Elif’e...
“Akıllı ol ha!” demişti oğlan telefonda. “Akıllı ol, bizi milletin diline düşürme!”
Niyeyse ağladı kadın. Keyiflendi ve gittikçe nefrete dönüşen bir hırsla ağladı. Kinle, kana susamışlıkla, aşağılanmışlıkla ve neredeyse yarı insan yarı hayvan bir canavarın içgüdüsel şehvetiyle ağladı.
“Ne yapacam ulan kahpeye!” dedi, “hepiniz aynı bok değil misiniz, o da bana bunu yaptı işte.”
Ağladı kadın, ağladıkça damarlarındaki kan kızıştı, ağladıkça avuçları kaşındı, ağladıkça kasıklarının orta yeri karıncalandı ve rahminin kenarları Sinbad’ın kılıcı gibi ışıldadı. Ağladı kadın ve gevşedi ve haz duydu ve tahrik oldu, kışkırdı, kamaştı. Gitti, yeni budanmış dut ağacı dallarından kalınca, biçimli, şöyle kavrayınca insanın elinin içini dolduran budaklı, temiz bir değnek seçti.
“Kancık!” dedi, “kancık, hele geeel! Gel ki ar nedir, namus nedir sana öğreteyim hele gel!”
Alnına meltemlerin o tatlı serinliği değiyordu kızın. Söğütlerin, kavakların, yalankozların uzayıp sünmüş gölgelerinde bir şey vardı. Yokluğa benzer bir şey. Geçmişin, geleceğin, yaşanmış ve yaşanacak bütün yazgıların hiçliğine; dünyadaki şu yürek daraltıcı didinmelerimizin sona erdiği vadedilmiş diyarlara benzer bir şey. Yalan mıymış gerçekten her şey, diye düşündü kız. Güldü. Bitmiş miydi mi? Bitti mi? Bitmiş, bitmiş, bitmiş, bitmiş, dedi. Eskiden olsa böyle zor durumlardan çıkınca ağlardı ama şimdi gülüyordu. Mutlak, ebedi bir mutlulukla gülüyordu.
Yarpuz, nemli kum ve kamış kokuları geldi burnuna kızın. Sonra telaşsız, berrak ama kara düşüncelerle akan büyük bir nehrin karşı kıyılarını gördü. Ve parıldadı nehrin suları. Ve kuşlar. Ve kuşlar. Koca kanatlı, kanca gagalı, gri başlı, gölgeleri suyun yumuşak yüzeyinde bir ukde gibi yalpalanan o eflatun kuşlar da gülüyordu. “Korkma,” dedi biri içlerinden. Sesi en görmüş geçirmiş biri. “Korkma,” dedi. Biz seni seyre dalmış ruhlarız. Gözlerimizin irisi yoktur ki büyüsün ya da küçülsün. Korkma! Noksanlık, kaygı, darlık yok sana artık.”
Bir adam gördü sonra kız. Bir adam, atlı bir adam. Yaşlı, esmer bir adam gördü kız. Yüzü uzun, bakışları yabanıl ve acelesi var gibiydi. Bir yanında korku bir yanında şefkat, bozkırın boyutsuzluğunda atını dört nala sürüyordu. Ucu parıldayan bir kargıyı başının üstüne kadar kaldırmış, sanki onu güneşin battığı noktaya, o kızıl kehkeşanların birbirine karıştığı hercümerce, paradoksa, çelişkiye, yani tanrının tam döl yatağına saplamak istermiş gibi kıvılcımlar saçarak, toz duman kaldırarak dört nala gidiyordu. Kargısının ucundan ışık değildi akan şimdi. Kandı. Ilık ılık boşandı ve seğirdi sonra damarlar, tıpkı bir erkeğin kamışından tazyikle, sıcak sıcak, lıkır lıkır boşalan tohumları gibi akıyordu kan. Aktı. Aktı. Aktı. Ve öcü alındı ve ciğeri soğudu ve kızın gövdesindeki tüm kaslar gevşedi.
“Korkma,” dedi atlı adam, “güzel bir dirilişin olacak. Günü geldiğinde duyacağın sesin peşine düş ve korkma,” dedi.
Nehrin kıyısındaki eflatun kuşlar şimdi yılanlar gibi kavlıyordu. Çöllerde gizlenen, bitmek bilmez kum tepelerini aşıp denizlere yürüyen o kavruk yüzlü adamlar demişlerdi ki, biz gölgeleriz, sadece gölgeler ve tozuz. Bizim soyumuz kuşlardır. Avurtları çökük, elmacık kemikleri çıkık, eflâtun cübbeli genç bir delikanlı, boynuna astığı kudümünü çıkardı ve çevresine dizilmiş insanların uzağına, ufkun gittikçe siyahlaşan kızıllığına bakarak şarkıya benzer, büyüye benzer bir şey söyledi.
“Ey ay benizli misk kokan kadın
Bu gece cenneti düşleme
Şeyh Maksud adına yemin ederim ki
Gideceksin oraya
Bana sâdık kalırsan”
“Kahpenin evladı,” diye ulumuştu anne. Elindeki değneği var gücüyle kızının sırtına indirirken. “Kancık orospu seni! Gittin kime açtın götünü!” Bir zamanlar annesinin yumuşak ve güvenli rahminde yaşadığı gibi dizlerini karnına çekmiş, elleriyle başını kapatmış, “Vurma ana,” diyordu kız, “kurban olayım sana vurma! Öldüreceksin beni ana. Öldüreceksin beni ana! Öldürdün beni ana!”
“Senin anan manan değilim ben kancık! Gebersen keşke, ah keşke geberip ölsen de kurtulsam bu utançtan!”
Kabuğu soyulunca, annenin elinden kayıp bir köşeye savrulmuştu değnek. Şimdi yerde tortop olmuş kızına, başka türlü vurmaya başlamıştı anne. Sanki sopa olmadan daha iyi iş çıkardığını fark etmiş gibi bu sefer ayağıyla kızının karnına vurmaya başlamıştı. Karşı gelmiyordu kız, ağlamıyordu, kana susamış annesinin nefretine teslim olmuştu. Sadece içgüdüsel olarak elleriyle başını kapatıyordu. Nihayet anne durmuş ve kızın kolundan tutup onu banyo kapısına kadar sürüklemişti. Mundar olmuş bir hayvan leşini gözlerden uzak bir yere götürür gibi kızını banyoya sürüklemiş ve kapıyı kilitlemişti.
“Ben sana ne dedim lan!” demişti oğlan, “ben sana ne dedim amına koyduğumun karısı!” Sesi tıpkı kovalanmış, kovalanmış da artık yorulmuş ve bir uçurumun ucuna kadar gelmiş bir dananın böğürmesi gibi çıkmıştı. “Ben gelene kadar bekle demedim mi lan sana!” Sesi öyle öfkeli, öyle ciğerinden ve öyle uzun bir inleyişle çıkmıştı ki sanki gırtlağındaki bütün kaslar yırtılmış da ağzından kan püskürüyordu. “Demedim mi laan!” diye böğürdü. “Hayatımıza sıçtın lan! Hayatımıza sıçtın lanet oğlu lanet!” ve annesinin ağzına, kafasına, sırtına, artık neresi denk gelirse yumruğunun içiyle vurmaya başladı. Oğlunun yumrukları karın boşluğuna gelince, “Oy öldüm! Oy babo öldüm!" dedi anne. Tuhaf bir şekilde sesi öyle sakin, öyle suçsuz ve savunmasız çıkmıştı ki oğlan birden durup ağlamaya başladı. Kolu kanadı kırılıp iki yana düştü. “Hayatımıza sıçtın, hayatımıza sıçtın,” derken zahire çuvallarının dibine yıkıldı oğlan. Bulgur ve mercimek çuvallarının arasında ana oğul içerlene içerlene, göğüsleri bir şişip bir inerek ağlıyorlardı.
İkindi sonlarının yumuşak, peltemsi ışınları banyonun küçük penceresinden içeriye, iri yarıkların olduğu beton zemine, yıldızlarla dolu bir uzay yolu gibi düşüyordu. Bileklerinden akan kan, kızın yanaklarını, saçlarını koyu bir gölge gibi ıslattıktan sonra gider borusuna doğru akmak istemiş ama yarığın kıyısında kurban edilen hayvanların kanı gibi katılaşarak donmuştu. Oksitlenmiş eski bir jiletten yansıyan kükürdümsü bir ışık şeridi, banyonun tavanıyla briket duvarların kavuştağında bir dülger gönyesi gibi kırılmış, temas ettiği nesneyi kibarca kesiyordu. Yere gelişigüzel bırakılmış bir ceset gibiydi kız.
Kız ölmedi. Ölmek istemişti, ölmeyi denemişti ama ölmedi. Köy öğretmeninin arabasıyla birkaç saat içinde Balcalı Devlet Hastanesi'nin acil servisine götürüldü ve yoğun bakımdan sağ çıkmayı başardı. Anne ve ağabey savcılıkta ifade verdikten sonra serbest bırakıldılar.
Kız taburcu edildikten sonra evdeki hiç kimse olay hakkında tek kelime etmedi. Fakat birkaç ay sonra eve iki devlet görevlisi geldi. Anneyi bir minibüse bindirdiler ve götürdüler. Oğlan, kız kardeşini yanına alıp onu köyden uzaklara götürdü.
Safiye büyüdü, yirmi yedi yaşında üniversiteye girdi. Okudu, dinledi, düşündü, öğrendi, anladı. Fakat o günü düşünmedi. Bundan dokuz sene önce, o olayın yaşandığı günü sanki hiç yaşamamış gibi, sanki annesi budanmış ağaçtan kalın bir değnek seçip tasarlayarak, akıl almaz bir kinle onu, o güneş görmeyen, rutubet kokan zahire damında öldüresiye dövmemiş gibi hiç düşünmedi. Hiç konuşmadı. Hiç konuşmadı. Hiç konuşmadı. Ağabeyi de konuşmadı. Annesi de konuşmadı. Kardeşleri de konuşmadı. Nereye gitmişti peki o gün? O sopa, o çığlıklar, o eski jilet, o incecik bileklerden nabız gibi ata ata çıkıp yerde küçük bir göl şeklinde biriken sonra soğuyan, soğuyup pıhtılaşan ve pıhtılaşıp cıvık bir ete dönüşen o kıpkırmızı sıcak kan nereye gitmişti? “Vurma ana, kurban olayım vurma! Ben bir şey yapmadım ana! Vurma, öldüreceksin beni ana!” yakarışları nereye gizlenmişti. Annesinin öldürmek istediği bir çocuk büyüyebilir mi? Safiye bunları hiç düşünmedi.
Şimdi otuzlarının başında bir kadın, mavimsi kumaş bir valizin çekçeğine hafifçe yaslanmış, bir, elindeki telefonun ekranına; bir, kolonlara asılı büyük dikdörtgen monitöre bakıyordu. Bir su terazisinin tüpü içindeki baloncuğu tam ortada dengelemek istermiş gibi bir süre iki ekranı da dikkatle kontrol ettikten sonra istediği oranı nihayet bulmuş gibi hafifçe gülümsedi ve seramik zeminin emip derinlere çektiği yansısıyla birlikte valizini çekip yürüdü. Güneş batı ufkuna doğru iyice eğilmiş, bir tepenin öteki tarafına ha geçti ha geçecekti. Eski tapınakların kulelerinden, kubbelerinden ve burçlarından ruh gibi, özlem gibi, zaferler ve yenilgiler gibi serin gölgeler uzuyordu. Kim bilir kaç bin yıldır aynı yörüngede uzayıp kısalan gölgeler... Şehrin sokakları, çarşıları, insanların esmer çehreleri altın sarısı tatlı bir ışıkla yıkanıyordu. Akdeniz’in hemen kıyısına, çöl sarısı bir sahile kurulmuş havalimanının büyük camekânındaki vitraylar, batan güneşin sıcak, çil çil serpilen ışınlarından kaleydoskop misali bir renk cümbüşü yaratarak içeriye, o geniş lobiye dağıtıyordu.
Havaalanı lobisinin pürüzsüz zemininde Safiye'nin çantasının küçük tekerleri kedi mırlamasına benzer uyuşuk ve randımanlı bir sesle dönüyordu. Güneş şimdi Tarifa'nın batısına birer mukaddes höyük gibi dikilmiş dağlarda batıyor, batarken de gerisinde ejder kanatlarını andıran kızıl siyah alevler bırakıyordu. Tam bu anda çevresindeki her şeyde uhrevi bir sessizlik ve yoğun, derinlerden gelen bir tür huzur hayır, huzursuzluk hissetti Safiye. Gün batımının melankolik, cinli kızıllığının içinde ayak seslerinin bir anda azaldığını, konuşmaların ve son çağrıların fısıltıya dönüştüğünü, lobide yürüyen insanların ışığın içinde erir gibi olup duyu alanının dışına çıktığını ya da buna benzer acayip bir şeylerin olduğunu hissetti. Kestiremediği, kendisini dışlayan, kendisini bir seyirciymiş, bir gözlemciymiş gibi dışarı çeken bir şey oluyordu. Gün batmış ama akşam karanlığı çökmeden önceki o morumsu, kızıl bulutlar kaplamıştı ufku. Bir şey oldu; dar koridorlardan, kıvrımlı bakır borulardan döne döne geliyormuşçasına, hani havlayan köpeklerin sesleri derinlerden, uzaklardan belli belirsiz gelir ya, işte onun gibi zar zor seçebildiği bir müzik duydu Safiye. Sanki şu dünyadan değil de yerkürenin derinlerinden sızıp pofurdayarak çıkan gazlar misali hatıralar veya rüyalar diyarından geliyordu müziğin sesi. Durdu, bütün dikkatini bu sese verdi. Tef veya davul çalınıyordu sanki. Alabildiğine uzayıp giden terminalin yüksek kubbeli çatısı altında klimalardan, ayakkabılardan, makinelerden, hoparlörlerden, insanlardan ve sağda solda gezen çeşitli küçük arabalardan çıkan sesler boğuk bir uğultuya dönüşmüş içeride yoğun, köreltici, yorucu ve dağdağalı bir sound biriktirmişti. Müziği bir teremin melodisi gibi dalga dalga, kesik kesik işitiyordu Safiye. Ve o salınımı her duyduğunda uzanıp tutamadığı, tutar gibi olup kavrayamadığı bir şey kaçıyordu.
Neredeyse kollarını açsa kucaklayabilecekmiş kadar yoğuşmuş, süngerimsi havayı iyice dinledi Safiye. Sonra müziğin geldiğini sandığı tarafa doğru yürüdü. Yürüdü ve yaklaştı, yaklaştı ve daha hızlı yürüdü. Lobinin bittiği, demir tırabzanlarla çevrilmiş bir uca geldi. Yüksek bir locada durmuş aşağıda, geniş bir meydanda birikmiş meraklı kalabalığı izliyordu şimdi. Dört bir yanından, yılan şeklinde helezonik merdivenlerin inip çıktığı çemberimsi bir tiyatro sahnesine benziyordu burası ve sahnenin tam ortasında at nalı şeklinde dizilmiş bir grup çalgıcı vardı. Çalgıcıların ortasındaysa değnekli bir adam. Evet, değnekli bir adam! Yanık, sahtiyan gibi kuru ve sakalsız bir surat. Çenesi bir ölününki gibi uzun, insanın bakmak istemeyeceği kadar sarkık. Çökük avurtlarının ortasında sivri, şahin gagası bir burun. Elli yaşlarında ama bir köy çocuğu kadar ufak tefek ve çevik. Üstünde Berberilerin giydiği cübbelere benzer keten bir entari. Ve kırmızıya çalan mor bir eşarbı, incecik, horoz bacaklarını andıran boynuna birkaç kez dolamış. “Ama,” diye düşündü Safiye, hayır, düşünmedi. Gecenin köründe aniden başının üstünde pırlayarak uçup giden bir yarasa sürüsü gibi aklından bir anda geçirdi. Bir anlığına kendi kendine dedi ki; “ama ben bu adamı nereden tanıyorum?”
Bağdaş kurup oturmuş çalgıcılardan biri elindeki iki çubukla bir kudümün gergin karnına usul usul, ritmik hareketlerle vuruyordu. Bir diğeri, dizinin üstüne koyduğu Endülüs gitarının tellerini kendinden geçercesine titretiyor, yarattığı ezginin akımına kapılmış olmalı ki başını büyülenmiş gibi iki yana sallıyordu. Bir tür Hint flütüne benzer uzun bir kamışı üfleyen üçüncü adamsa şu anda orada, o kentte, öteki dünyada ve bütün evrende kendisinden başka varlık yokmuşçasına, hatta varlık da yokluk da o flütten çıkan sesten başka bir şey değilmişçesine çalıyordu çalgısını. Bir kez daha “Ben bu adamı nereden tanıyorum?” diye düşündü Safiye. Adam bir hatıra defterini okuyormuş gibi dönüp Safiye'ye dikti gözlerini ve baktı, baktı, baktı ve aniden başka yöne dönüp söyledi o şarkıyı;
“Ey esmer benizli misk kokan kadın
Bu gece cenneti düşleme
Şeyh Maksud adına yemin ederim ki
Gideceksin oraya
Bana sadık kalırsan”
Ve aniden hayatın art arda devrilen çağları arasında unutulmuş bir olayın anısı gibi, bir düşün bölük pörçük parçaları gibi görüntüler geçti gözlerinin önünde kızın. Kırmızıdan siyaha çalan havaya yağmur öncesi o nemli o sıcak ağırlık çöktü. Bir çekiçle aynaya vurur gibi dağıldı Safiye'nin zihni ve bir yontu gibi kaskatı kaldı durduğu yerde.
Sonra adam gözlerini bir tüfek namlusu gibi çevirip Safiye'nin tam iki kaşının ortasına doğrulttu. Sanki adamın bakışları dev bir örümcekti de Safiye de küçük, zararsız bir böcekti ve onun büyülü ağlarına dolanmış, hareket edemiyordu. Tutkulu çalgıcıların müziği ve adamın alıcı bakışları Safiye'yi bir anaforun tam ortasına çekiyordu. Adam asasını havaya kaldırdı ve müzik aniden durdu. Şimdi hava uzun zamandır mayalanıyormuş da tam kıvamına gelmiş gibi yumuşak, loş, şehvetimsi ve ölümcüldü. Ve adam bir çellonun pes titreşimleri gibi inledi önce ve sonra uzak, gümrah ormanlardan sırlar taşıyan serin bir alize gibi fısıldadı.
“Koyu gölgelerde gizlenir düşlerin hayaletleri
Ve karanlığın bıçkısından dökülür zamanın dölü
Ey kervan, ey çöl, ey devridaim! Ve ey ölüm!
Tüm hazları ve acıları berraklaştıran ölüm.”
Ve gülümsedi ve kavruk, tıraşsız, sıska yüzünün ortasından altın dişleri parladı. Yumuşacık neredeyse ölüm gibi şefkatli bir sesle, “Acıların değerini bil,” dedi, “yolcu değil yolsun sen! Yolcu değil yolsun sen!”
Sonra durdu adam, Safiye’nin yüzüne bakarak seslendi.
“Bu gece hepiniz Şeyh Maksud el Moreno'nun şehirdeki müzik ve dans ambarına davetlisiniz."
Tepelerde kalan son kızıllıklar kentin önündeki suları eflâtûni yakamozlara boyamıştı. Gölgeler gitmişti. Minarelerden, kulelerden ve kubbelerden yansıyan ışıklar düşüyordu şehrin dar sokaklarına şimdi. Cebeli Tarık'ın karşı ufukları gümüşi bir sis bulutunun içinden belli belirsiz yanıp sönen ışıklarla ancak seçilebiliyordu. Safiye bir sandal ağacının altında durup bir süre baktı o hayaletimsi ışıklara. Endülüs işte oradaydı. Karşıda, buğulu denizin öte yakasında bir panayır tanrıçası gibi gülümsüyordu. Valizini bir kez daha çekti Safiye ve bir banyonun zemininde ölüp tekrar döneceği güne kadar Akdeniz’in iki yakasında birlikte şarkılar söyleyip danslar edecekleri sûfi müzisyen ve mihmandar Şeyh Maksûd'un dergâhına doğru yürüdü.
Mehmet Kabakçı
Comments