kucaklayacaktım. Dünya bütün fettanlığı ve albenisiyle orada, ışıltılı bir esrarın içinde çağırıyordu beni." Gözleri nemlenmişti. Burnunu çekiyor ve kimi zaman da elinin ayasıyla burnunu siliyordu. Sigara içmezdi, masadaki paketten bir dal çıkarmaya çalışırken elleri titriyordu. Çakmağı alıp, "Dur, ben yakayım," dedim. Bir çocuktu, diye düşündüm; annesinin bazen peşinden kovaladığı, yokuşlardan aşağı teker bırakan, telden yaptığı arabaları süren, eve küsen, utangaç, üstü başı yoksul, kavruk suratlı bir köy çocuğu. Sigaradan acemice bir iki nefes aldıktan sonra "Çok uğraştım Ali," diyerek devam etti. Kolay olmadı ama kazandım üniversiteyi. O büyük limana varmıştım yani." Durakladı burada. İnandığı gerçekleri, idealleri veya hayalleri küçümsemek istermiş gibi ya da tutkulu aşk maceralarının sonunda gönül işlerine dair birtakım hakikatlerin bilgeliğine varmış gibi güldü sonra. "Garip olan bir şey de," dedi, "sen ulaştıkça uzaklaşan ya da ulaştığını sandıkça ulaşamadığını fark ettiğin tuhaf bir şey var hayatta."
"Bu biraz şey mi," dedim, "hani, 'yolun kenarındaki han, hana giden yol kadar ilginç değildir,' demiş ya Cervantes?"
"Oo çok güzel sözmüş, Cervantes mi demiş bunu?" dedi, birden canlanarak. "Ne güzel laflar var, insanın kendisiyle, doğayla, başkalarıyla ilişkilerindeki milyonlarca köşeyi, kuytuyu nasıl da keşfedip, ustalıkla sözcüklere dökebiliyorlar. Edebiyat ne harikulade bir şey."
Deniz az ötemizde nefes alıp veren başka formda bir canlıymış gibi parıldıyor, kumsalda tatlı şıpırtılar çıkararak uyuyordu. Kulağımıza uzaklardan, nereden geldiği belli olmayan gamlı ezgiler değiyordu. "İnsanın," dedi, içemediği sigarayı küllükte söndürerek, "sık sık eskiye, o bir zamanlar beğenmediği, içinden geçip ileriye, yarınlara koşmak istediği zamanlara, yani geçmişe dönmek istemesinde incitici bir şeyler var. Ama durup düşündüğünde de mutluluğu ya da huzuru her neyse işte, çocukluğa ait anılarda görüyorsun bir tek. Bilmiyorum, hep kaçan, ele gelmeyen bir şeyler var ömürde."
"Memlekete mi döneceksin?" dedim. "Memleket..." dedi, hayıflanır gibi bir sesle. "Oraya döneceğim, evet. Yaz gecelerinde, dam başına çıkarak, döşeğime uzanıp yıldızları izlediğim yere. Bağ yoluma, ekin tarlalarıma, koşarak atladığım su kenarlarıma, öğlen güneşini dibinde geçirdiğim alıç ağacıma. Bana göre değilmiş bu serüven Ali. Kırk yıl sonra geldiğim nokta bu işte; her şeyin başladığı yer."
Sustu sonra. Ben de sustum. Bu, bir adamın bir şeylere kızarak, üstünde çok düşünmeden verdiği ani bir karar değildi. Üstelik biliyordum, onca sene sonra onu buraya, şimdi olduğumuz yere getiren şeylerin neler olduğunu, hayatın bazı insanlara kayıtsızca, minnetsizce, ‘işine gelirse’ diyerek sunduğu tek seçeneğin bu olduğunu anlayabiliyordum. Şifalı, ruhani bir boyut gibi, bir sekerat veya her şeyin üzerindeki kozmik güçle can yakıcı bir temas gibi bizi içine çekip yutan sessizliği bozarak, "Aklıma kütüphaneci Brooks geldi," dedim. Güldü, "Brooks was here!" dedi. Ve tekrar başını denize çevirerek, söyleyecek başka bir şeyi kalmamış gibi bitirdi, "bir bakıma öyle galiba."
*1994 senesinde gösterime giren The Shawshank Redemption (Esaretin Bedeli) filmindeki ünlü replik.
Mehmet Kabakçı
Hayatın içinden gelen, gerçek bir öykü okudum. Oldukça başarılı. Nicelerinde buluşmak üzere. Selamlar.
Hani bazen bir şarkı dinleriz ve bizim için yazıldığını düşünürüz yaa, işte öyle bir hisse kapıldım. Okudukça benliğime bir adım daha yaklaştım. Bana bu güzel hissi yaşattığınız için teşekkür ederim.😊
Yazıyı okuyunca kendimi de gördüm .Anlatımın kurmacadan çıkıp hayat ile bu denli örtüşmesi takdire şayan .Evet bazı insanlar susarak konuşur.Konuştuklarında da kelamına hayran kalırız. Belki de yazıda da söylenildiği gibi ulaştıkça uzaklaşılan şeylerden kaynaklanıyor bu durum bilemiyorum.Nitekim de hep başa dönüyoruz en başa ...Netice de tarih tekerrürden ibarettir.İlyas hepimiziz.Bizi anlattığınız için teşekkürler elinize,kaleminize sağlık..
İnsanın dile getiremediği dertleri,duyguları hisleri olur.. insan bazen hiç bilmediği duyguların batağına düşer . Nerdeyim ben diye kendime sorarken okuduğum öykü sayesinde aslında ne yaşadığımı,içimde olan şeyleri nasıl dile vuracağımı anladım.. Duygulara düşüncelere tercüman olan çok güzel bir yazı olmuş,alıntı yapılmış sözlere ayrıca bayıldım.. ellerinize sağlık
İnsan ruhunun çoşkusunu, acısını, çelişkisini anlatan akıp giden bir yazı. Hayatın puslu yollarında kendi hikayesini yaratan, hayatı adeta iliklerine kadar yaşamaya çalışan insanların hikayesine tanık olmak mutluluk verici. Bazen bir şeyler yaşarsın, hissedersin ama anlatamazsın birileri senin yerine bunu çok güzel ifade etmiştir öyle bir yazı 🙂