Yolun iki tarafında kara kalem eskizleri gibi koyulaşıyor sonra aniden kararlılıkla birbirlerine doğru yürüyor ve yan yana geçip gidiyorlardı. Belirli aralıklarla işleyen mekanik bir düzenek gibiydi. Güneşin can çekişen ışınlarıysa anbean sönüyor, binaların aynalı yüzleri yavaş yavaş kararıyordu. Akşamın muzaffer krallığı geliyordu. Gün, yenik savaş arabalarını kızıl ufuklara çekiyordu. Nihayet karanlık, gölgeleri yuttu. Caddenin gürültüsü azaldı. Metal soğukluğunda, izbe çukurları anımsatan sıkıntılı bir loşluğa büründü hava. Yüreğim daraldı ve tüm yüreği daralanlarla bir tanışıklık, ahbaplık hissine kapıldım. Kafelerden, barlardan, cep telefonu dükkânlarından, et lokantalarından, pastanelerden, çiçekçilerden, kıyafet mağazalarından ve büfelerden sızan çiğ ışıklarla kirlenen bu şehir dışlıyordu beni. Gördüğüm her şeyde bir zalimlik vardı.
Ortalık iyice karardı. Başları önlerinde yürüyen insanlar görüyordum duvar diplerinde. İçlerine gömülmüşlerdi, sanki kaybettikleri bir şeylerin özlemiyle üzgündüler. Ve kornalar çalıyor, otobüsler tıslayarak duruyor, soluklanıyor ve tekrar yola koyuluyorlar, güçlükle, gönülsüzce. Bu otobüslerin birinden inerek biriktiler, işareti aldıkları anda da talimli bir müfreze birliği gibi yolun karşısına, benim olduğum tarafa doğru hücum ettiler. Çığırtkan, endüstriyel ışıklar çarpıyordu yüzlerine. Ve önce iç içe sokulup yoğunlaşan bir süre sonra da savrulup grileşen bulut kümeleri gibi farklı yönlere dağıldılar. Benim bir köşesinde durmuş trafiği izlediğim yokuşa doğru geliyordu. Düzgün bacakları, kalkık göğsü ve çıkık burnuyla çevik, parlak siyah tüyleri olan dişi bir jaguar gibi ayakları bastığı yeri kavrıyor, son derece kendinden emin atıyordu adımlarını. Kollarımı kavuşturmuş onu izliyor, beni fark etmesinin daha uzun sürmesini diliyordum. Durdu, elini çantasına sokup telefonunu çıkardı.
“Geldim ben,” dedi, “hani neredesin, göremedim seni?”
“Tam sağına bak.”
Gülümsüyordu. Biraz kuşkulu ama zoraki olmayan, başka anlamlara çekilmeyecek içten bir gülüşü vardı.
“İşte geldim,” dedi.
“Hava istediğin kadar kararmıştır umarım.”
“Gayet iyi.” dedim. “Hoş geldin.”
Bir greyfurt dilimi gibi, kızıl, arpa arpa yivleri olan dolgun dudakları dikkatimi çekti. Gözlere bakamam ben. Bir çukurun içinde yuvarlanan, büyüyüp küçülen o bilya gibi ağır parıltıdan ürkerim. İnsanın içini, kendine sakladıklarını okuyabilen yüksek bir bilinç veya üst bir yaşam formuymuş gibi gelir bana gözler.
“Yaşlanmış mıyım?” dedim gülerek, gülmeye çalışarak, yaşlanmış olduğum gerçeğini şaka yollu geçiştirmek isteyerek.
“Sen kaç yaşına gelirsen gel, hep aynısın,” dedi.
Güldüm ve konu kapandı.
“Ee,” diyerek yeni bir paragraf açtı, alaycılıktan uzak şefkatli bir tebessümle, “Niye gün batınca görüşmek istedin, kurt adamlar gibi?”
Bazen biri bir laf söyler, gelişigüzel bir şey sorar, oturup tüm hayatınızı anlatmak istersiniz.
“Biraz yürüyelim mi?” dedim. “Oluuur,” dedi ikinci ünlüyü uzatarak. Sonra biraz netameli, tereddütlü bir tonda, “Yürüyelim, yürüyelim tabii,” diye ekledi.
Etraftaki kafelerden birine oturup çay kahve eşliğinde konuşacağımızı ummuş olmalı.
“Bu caddeyi,” dedim, “hep sevdim. Çıkarken de inerken de sevdim. Baksana iki tarafındaki asırlık çınarlar, taş döşemeler, geniş kaldırımlar... İnsana başka bir kültürde, başka bir ülkede yaşıyormuş hissi veriyor. Sana da öyle gelmiyor mu?”
Güldü, yine şefkatliydi ama acıma ya da ah be oğlum hep başka dünyalardasın, anlamına gelebilecek bir duyarlılık da vardı alt dudaklarının yukarı doğru kavislenişinde.
“Seversin sen,” dedi, “seversin hükmedemediğin şeyleri.”
Gülüşünün kanatlarını daha da açtı, neredeyse yapay bir kahkaha attı ve yüzüme attığı kesik önemsiz bir şeymiş gibi, “Hadi o halde, yürüyelim yavaş yavaş,” dedi, “ben de çoktandır gelmemiştim buralara zaten.”
Durdum, şaka yaparmış gibi ciddiyetle ya da ciddiymişim gibi şakayla gülümsedim.
“Ne demek istedin sen şimdi ya?”
Beni birkaç adım geçmişti ki o da durdu ve döndü.
“Yahu gizemi seviyorsun işte, etrafındaki dünyayı egzotikleştirmekten zevk alıyorsun demek istedim yani.”
Bunu der demez koluma girdi ve beni yürüttü.
“Bence insan bir sokağı sadece güzel bir sokak olduğu için de sevebilir, sevebilmeli yani.” dedim, “Bunda illa ki psikoterapik bir arka plan olmasına gerek var mı? Hem Allah aşkına, etrafını egzotikleştirmekten zevk almak da nedir şimdi?”
Bu sefer ağız dolusu bir kahkahayla güldü. “Sen var ya,” dedi, “sen çok fenasın. Çok seviyorsun polemikleri. Özlemişim senin bu çatışmacı ruhunu.”
“Ben senin her şeyini özledim, Bilge,” demek istedim. “Ben seni çok özledim,” diye avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Ama bunun yerine, “Eh, insan bazen bazı şeyleri özlüyor tabii.” dedim.
Benim problemim buydu işte; yaşamı azar azar, ölçülü adımlarla sürdüremiyordum. Kaşıkla değil kürekle yiyorum önüme çıkan her şeyi. Başka insanlar gibi, mesela bana boyuna yukarıdan öğütler veren amcam gibi, otuz beş yaşında evlenmiş, evini, arabasını almış, çocuk büyüten mesai arkadaşlarım gibi, bin dokuz yüz yetmiş sekizden, mezara girdiği iki bin yirmiye kadar tam kırk iki sene boyunca Allah'ın her günü tepesinde dırdır eden bir kadınla evlilik sürdürmüş babam gibi, hayatın yazılmamış ama karpuz gibi ortada duran, basit kurallarını benimseyemedim. Elindeki ekmekle peynirini idareli tüketen biri olamadım. Hep kaya başlarına uzandı ellerim. Debdebeli destanlar yazmanın düşlerini kurarken oturup kısacık bir öykü bile yazamadım. Hep büyük işlerin, büyük zaferlerin adamı olduğumu sandım. Sonra buna tutku dedim, yaratıcı ruh dedim, neredeyse hani birazcık utancım, arım olmasa garip bir deha diyecektim. Oysa bildiğin marazlı bir ruhtum işte.
Bilge koluma girmiş, caddenin sağında, başı yukarı yürüyorduk. Önümüzde iki sıra halinde söğüt ve çınar ağaçları vardı. Bu şekilde ikimizi Proust'un Grand Otelinin önündeki mendirekte kol kola yürüyen parizyen çiftlere benzettim. Bastonum da olsa tam yani.
“Versace Noir sürmüşsün,” dedim, eski günleri ima eden bir tonda.
“Evet,” dedi, “bu buluşma için özel sürdüm. Sen seversin bu kokuyu.”
“Sen sevmez misin?”
“Ben de seviyorum ama bildiğin gibi ilk sen almıştın bu parfümü bana. Hatırlıyor musun, bir nefes koklayıp kendinden geçmiş ve orada ta Fenikelilerden, Venedik'ten girip Feyruz'dan, Endülüs sokaklarından falan çıkmıştın. Satış sorumlusu kadın nasıl da hayretler içinde kalmış ve gülmüştü sana.”
“Hatırlamam mı, beyefendi şair galiba, demişti hatta.” Güldük ve tekrar koluma girdi. Sokak lambalarının bittiği yere kadar yürüdük. Ayın gri, soluk ışığı geceyi bir asetat kâğıdının arkasındaymış gibi aydınlatıyordu. Esinti yoktu, çınarların ve söğütlerin yaprakları birazcık olsun kımıldamıyordu.
“Dur,” dedim ve kolundan çıkıp iki adım önüne geçtim. “Fark ettin mi?”
“Neyi fark ettim mi deli?” dedi şaşırarak ve güldü yine. Mutluluk gülüşüydü bu. Şu anın, olduğu yerin ve akşamın bu vakti tattığı yaşam parçasının sevincinin gülüşü. Elmacık kemiklerinin üzerindeki kadifemsi cildi ışıldıyordu.
“Başını kaldır, aya bak, gökyüzüne bak, ağaçlara ve etrafına bak. Sonra manzaranın içine ikimizi koy. Ne görüyorsun?”
Atlar gibi burnundan, iç çekmeye benzer tuhaf bir nefes verdi.
“Dört sene sonra buluşup yirmilik gençler gibi sokaklarda yine flört eden boşanmış bir kadınla eski kocasını görüyorum,” dedi. Ve ekledi, “Kadın hafiften üşüyor. Adamın da yine aklı havalarda.”
“Sana sarılabilir miyim?” dedim ansızın. Ve sevgiye aç bir sokak köpeği gibi yalvaran gözlerle baktım yüzüne. Ciddileşti. Derin bir nefes alıp verdi. Sen adam olmazsın der gibi başını iki yana salladı. “Hayır mı demek bu?” dedim. Titriyordum. Ellerimi yıkıyormuş gibi avuçlarımı birbirine sürtmeye başladım. Gözlerim doldu ve bütün kuvvetimle dişlerimi sıktım.
“Neden çağırdın beni Şahin?”
“Özledim seni,” diyebildim sadece.
“Hep böylesin işte,” dedi. “hep böylesin.”
“Lütfen sarılalım," dedim muhtaç bir sesle. “Gerçekten sadece sarılmak istiyorum.”
Kadınlar ne kadar uluydu. Biz erkekler akşama kadar sağda solda boş boş dolanıp acıkınca aklına ev düşen haylaz çocuklar gibiydik. Kadınlar karnımızı doyurunca da başlardık onlara ve tüm dünyaya caka satmaya. Utanmamız gerekirken bir de üstünlük taslıyorduk.
“Gel buraya,” dedi ve kollarını açtı. Sımsıkı sarıldım ona.
“Seni çok özledim,” diyordum durmadan. “Seni çok özledim. Seni çok özledim. Seni çok özledim.”
Versace Noir kokmuyordu artık. Boynunda, saçlarında, omuzlarında ev kokuyordu, yuva kokuyordu.
“Ne oldu sana böyle,” dedi, “başına bir şey mi geldi?”
Temas etmeyen tek bir noktamız kalmasın ister gibi ellerimi sırtında genişçe açıp gezdirerek, “İkimizi özledim, ikimizi çok özledim,” dedim.
Yavaşça, neredeyse inciten bir duyarlılıkla ayırdı gövdesini ve öfkeyle, hınçla değil de acıtan, insanın içerisine dokunan bağışlayıcı bir sesle, “E hani özgür olmak istiyordun," dedi, "hani boğuluyordun. Hani senin gibilerin yalnız olması gerekiyordu.”
Dudaklarındaki nar tanelerini andıran ruj kurumuş, soyulmuştu. Bu kadın bir zamanlar benim karımdı. Güvenmişti bana. Onca erkek arasından tutmuş bana güvenmişti. Ve hayatını benimkiyle birleştirmeye razı olmuştu. Bense onu hayal kırıklığına uğrattım, terk ettim. Ne uğruna? Hiç. Orada burada dolanıp durdum işte. Şaşmışım ben. Canımın elinde şaşmışım. Çıktım, sağda solda dolaştım, akşam oldu ve işte... Yine eve dönmek istiyorum. İşi gücü rast gelsin, “El kızı adamın kahrını bu kadar çekmez ha hısım,” derdi hep annem, “akıllı ol, bu berduşluktan vazgeç.”
“Özgür olmak istemiyorum artık Bilge,” dedim. “Özgür olmak ne demek onu bile bilmiyorum. Bir sancı var yüreğimde, bir yük var. Sanki bugünlerde ölecekmişim gibi. Bir gün görmeden gidecekmişim gibi. Akşam üstleri, hava kararınca daha çok korkuyorum. Boğulacak gibi oluyorum. Nerede kaldın, hadi eve gel, sokaklar soğuk, diye aradığın günleri hatırlıyorum hep.”
“Tamam, konuşma artık Şahin” dedi aniden araya girerek. “Lütfen konuşma, sus! Neden çağırdın beni bu akşam sen?”
Sesinde en küçük bir yadırgama yoktu, gerçekten anlamak istiyor gibiydi.
“Eve dönemez miyiz tekrar,” dedim. "bir evimiz olamaz mı yine?”
“Ev mi?” dedi güldü. “Biz boşandık Şahin,” Sesinde bu sefer daha incitici bir kibarlık vardı. Dışlayıcı bir nezaket.
“Boşanalı dört sene oldu. Bütün bunları ve daha fazlasını defalarca konuştuk. Unuttun mu? Birlikte karar aldık ve arkadaşça ayrıldık.”
Biraz önce hasretle sarıldığım, kokusunu doya doya içime çektiğim, sanki kayıp bir parçammış gibi hissettiğim kadın bir anda gitti. Sokak buza kesti. Titremeye başladım. Bıraksam dişlerim takırdayacaktı ama sıktım kendimi.
“Böyle trajik sahneleri seviyorsun sen,” dedi sonra. “Mutlu olmayı, herkes gibi yaşamayı, yerinin yurdunun belli olmasını sevmiyorsun. Bunların sebeplerini de tartıştık. Uzun uzun irdeledik. Mutsuzluk gibi, yalnızlık gibi bir dini inancım var diyordun. Senin döngün bu Şahin. Arada sırada böyle olmak istiyorsun.”
İtiraz edecektim, bu sefer farklı, diyecektim, hepsi bitti, diyecektim ama karşımda hesabını çoktan kapatmış son derece rasyonel bir kadın vardı.
“Ne yapayım peki, bir akıl ver bana o zaman,” dedim.
“Gel bakalım gel,” dedi, “yeterince üşüdük, şu kafelerden birine oturup konuşalım.”
Mehmet Kabakçı
“Marazlı bir ruh” eve dönmek istiyor ama ev (Bilge) yolları çok fena kapatmış.Tipik bir boşanmış karı koca tartışması içine bu kadar medeni bir dostluk yerleştirmeniz bence oldukça başarılı ama marazlı ruh sanırım oldukça üzülecek çünkü kadın vazgeçti mi geri dönüşü oldukça zordur diye düşünüyorum bu bağlamda adamımızın ikna çabalarını duyar gibiyim kaleminize sağlık.😊